17 Nisan 2013 Çarşamba

YANIK ŞEHRİN HİKÂYESİ BAŞLARKEN


YANIK ŞEHRİN HİKÂYESİ
BAŞLARKEN
            Ben bu şehirde doğdum. Babam, babamın babası, onun babası da… Yalnız ben değil; binlerce insan bu şehirde doğdu, bu şehirde yaşadı, bu şehirde öldü. Bu şehir dillere destan, türkülere konu, yüreklere sızı oldu. Bu şehirde bostanlar göverdi, bu şehirde atlanıp bağa girildi, bu şehirde sevdalar kül oldu.
Bu şehrin havasını soluyanlar, suyunu içenler, bir dilim kepekli ekmeğini yiyenler; her gittiği yerde bu şehri anlattı. Bu şehre uğrayan herkesin bir hikâyesi oldu.  Kimisi evinin bahçesindeki akasya ağacına kaptırdı gönlünü, kimisi farklı dinden insanlara… Her dinden insan yaşadı bu şehirde… Her dilden her ırktan…
Kimisi bir türlü silemedi hafızasından taş fırınlarda pişirilen kepekli somun ekmeğini, kimisi bostanlardan topladığı kızılcık kirazlarını…
Kimisinin dilinde:
“Göver bostanım göver
Su gelir bendin döver
Ben bu elde garibim
Her gelen beni döver

Kiraz dalında sıra
Yârim gitti mısıra
Koyun olsam melesem
Yârimin ardı sıra” oldu.
Kimisi de:
“Gürgeninin gazeli
Neredeydin ezeli
Nerde olsa severler
Senin gibi güzeli” dedi.

Kimisi de:
Atladım girdim bağa 
Alnım değdi yaprağa 
Sevdiğimi verseler 
Girmem kara toprağa 
Kayalar kertilir mi 
Ağ terlik yırtılır mı 
Ergen kız, cahil oğlan 
İnkardan kurtulur mu 
Çıktım dam loğlamaya 
İndim yar yollamaya 
Yar gedikten aşarken 
Başladım ağlamaya 
Ey gelinler, ey kızlar 
Vebalım boynunuza 
Vurun, vurun öldürün 
Ya alın koynunuza
” dedi.
Kimisi de:
Ey mantıvar mantıvar
Mantıvarın vakti var
Mantıvara gelenin
Cennette beş tahtı var

Mantıvarım açıldı
Korkuları saçıldı
Anasına müjd'olsun
Kızın bahtı açıldı

Ey hezine hezine
Kürkü düşmüş dizine
Oturmuş yol üstüne
Kimse bakmaz yüzüne

Söğüde yılan aktı
Dalını kıra kıra
Bana bir yiğit baktı
Terini sile sile

Karşıda koyun kuzu
Kıvrım kıvrım boynuzu
Yok demem, yoksul demem
Yiğide verin kızı

Mantıvarım ağvan ol
Kaza bela savan ol
Ne gelene yüz çevir
Ne gideni kovan ol

Mezdeğinin güründen
Ok işlemez püründen
Bir incecik nur doğmuş
Muhammed'in nurundan
Kimisi de:
Entarisi al basma
Alıp duvara asma
Sen benimsin ben senin
Her söze kulak asma” diye türküler söyledi basma fistanlı kızlara.
Kimisi de:
Dadaloğlu al yanağın gülünden
Misk kokuyor saçlarının telinden
İnce belli nazlı yârin dilinden
Birkaç sene bekleyelim Hacın’ı” diye türküler söylerken, kimisi de:
                                                                                              
“Hacın oldu GANLI GUYU
Uyu Osman oğlum uyu
Hücumunan alınmadı
Yıkılasın Sultan Suyu” diye ağıtlar yaktı.

Bu şehirde rüzgâr deli de esti, okşar gibi de... Bu şehirde sular boz bulanık da aktı, dupduru da…
Bu şehirde aşık da yetişti, terörist de…
Bu şehirde gül de koktu, barut da…
Bu şehirde dostluk ta oldu, düşmanlık da…
Neydi bu şehirde yaşananlar? Bu şehri insanlar neden yüreklerinde taşıdılar yıllarca? Kuşaklar değişti, bu şehre özlem neden değişmedi? Neden herkes bu şehrin küllerinde aradı geçmişini? Bir avuç toprağını koklamak, bir yudum suyunu içmek için neden kilometrelerce yollar aşıldı?
Neden koca koca devletler bu şehre göre politikalar ayarladı?
Bu şehir neresiydi? Bu şehrin sırrı neydi?
Hacın’dı bu şehrin anamın dilindeki adı. Başkaları ona kendi dillerince Hadchın, Hadjin, Hadsechın, Hachin,  Haçin de dedi.  Daha ilerilere gittiğimizde ona Badimon, Mazot Xac diyenlerde oldu. Ama biz hep Hacın bildik. En son Saimbeyli olduğu halde hep “Hacın” dedik.
Hacın bir acının adıydı. Hacın bir kültürün adıydı. Hacın bir dostluğun, Hacın bir sevdanın, Hacın tarih kokan yanık bir şehrin adıydı.
O şehir bir zamanlar bağlı olduğu şehir kadar büyüktü. O şehir kendi coğrafyasından çok büyüktü. O şehir kendi coğrafyasından yine de çok büyük.
Dünyanın her yerinde o şehirden bir insan bulursunuz. Bir iz, bir eser, bir koku, bir hikâye bulursunuz.
Biz o şehri adım adım dolaştık. Suyunu içip, ekmeğini yedik. Ocak başlarında insanları ile oturup dertleştik. Elimize bir maşa alıp yanan ocağın küllerini karıştırdık. Ateş söndü sanıyorduk. Küller ateşi boğup söndürdü sanıyorduk. Oysa aradan doksan yıl geçmesine, nesiller değişmesine rağmen değişen pek bir şey yoktu. Hâlâ yürekler yanıyordu. Hâlâ bir söz söylediğinizde bin ah işitiyordunuz.
Hacın Yanık Şehrin Hikâyeleri’ni yazıyordum. Birkaç dostumla birlikte şehrin en güzel yerlerinden birisi olan Obruk Şelalesi’ne gitmiştik. Şelale’ye vardığımızda elinde fotoğraf makineleri olan bir grupla karşılaştık. Ayaküstü tanışıp, sohbet ettik.  Arkadaşım benim Saimbeyli hakkında araştırmalar yaptığımı, bilgi ihtiyaçları olursa bana sorabileceklerini söyledi. İçlerinden, doktor olan birisi:
“Burada çok Ermeni öldürülmüş, doğru mu?” dedi.
Ben de ona:
“Ermeni kadar da Türk öldü!”dedim.
Aynı doktor:
“1909 da Şar’da Gizik Duran Ermenileri bir kiliseye toplamış ve o Ermenileri kilsede canlı canlı yakmış!” dedi.
Doktor Bey’e:
“Kim söylüyor bunu?” diye sordum. Bir gazete adı vererek o gazete de tanınmış bir tarihçinin bunları yazdığını söyledi.
“Bu işi Gizik Duran mı yapmış?”diye ısrarla sordum.
Doktor Bey:
“Evet!”dedi.
“Emin misiniz?”diye tekrar ettim.
“Doktor Bey:
“Evet, eminim! Hem de 1909’da olmuş bu hadise. Yani tehcirden önce olmuş. O zaman çok Ermeni katledilmiş!”
“Bakın, dedim. Bunun doğru olması mümkün değil. Siz doktorsunuz. Size sorarım, sizce on iki yaşındaki bir çocuğun onlarca insanı bir kiliseye kaba kuvvet kullanıp toplaması ve onları ateşe vermesi mümkün mü?”
“On iki yaşındaki çocuk yapamaz tabii.”dedi.
“Sizin dediğiniz tarihte, Gizik Duran daha on iki yaşında bir çocuk. Bırakın Şar’ı, Gizik Duran o yaşta Cumhurlu köyünden başka bir yeri bile görmüş değildir. Bu düpedüz bir yalan!”dediğimde, bizi can kulağı ile dinleyen bir bayan:
“Artık gizlemenin bir anlamı yok. Biz gerçekleri söylemeliyiz. Çok sayıda Ermeni’yi bizler öldürdük! Ama sizler bunları gizliyorsunuz!”dedi.
“Bakın Hanımefendi. Eğer bir gerçek öğrenmek istiyorsanız ben size bir gerçeği açıklıyorum. Ermeniler benim ailemden kırk kişiyi öldürdüler. Bundan daha fazla nasıl bir gerçek olur ki.”dedim.
Konuştuğumuz kişilerin kimliklerinin çok önemli olmadığını düşünüyorum. Ama bir gerçeğin de altını çizmek istiyorum. Biz daha kendi insanımıza bile kendi acılarımızı anlatamamışız. Başkalarına ağlayacağız diye kendi ölülerimizi unutmuşuz. Konuştuğumuz kişilerin bu milletin “kültürlü” saydığı insan tabakasından olmuş olması beni oldukça fazla üzmektedir.
Acılarımızın bir kısmını hep birlikte okuyalım:

HACIN KAZASI


HACIN KAZASI


            Hacın kasabası 7 nahiye ve 60 karyeye ve merkezi olan Hacın kasabası’nda 16 mahalleye munkasımdır. Kasaba bir dağın göğsünde vakıadır. Şark ve garbı cihetlerinden Körkün (Kirkot), Çatak namlarıyla 2 çay gelip 10 dakika mesafede cenubiyesinde buluşarak ve Hacın suyu namını alarak bayağı bir nehir olup 3 saat, burada da Göksu’ya karışır. Bu iki çayın bir çeyrek ve bir saat mesafelerindeki membalarından karşısında olan kabiliyet hesabiyle her yanda munkasım olarak kasaba deresinde bostan bahçe yetişir ve değirmen bu çayların üzerinde 4 kergir 9 ahşap köprü vardır. Mevki dağlık olduğundan ziraatleri mahsulünü beslemez derecede ve hatta kasaba bile istenildiği kadar edilemeyip bir hanenin gezinti havalesi aşağı taraftaki hanenin damı olmayla pek sık bir halde kalmıştır.
            Bu kasabanın hudutlarında vakıa “ŞAR” nam karyede taştan mağmül cisim cisim yekpare yekpare tarzında gayet murahashane, kilise, manastır, hamam, tiyatro mahalleri gibi asar antika, bu güne mümessil birçok eziya, türlü türlü menkus ve yazılı antikalar bulunmasına binaen bu karye mahalli bundan 2000 sene kadar mukaddim bir şehir olduğu istidal olunur…
            Aseri antikadan olarak nüfus kasabada kale kilisesi namıyla bir kilise ve Kötün Nahiyesi’nin Venk Karyesi civarında Kostagen namıyla bir kale ile eski bir bina eseri ve Gürleşen Nahiyesi’nin Himmetli karyesi garbında Sis deresi üzerinde “Kanlı Kuyu” namıyla dahi bir kale ve Yağbasan Nahiyesi’nde Kaleboynu Karyesi’nde dahi bir kale ve dahi kasabada daha bazı ufak tefek hayli asarı antika mevcuttur.
            Lakin bağları mağmur ve pekmez ve şarap mahsulleri buralarca mubaddel ve meşhurdur.
            Kasabaya 4 saat mesafedeki Kurcan Dağı’nda gümüş ve iki saat bağdar da demir madenleri olduğu gibi her cihette bakır vesaire damarları bulunur.
            Bu kasabada 9 cami ve mescit 2 medrese 1 rüştiye 1 Protestan milletine mensup kız mektebi 2 sıbyan mektebi 1 manastır 7 kilse 10 Hıristiyan mektebi 200 dükkân 4 fırın 3 han 6 testi fırını 1 hamam 1 debbağ hane 69 bahçe 2500 bağ mevcuttur.
            3 yüz bin dönüm ormanlık alan vardır.
            Kasabada Doğanlı karyesinde Dede Bilal, 2 saat mesafede Mürsel Dede Akoluk karyesinde 3 oğlan, Yağbasan karyesinde cami ve ziyaret

SAVAŞA ZORLANAN BİR MİLLETİN DRAMI


SAVAŞA ZORLANAN BİR MİLLETİN DRAMI

            Her yıl Nisan ayında bir tedirginlik yaşarız. Televizyonlar, radyolar, gazeteler, kahvede vatandaşlar, evde aileler hep aynı şeyi konuşuruz. “Acaba bu yıl ABD başkanı ne diyecek? Soykırım kelimesini kullanacak mı?”
            Aynı tedirginliği Fransız meclisinde “Soykırım” yasa tasarısı oylanırken de yaşamıştık. İçimizden “yok canım kabul edilmez” diyenler de oldu, kabul edilince mendil sallayıp oynayanlar da…
            Bir gün de baktık ki ülkenin kelli felli “aydın” tabakası çıktı televizyon kanallarına “Biz Ermenilerden özür diliyoruz.”dediler. İçimizden birilerinin çıkıp böyle sözler söylemesi elbette kanımıza dokunuyor. Onlar böyle yaparlarken başkalarına diyecek sözümüz de kalmıyor.
Ben tarihi araştırırken en çok da Fransızların pişkinliğine şaşırıyorum. Resmen dünyanın hafızası ile alay ediyorlar. Ermenileri dün olduğu gibi bu gün de kullanmaya devam ediyorlar.
Şöyle çok değil 2001 yılına gidip bir hatırlayalım.

            O günlerde Fransız meclisinden alınan kararı gazetelerimizden okuduk, televizyonlarımızdan ibret ve dehşetle seyrettik. Gördüğümüz acı gerçek; Fransız, Ermeni ve onların işbirlikçileri bizleri “soykırım” yapmakla suçluyorlar. Bunlara karşılık bizim siyasetçilerimiz, tarihçilerimiz, gençlerimiz ve yazarlarımız bir suçluluk psikolojisi ile savunmaya geçiyorlar. Bir deli bir kuyuya bir taş atarmış, kırk akıllı da onu çıkartmaya çalışırmış. O taşı çıkartana kadar da çok akıllılar kuyunun dibinde kalırmış. İşte böyle bir çıkmaz içerisinde asıl Fransız destekli Ermeni kamavorlarının yapmış olduğu soykırımı anlatmak yerine “biz yapmadık, biz etmedik” diye savunmaya geçiyoruz. En kötü taarruz, en iyi savunmadan iyidir mantığı ile hareket eden Fransız destekli Ermeni militanları bu fırsatları çok iyi değerlendiriyor ve dünya kamuoyuna seslerini duyurmaya çalışıyorlar.
            Vahşet yıllarını kendi milletimize iyi anlatmadığımız için “acaba doğru mu?” diye düşünen gençlerimizle karşılaşıyoruz. Bazı ilim erbabı geçinen sözde aydınlarımızın imalı sözlerle televizyon ekranlarında boy göstermeleri beyinleri iyice bulandırıyor. Yabancı hayranlığı kültürüyle yetişen fırsatçıların gayri milli davranışları suçluluk psikolojisini daha da artırıyor. Bazı iyi niyetli ferdi tepkiler, bilgi ile donatılmadığı için boşlukta kalan birer fikir görünümüne bürünüyor. Zulüm yıllarını yaşayan insanların hayatta olmayışları, kalanların da dertlerini anlatacak mecallerinin kalmayışı savunma mekanizmasının iyice çalışmaz duruma gelmesine sebep oluyor.
            Ne yapıyoruz beyler? Bu mantıkla gittiğimiz takdirde soğuk savaşta hezimete uğramamız kaçınılmazdır. Televizyon ekranlarına çıkartacağınız insanların önce kendi milletiyle barışık olması gerekmez mi? Vahşetin yaşandığı yeri görmeyen, şehit kanı ile sulanmış toprakları koklamayan ve ailesinde şehadet mertebesine ulaşmış bir fani bulunmayan insanların asıl “soykırımı  anlatması mümkün mü?
            Biz inanıyoruz ki eski adı HACIN olan SAİMBEYLİ ’de 1920 yılının 18 Ekim gününe kadar yaşanan soykırımın hesabı Fransız destekli Ermeni militanlarına sorulmadıkça onlar daha çok hırçınlaşacak başka meclislerden, başka kararlar çıkartacaklardır.
            1920 yılı baharında Saimbeyli (Hacın) kaymakamlık makamında bulunan Fransız yanlısı Ermeni Kaymakam Çalyan KARABİT ‘in hatıralarında Ermenilere esir düşen 217 Müslüman TÜRK’ den 1 Temmuz 1920 gününe kadar 212 kişiyi öldürdüklerini açıkça yazıyor. Dünya kamuoyu bunu bilmese de biz biliyoruz. Kirkor ŞİNİKYANLARI, Aram Çavuşları, Hamparsun Boyacıyanları,  Polis Komseri Hapeti, Bölük Kumandanı Jankesyan’ı, Teğmen Ohannes’i dünya kamuoyu bilmese de biz biliyoruz.                                       
Bekir oğlu Dede Ağayı kızgın demirlerle nasıl dağladıklarını, Hacı Ahmet’i nasıl pişirdiklerini, Başkâtibi değnek ile döve döve nasıl öldürdüklerini, Kürt Genco Çavuşu nasıl oğlak gibi yüzdüklerini, Enfiyeci Hüseyin‘i teller ile nasıl boğduklarını, Kaytancı Hüseyin Hocaya neler yaptıklarını, taze gelinleri süngü ile nasıl oynattıklarını, bebekleri kaynatıp annelerine kuzu eti diye nasıl yedirdiklerini ve daha buralarda sayılamayacak hangi iğrenç işkence çeşitleriyle neler yaptıklarını bizler çok iyi biliyoruz...
Vatan topraklarını sulayan kanlı gözyaşları elbette Kirkor ŞİNİKYAN ‘ı boğacaktı. Ana rahmindeki bebeklerin yediği kurşunların hesabı elbette sorulacaktı. Öğle de oldu. Kirkor ŞİNİKYANLAR, Aram Çavuşlar, Hamparsun BOYACIYANLAR zulümleri ile birlikte tarihin sayfalarına bir kara leke olarak geçtiler. Onların ağababaları meclislerinde hangi kararları alırlarsa alsınlar, Saimbeyli’de katlettikleri insanların torunlarına Aram Çavuş zulmünü unutturamazlar.      
 Tarihle yüzleşmeye cesaret edecek hangi Ermeni, onları her zaman kukla gibi kullanmayı alışkanlık haline getiren hangi Fransız varsa biz onları asıl soykırımın yaşandığı dünkü HACIN, bugünkü SAİMBEYLİ ‘ye hesaplaşmaya çağırıyoruz.
Tarih burada yaşandı. Soykırım burada yapıldı. Biz buradayız beyler. Gelin hesaplaşalım.
 Hodri meydan.
            Anlatmakla bitmeyecek kadar iğrenç davranışlarınız yüzünden yüzyıllarca beraber yaşadığınız asil insanlara karşı, elinize geçen küçücük fırsatları haince kullanmayı maharet saymanız kadar adi bir düşünce tarihin hiçbir sayfasında mevcut değildir.  Devletin en önemli kademelerine kadar yükseldiğiniz, memleketin en güzel yerlerinde yaşadığınız, en iyi toprakları işlediğiniz, milli gelirden en iyi payı aldığınız ve herkesten en iyi yaşadığınız bir dönemde üç-beş çapulcunun özgürlük rüzgârına kendinizi kaptırarak kapı komşunuzu arkadan vurmayı maharet saydınız. Hâlâ birileri tarafından kullanılmaya devam ediyorsunuz. Bu milletin hoşgörüsünü bu kadar zorlamanın anlamı olmasa gerekir. Hoşgörünün de bir sınırı vardır. Bu sınır zorlandığı takdirde kötü günlerin önüne hiç kimse geçemez. Tarihin sayfalarına tarafsız bir gözle baktığınız takdirde bunu daha iyi anlarsınız.
            Şu küçücük kitabı hazırlarken dinlediklerimin hepsini yaz- maya kalkışsaydım emin olun bunun gibi yüzlerce kitap meydana çıkardı. Bu kitap yayımlandığında en büyük tepkiyi, en yakınımdaki insanlardan alacağımı biliyorum. Yüzlerce insan;” bizden neden bahsetmedin. Benim de anamı katlettiler. Benim de bacımı katlettiler. Benim soyumu geçirdiler. Benim kardeşimi öldürdüler. Benim dedemin derilerini yüzdüler. Benim ebemin ırzına geçtiler. Benim anamın memelerini kestiler. Benim kardeşimin gözlerini oydular. Benim bacıma kazık çaktılar. Benim evimi-ocağımı yaktılar. Benim kardeşimi kaynar kazanlarda haşladılar ve benim yakınlarımı kiliseden aşağıya attılar” diyecekler. Belki de bu; benim, benim, benim” diye başlayan cümlelerin arkasına binlerce işkence çeşidi sıralanacak. Hangi birine yürek dayanır. Hangi birini yazarsın ki.
            Evet, Yanık Şehirden sağ çıkabilenlerin çocukları; eksik yazdığım için bana kızacağınızı biliyorum. Ancak daha fazlasını yazmaya benim özüm varmıyor. Her yazdığım cümlenin ardından akan gözyaşlarımı silmekten yoruldum. Birileri bir yerlerde kafa çekerlerken, diğerleri dedesinin kahramanlık hikâyelerini anlatırlarken, ben savaşa zorlanan bu milletin dramıyla uğraşıyorum. 

KARAR


Abülhamit Han
KARAR
            Saimbeyli benim doğduğum yer. Çocukluğum bu iki dağ arasında geçti. Gençliğimin en güzelini burada yaşadım. Başkalarına göre bir eşek semerini andıran bu topraklara ben sevdalıyım. Nedense bilmiyorum.  Buranın insanları bana hep güzel, dağları, ağaçları hep benden görünür. Yalçın kayalıklar içerisinde kendimi hür hissetmişimdir. Çiçeklerinin farklı koktuğunu, insanlarının içten baktığını düşünürüm. Suları delice aktığı zaman büyülenirim. Baharda yeşiline, kışın beyazına tutkunum. Bakımsızlığını gördüğüm zaman içim kan ağlar, deli olurum. Yerim kendi kendimi. Kimseler duymaz feryadımı. Zibillikler içerisinde bir çiçek düşlerim. O çiçek solmasın, o çiçek ölmesin diye ben ölmeye bile razı olurum. Bilemem nerede, nasıl, ne zaman can vereceğimi ama öldüğümde bu topraklara gömülmek isterim. Gönül güzel-çirkin, iyi –kötü tanımıyor. Kimileri Paris, kimileri Londra’ya hayran olabilir. Ben de Saimbeyli ‘ye tutkunum. Bu tutkunluk var ya, ne dille anlatılır ne kalemle yazılır. Ancak yaşanır. Ben yaşarım o sevdayı. Onun için de Saimbeyli’nin her yarası benim yaramdır. Kimse abarttığımı falan sanmasın. Ben bu topraklarda, bu torağın hasretini çekerim.
            İşte böyle hasret çektiğim bir gündü. Televizyon ekranlarından “ Ermeni Soykırım yasası “diye bir yasanın Fransız Millet Meclisinde onaylandığını öğrendim. Yani Türk milletine “KATİL” damgası resmen vuruldu. O gün oyuncağı elinden alınmış çocuk huzursuzluğu ile sabaha kadar uyuyamadım. Yarım asırlık hayatımı bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçirdim. Anamı, babamı, dedemi, amcalarımı,  halalarımı ve daha birçok tanıdığım rahmetlileri hatırladım.
            Benim çocukluğumda televizyon yoktu. İnsanlar sohbet meclisleri kurarlardı. Birbirlerine yaşadıklarını ve duyduklarını anlatırlardı. Büyükler konuşur, bizler can kulağı ile onları dinlerdik. Bugünkü gibi ne politika konuşulur, ne de enflasyon tartışılırdı. Hayat pahalılığı kimseyi ilgilendirmezdi. Yiyecek ekmeği, yatacak yeri olan insanlar mutluydu. İnsanlarda saygı vardı. Büyükler konuşurken küçükler susarlardı. Kadınlar erkeklerin önünü geçmezlerdi. Anamın babamdan sonra yataktan kalktığını hiç hatırlamıyorum. Ailenin en küçüğü olduğum halde babam zaman zaman önemli konularda fikrimi alırdı. Bu da beni çok mutlu ederdi. Zengin falan değildik ama mutluyduk. Güldüğümüz, eğlendiğimiz, şakalaştığımız zamanlar çok olurdu. Ama ne zaman bir sohbet meclisi kurulsa gözyaşları sel olur akardı. Çünkü sohbetlerin ana konusu Ermeni mezalimiydi.
            Benim doğduğum bu topraklarda Ermenilerle Türkler birlikte yaşamışlar. Çok iyi dostluklar, çok iyi arkadaşlıklar kurmuşlar. Birbirlerini sevip, birbirleriyle evlenmişler. Yani kız alıp-vermişler. Düğün yapıp gerdeğe girmişler. Borç alıp, borç veren,  namusunu–ırzını birbirine güvenen insanlar olmuşlar. Çocuklar aynı zibil üzerinde kökgüç oynamışlar. Gençler aynı düğünlerde halay çekmişler. Kimi camiye, kimi kiliseye gitmiş. Ama “sen neden oraya gidiyorsun “anlayışı doğmadığı için kimse kimsenin inancına karışmamış. Hıristiyan Hıristiyanlığını, Müslüman İslam’ ı yaşamış.
            Devir Osmanlı devriymiş. Osmanlı’nın âleme nizam verdiği devirmiş. Bugünkü Avrupa o zaman üçüncü dünya ülkelerinde yerini almaya çalışıyormuş. Çözemedikleri meseleleri Osmanlı’ya danışırlarmış. Arada bir kavga ettiklerinde ağlayarak Osmanlı’ya gelir adalet dilenirlermiş. Osmanlı’da bunları her zaman barıştırır “bir daha kavga etmeyin “diye kulaklarını çekermiş.
            Zaman gelmiş, devir dönmüş. Bunlar kavga etmemeyi, ettilerse de barışmayı bilmişler. Birbirleriyle anlaşıp yeni bir fikir geliştirmişler. “Bize HAÇLI derler” demişler HAÇ etrafında birleşmişler. Kurdukları bu birlikle HİLAL’ e düşman olmuşlar. Üzgünüm ama HİLAL eski HİLAL olmaktan yavaş yavaş çıkmaya başlamış. Işığı eskisi kadar ışık veremez, hatta kendini bile aydınlatamaz olmuş. Bu sefer Hilal’in içi karışmış. Herkes içinden birer parça koparma derdine düşmüş. HAÇLI durmamış açılan yaraları kaşımaya başlamış. Yara kaşındıkça kan akmış, irin akmış... İrin kokmaya, kan kudurmaya başlamış. Eski gülen yüzler asılmış, dostluklar kesilmiş. Sevdalar rafa kaldırılıp, intikam ateşi her yanı sarmaya başlamış. İyi sözler kötü anlaşılır, kötü sözler silah çektirir olmuş. İşte benim çocukluğumda tanıdığım insanlar, o toz duman içerisinde yaşamışlar. Önce babam, dört yıl sonra da anam dünya ile tanışmış. Dedem çocuklarının dünyaya gelmesine vesile olduğu için nenemle birlikte ağır faturalarla karşılaşmışlar. Onların dostları, arkadaşları ve akrabaları fatura bedellerini kanları, canları ve namuslarıyla fazlasıyla ödemişler.
            Vatanı tekrar vatan yapmak o kadar kolay olmamış. Bebeler anadan, analar bebeden ayrılmış. Doğmamış bebelerin gözyaşları mermi ile süngü ile topla tanışmış. Çeyizini hazırlayan gelinlik kızlar, kefensiz kalmışlar. Delikanlılar sevdalarını derisiz yaşamışlar. Süngüler kalçadan girmiş, ağızdan çıkmış. En kötüsü analar evlatlarını yemişler. Bebeler ölü analarını emmişler. Ne ırz kalmış, ne namus. Gencecik kızlar yolgeçen hanı olmuş. Gözü dönmüş insanlar seksenlik kadınları… Zor, anlatması çok zor şeyler olmuş. Sözde mahkemeler kurulup kale burçlarında insanlar çarmıha gerilmiş.
            Bunlar ne bir masal, ne hikâye ne de roman… Hepsi gerçekten olmuş. Ben bunların çoğunluğunu çocukluğumdaki sohbet meclislerinde dinledim. Bunları anlatan insanların gözleri yaşlı, yüzleri asık, bakışları korkaktı. Her anlatım yeniden yaşamaktı. Yeniden yaşamaksa, yeniden ölmekti. O insanlar benim yanımda kaç defa yaşayıp, kaç defa öldüler. Belki de onun için çok seviyorum bu toprakları. Belki de ondan sevdalıyım SAİMBEYLİ’ ye.
            İşte o gece... Fransız Millet Meclisinin bizi “katil” ilan ettiği gece sevgilimi elimden alacaklar diye düşündüm. Asıl katledilen insanların benim insanlarım olduklarını çok iyi bildiğim için “Katiller” asıl  “Katil Sizsiniz “ diye defalarca haykırdım.  Beni kimse duymadı. Gözyaşlarımı kimse görmedi. Kaç defa ağladım, kaç defa isyan ettim, kaç defa kahroldum...
            Sabah ezanı okunmaya başladı. Gün yeniden ağarıyor, hayat yeniden başlıyordu. Tarihi yaşayanlar, tarihi yazmalıydı. Kararımı verdim. Yazmalıyım. Ben ne bir tarihçi, ne de bir edebiyatçıyım. Tarihi yaşamadım. Tarihi yaşayanlarla konuştum. Dilden dile, gönülden gönle anlatılan dram gözyaşlarıyla yok olup gitmemeli. Kalemlerin ucundan beyaz sayfalara dökülmeli. Yapılan çalışmalar nefret tohumlarını kin bahçelerinde yetiştirmek için değil, dünün yarın olma ihtimalinin her zaman var olduğu içindir. O zaman yarına hazırlanmak lazım. Yarın dünün meyvesidir. O meyveden yiyen insanlar zakkumun zehrinde derman bulmalıdır. Vücut tepkisini koymalı, mikrop yayılmadan yok edilmelidir. Savaşa hazırlanmayan bünyeler mikropları yok edemezler. Mikrop yavaş yavaş yayılmaya başlar. Fidan gibi bebeleri, dal gibi delikanlıları, çiçek gibi kızları, çınar gibi yaşlıları alır götürür. Onlar ne gelinlik, ne damatlık ne de yakasız gömleklerini giymeye vakit bulamadan giderlerken, kalanlar gözyaşlarıyla gönül ateşini söndürmeye çalışırlar.
            Biz bunu kaç defa yaşadık, kaç defa gördük. Coğrafyanın en zor yerinde vatan kurma sevdasına kaç nesli bu toprağa verdik. Öyle yoğruldu ki bu topraklar. Her karışı kan, her zerresi gözyaşı oldu. Biz bu topraklarla toprak, bu sularla kan olduk. Sevdalandık birbirimize. Sevdamız bazen türkü oldu, gönülden gönle aktı. Bazen ağıt oldu, ne yürekler yaktı. Unuttuk her şeyi. Biz dün dünde kaldı derken, dün kaşınmaya akşamın habercisi ikindi gölgeleri uç göstermeye yıllar önce başladı.
            Yıl 1904, sonbahar yaprakları sarartıyor, İstanbul’u kara günlere hazırlıyordu. Kristapor Mikaelyan herkese kızım diye tanıttığı Rubina ile yürüyüşe çıktılar. Görenler baba-kızın mutluluk tabloları çizen bu yürüyüşüne imrendi. Her yürüyüş sonrasında Kristapor Mikaelyan notlar tuttu. Sahte kız Rubina ,” bu notları ne için tutuyorsun?” diye sorduğunda; ”bir gün tarihe geçeceksin, sen Ermeni milletinin yüz akı olacaksın!”  dedi. Sonra arkadaşları ile bir araya gelip notları değerlendirdi.
 Hiç bir şey yalnız başına yapılamıyordu. Taraftar bulmak lazımdı. “Düşmanımın düşmanı benim dostumdur.” diye düşündü Kristapor. Kimler düşman olmazdı ki II. Abdülhamit’e? Seveni yoktu. Ermeniler Doğuda bir Ermenistan kurmak istiyorlar,  Abdülhamit ;”OLMAZ!” diyordu.
Yahudiler Filistin topraklarında bir Yahudi Devleti kurmak istiyorlardı.
 Abdülhamit ;“OLMAZ !” diyordu.
             Rumlar Yunanistan’ın Osmanlı orduları karşısındaki yenilgisini hazmedemiyordu.
 Jön Türkler, yani bizimkiler;” II. Abdülhamit gitmeli.” diyorlardı.
Ama nasıl gitmeliydi? Kim götürmeliydi?
 Kristapor bu unvanı hiç kimseye bırakmak istemiyordu. Ama yalnız da olmuyordu. Abdülhamit aşağılanmalıydı. Millet nazarında gözden düşürülmeliydi. O zaman Jön Türklere ihtiyaç vardı. Bu işe para lazımdı. O halde Yahudilere ihtiyaç vardı. Çünkü Yahudiler paranın dilinden anlarlardı. Vatanları olmasa da paraları çoktu. Avrupa ile bağlantı kurmak gerekirdi. O halde Yunanistan’a ihtiyaç vardı. Yunanlılar Hıristiyan âlemi tarafından sevilirdi.
Jön Türk, Yahudi, Rum ve Ermeni…
“Tamam” dedi Krsitapor. “ Bu iş bitti. Yedim seni Osmanlı! Yedim seni Kızıl Sultan!”
Çirkin bir gülümseme dudaklarının arasında belirdi. Beynindeki tilkiler birden şeytanlaştı. Duracak zaman yoktu. Demir tavında dövülmeliydi. Arkadaşları; Vram Şabuh Kendiryan, Belçikalı Joris ve karısı, Rum Silvio Riççi, Alman Lipa Rips Torkom,  Safo, Hampatsum Ağacanyan, Kiris Fenerciyan ve Aşot.  Planlar kurmaya başladılar.
“Nasıl öldürebiliriz? “dedi Kristapor.
Torkom, ”kurşunlayalım.” dedi.
“Koruması çok “ dedi. Aşot.
Günlerce tartıştılar. Karar verilmişti. Zaman ayarlı bomba...
“BOM!” iş tamam…
 Gülüştüler. Uzun bir süre hayaller kurdular. Doğuda Büyük Ermenistan, batıda Rum devleti, Filistin de Yahudi devleti. Osmanlı’ya toprak kalmadı. Ya Jön Türkler ne olacaktı. Kristapor pis bir şekilde güldü.
“Onlar birbirlerini yesinler.”
Dediği gibi oldu Kristaporun.
Jön Türkler,”Kızıl Sultan inmeli, hürriyet isteriz. Hürriyet !” nutukları attılar. Vatan haini değillerdi. Ancak II. Abdülhamit’in kellesi giderse vatan kurtulur sandılar.
Düşman düşmanlığını yaptı. Kristapor Yunanistan ve Bulgaristan’ı gezdi. Ermeni terör örgütleri ile birlikte bomba yapımında kullanılacak maddeleri aldı. İstanbul’a geldi. Keşif çalışmaları başladı. Padişahın saraydan çıkıp camie gitmesi, faytondan inmesi, namaz kılması ve hepsinden önemlisi, cami ile fayton arasındaki mesafeyi yürüyerek ne kadar sürede aldığı... Hesaplar ince yapılmalıydı. Bir saniyelik hata payı olmamalıydı.
Toprağı incelediler. Yer kumluk. Ya atılan bomba yumuşak zeminde patlamazsa? Plan yatardı. Bir Ermeni işçiye 50 lira vererek kumda patlayan bomba ısmarladılar. Ermeni işçi parayı aldı ve kayıplara karıştı. Tekrar kendiler bomba üzerinde çalışmaya başladılar. Yapmışlardı. Çok iyi bir bomba olmuştu.
“Denemek lazım” dedi Kristapor.
17 Mart 1905 Bulgaristan’ın Vitoş Kinaze Köyünde toplandılar. Toplandıkları yer dağlar arasındaydı. Bomba sesi fazla duyulmayacak ve denemeler burada yapılacaktı.
Kristapor bombayı ellerine aldı. Çok güzel yapmışlardı. Asıl yapmak istedikleri bombanın küçük şekliydi. Ancak yinede çok Türk kanı akıtacak özelliklere sahipti. Bombayı Varanşabuh’a verdi. Diğer arkadaşlarına “ siz uzak durun” dedi. Heyecandan titriyordu. Hayaller kurmaya başladı. Ne güzel olacak. Bomba patladığında Abdülhamit ölecek. Yalnız Abdülhamit değil, Osmanlı bitecekti.  Doğuda yeni bir güneş parlayacaktı. Bu parlayan güneşin adı; Büyük Ermenistan olacaktı. Bir anda kendisini Ermenistan’ın kıralı hissetti. Önce;” yeryüzünde ne kadar Türk varsa öldürmeliyim” dedi. Sonra ; ”yavaş yavaş öldürmeliyim” dedi. Şarap yerine kan içmek istiyordu. Kanların en asili olan Türk kanını içmeliydi. Yanan yüreğini ancak Türk kanı söndürebilirdi.
Arkadaşlarına döndü ;
 “Bu bomba Büyük Ermenistan’ın ilk sesi olacak, bu ses Büyük Ermenistan’ı kuracak, sizler de Ermeni milletinin en asilleri olacaksınız.”dedi. Yeni bir cümleye başlayacaktı. Bombacı Varanşabuh’un parmakları bombanın pimine takıldı.”Bommmm...!” diye bir ses yeri göğü inletti. Kristapor ile Varamşabuh’un parçaları etrafa dağıldı. Safo, Aşot, Kris, Torkom, Zare, Aram ve Mari Zayn ne yapacaklarını şaşırdılar. Liderlerinin parçaları her tarafa dağılmıştı. Büyük Ermenistan hayali parça parça olmuştu. Paniklediler. Dağılmış cesetleri toplamadan kaçıştılar.
Birkaç gün sonra akbabalar leş kokularını aldı. Kendisini kral hisseden Kristapor ile bomba uzmanı Varamşabuh akbaba dışkısı olarak Bulgaristan topraklarına karıştılar.
Kin bitmedi. İntikam ateşi sönmedi. Kana kan alınmalıydı. Planlar daha detaylı yapılmalıydı. Öylede oldu. Kristapor’un arkadaşları tekrar bir araya geldiler. Her şeyi enine boyuna değerlendirdiler. Defalarca patlayıcı denemeleri yaptılar. Artık eyleme hazırlanmışlardı. Viyana’da özel bir fayton yaptırıldı. Dalmaçia adlı bir gemi ile sahte gümrük işlemleri ile İstanbul’a getirildi. Arabanın sahibi Hasköylü Yervant Frangulyan oldu. Sonra Zare Haçıkyan arabayı teslim aldı.
Günlerce uğraşıldıktan sonra fayton bir saatli bomba haline getirildi. Bu saatli bomba 120 kg ağırlığındaydı.
Bu defa iş bitirilecekti. Abdülhamit’in canına okunacaktı. Her şey hesaplanmıştı. 1 dakika 42 saniye. Bu unutulmamalıydı. Abdülhamit’in camiden çıktıktan sonra arabasına kadar yürüdüğü zaman 1 dakika 42 saniyeydi.

Tarihler 21 Temmuz 1905 Cuma gününü gösteriyordu. Abdülhamit faytonuna bindi, her zaman olduğu gibi Yıldız camine cuma namazına gitti. Her zamanki yerinde fayton durdu. Abdülhamit’i görmeye gelen meraklı insanlar her zamanki gibi alkışladılar. “Padişahım çok yaşa..! Padişahım çok yaşa !” sloganları arasında camiye girdi. Cuma namazını kıldı. Her zaman olduğu gibi avuçlarını açtı;” Allah’ım devletimi, milletimi kötülüklerden sen esirge. Milleti öksüz, devleti başsız bırakma ” diye dua etti. O huşu içerisinde Allah’ına dua ederken, Ermeni teröristler onun faytonunun en yakınına bomba yüklü faytonlarını yerleştirdiler. Beklemeye koyuldular. Birazdan II. Abdülhamit camiden çıkacak, her zaman olduğu gibi; ”Padişahım çok yaşa! Padişahım çok yaşa! “ sloganları arasında faytonuna doğru yürüyecekti.

Padişah caminin kapısında görüldü. Gözetlemeci faytondaki bombacıya işaretini verdi. Bombacı saatli bombayı çalıştırdı ve oradan uzaklaştı. II. Abdülhamit üç beş adım attı durakladı. Şeyhülislam Cemalettin Efendi ile kısa bir sohbete daldı. İşte bu kısa sohbet bütün planları alt-üst etti. 1 dakika 42 saniye doldu. Bomba bütün şiddetiyle patladı. Faytona yakın insanlar parçalara ayrıldı. Patlamada 26 kişi öldü, 58 kişi yaralandı, 20 at öldü ve yerde 70 santimlik bir çukur açıldı. Herkes telaşa kapıldı. Ağlayanlar, bağıranlar,çağıranlar birbirine karıştı. Dehşete kapılan yaverler kılıçlarını düşürdüler.
Biri vardı dimdik ayakta, renk bile vermedi. Faytonuna bindi atın dizginlerini ellerine aldı. Saraya gitti. Her zaman olduğu gibi yabancı elçileri kabul etti. Daha sonra “Ben kılıcını yere düşüren yaver istemem “ diyerek yaverinin görevine son verdi. Bu kişi Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit Han’dı. Bazıları buna Kızıl Sultan, bazıları Gök Sultan dediler. Siz ne derseniz deyin. Bu adam Filistin’de Yahudi’ye, Anadolu’da Ermeni’ye bir karış toprak vermedi. Onu en çok üzen Teyfik Fikret denen bir Türk’ün şu mısraları oldu;


Bir anlık duraklama
Bir patlama... Bir duman... Ve bütün bir şenlik alayı,
sahnelediği oyunu seyreden kalabalık;
haşin, azgın tırnaklarıyla bir kahredici elin,
didik didik, yükseldi havaya bacak, kelle, kan, kemik...


Ey yüce patlama, ey öc alıcı duman, kimsin? Nesin?
Bu saldırıya iten ne, sebep ne? Kim?
arkanda bin meraklı bakış ve sen yoksun,
görünmeyen bir eli andırıyorsun, kurtarıcı.

Sesinde o öfkenin o korkunç yıldırımı var ki
her yerde hak ve kurtuluş duygusunu tetikler.
Vuruşunla kahredici ayağı titrer zorbalığın,

en gururlu, görkemli tâcı sarsar yaklaşışın.

Silkip yüzyılların boyunlarındaki ilmiklerini, en çetin
bir uykudan uyandırır milleti dehşetin.

Ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın!
Attın... Ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın!

Dursaydı bir dakikacık bu hep geçen zaman,
ya da o durmasaydı o talihsiz taç,
kanlarla bir cinayete pek benzeyen bu iş
bir iyilik olurdu, benzeri yüzyıllarca geçmemiş.

Ancak, rastlantı... Ah o güçlülerin dostu,
güçsüzlerin, zavallıların değişmez düşmanı,
birden yetişti etkisiz kılmaya, bu yakıcı planı,
söndürdü bir nefeste bu parlak umudu; yazdı,


alay etmek için bilinçsiz yazgı,
zulüm tarihine bir övünme önsözünü.
Kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi öcünü;
ancak; unutmasın şunu (ki) alçaklığın tarihi:

bir milleti çiğnemekle bu gün eğlenen (alçak)
bir anlık gecikmeye borçlu bu keyfini.

Eminim ki; Abdülhamit, Akif’in şu mısraları ile cevap vermek isterdi.
Zulmü Alkışlayamam
Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdadıma saldırdı mı,hatta boğarım!...
-Boğamazsın ki!
-Hiç olmazsa yanımdan kovarım.
Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale;
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale!
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırmada geç git, diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu...
İrticanın şu sizin lehçede ma'nası bu mu?


Mehmet Akif Ersoy

Diyeceksiniz ki; “Saimbeyli ve çevresinde geçen olayları anlatmayı gaye edinen bu kitapta II. Abdülhamit’in ne işi var? İstanbul da olan olayların Saimbeyli ile ne ilgisi var?” Hiç olmaz olur mu? İstanbul’da olaylar başlamadan önce Saimbeyli (Hacın)da insanlar birbirlerine saygılıydı. Hele Ermeniler Türklere;” ağa, bey, efendi, zade” diye konuşurlardı. Saygıda, hürmette, güvende kusur etmezlerdi. Ne zaman ki İstanbul’da, Adana’da, Erzurum’da ve daha birçok kentte isyan hareketlerine başladılar, işte o zaman Saimbeyli (Hacın)da da dünkü;” ağa, bey, efendi ve zade “diye hürmet ettikleri insanlara; tıpkı Abdülhamit’e “Kızıl Sultan” dedikleri gibi “dacik ve çandır” demeye başladılar. (Hâlâ Ermeni ağzıyla Saimbeyli’nin asıl yerlisi öz be öz Türk insanına  “Çandır “ deme gafletine düşenlerin kulakları çınlasın.)
Ey Türkoğlu! Seni yok etmenin en kestirme yolu; senin seni aşağılamandır. Senin sana düşman olmandır. Senin sana şüphe ile bakmandır.
Bunu unutma!