|
Abülhamit Han |
KARAR
Saimbeyli benim doğduğum yer.
Çocukluğum bu iki dağ arasında geçti. Gençliğimin en güzelini burada yaşadım.
Başkalarına göre bir eşek semerini andıran bu topraklara ben sevdalıyım.
Nedense bilmiyorum. Buranın insanları
bana hep güzel, dağları, ağaçları hep benden görünür. Yalçın kayalıklar
içerisinde kendimi hür hissetmişimdir. Çiçeklerinin farklı koktuğunu,
insanlarının içten baktığını düşünürüm. Suları delice aktığı zaman büyülenirim.
Baharda yeşiline, kışın beyazına tutkunum. Bakımsızlığını gördüğüm zaman içim
kan ağlar, deli olurum. Yerim kendi kendimi. Kimseler duymaz feryadımı.
Zibillikler içerisinde bir çiçek düşlerim. O çiçek solmasın, o çiçek ölmesin
diye ben ölmeye bile razı olurum. Bilemem nerede, nasıl, ne zaman can
vereceğimi ama öldüğümde bu topraklara gömülmek isterim. Gönül güzel-çirkin,
iyi –kötü tanımıyor. Kimileri Paris, kimileri Londra’ya hayran olabilir. Ben de
Saimbeyli ‘ye tutkunum. Bu tutkunluk var ya, ne dille anlatılır ne kalemle
yazılır. Ancak yaşanır. Ben yaşarım o sevdayı. Onun için de Saimbeyli’nin her
yarası benim yaramdır. Kimse abarttığımı falan sanmasın. Ben bu topraklarda, bu
torağın hasretini çekerim.
İşte böyle hasret çektiğim bir
gündü. Televizyon ekranlarından “ Ermeni Soykırım yasası “diye bir
yasanın Fransız Millet Meclisinde onaylandığını öğrendim. Yani Türk milletine “KATİL” damgası resmen vuruldu. O gün
oyuncağı elinden alınmış çocuk huzursuzluğu ile sabaha kadar uyuyamadım. Yarım
asırlık hayatımı bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçirdim. Anamı,
babamı, dedemi, amcalarımı, halalarımı
ve daha birçok tanıdığım rahmetlileri hatırladım.
Benim çocukluğumda televizyon yoktu.
İnsanlar sohbet meclisleri kurarlardı. Birbirlerine yaşadıklarını ve
duyduklarını anlatırlardı. Büyükler konuşur, bizler can kulağı ile onları
dinlerdik. Bugünkü gibi ne politika konuşulur, ne de enflasyon tartışılırdı.
Hayat pahalılığı kimseyi ilgilendirmezdi. Yiyecek ekmeği, yatacak yeri olan
insanlar mutluydu. İnsanlarda saygı vardı. Büyükler konuşurken küçükler
susarlardı. Kadınlar erkeklerin önünü geçmezlerdi. Anamın babamdan sonra
yataktan kalktığını hiç hatırlamıyorum. Ailenin en küçüğü olduğum halde babam
zaman zaman önemli konularda fikrimi alırdı. Bu da beni çok mutlu ederdi.
Zengin falan değildik ama mutluyduk. Güldüğümüz, eğlendiğimiz, şakalaştığımız
zamanlar çok olurdu. Ama ne zaman bir sohbet meclisi kurulsa gözyaşları sel
olur akardı. Çünkü sohbetlerin ana konusu Ermeni
mezalimiydi.
Benim doğduğum bu topraklarda
Ermenilerle Türkler birlikte yaşamışlar. Çok iyi dostluklar, çok iyi
arkadaşlıklar kurmuşlar. Birbirlerini sevip, birbirleriyle evlenmişler. Yani
kız alıp-vermişler. Düğün yapıp gerdeğe girmişler. Borç alıp, borç veren, namusunu–ırzını birbirine güvenen insanlar
olmuşlar. Çocuklar aynı zibil üzerinde kökgüç oynamışlar. Gençler aynı
düğünlerde halay çekmişler. Kimi camiye, kimi kiliseye gitmiş. Ama “sen neden
oraya gidiyorsun “anlayışı doğmadığı için kimse kimsenin inancına karışmamış.
Hıristiyan Hıristiyanlığını, Müslüman İslam’ ı yaşamış.
Devir Osmanlı devriymiş. Osmanlı’nın
âleme nizam verdiği devirmiş. Bugünkü Avrupa o zaman üçüncü dünya ülkelerinde
yerini almaya çalışıyormuş. Çözemedikleri meseleleri Osmanlı’ya danışırlarmış.
Arada bir kavga ettiklerinde ağlayarak Osmanlı’ya gelir adalet dilenirlermiş.
Osmanlı’da bunları her zaman barıştırır “bir
daha kavga etmeyin “diye kulaklarını çekermiş.
Zaman gelmiş, devir dönmüş. Bunlar
kavga etmemeyi, ettilerse de barışmayı bilmişler. Birbirleriyle anlaşıp yeni
bir fikir geliştirmişler. “Bize HAÇLI derler” demişler HAÇ etrafında
birleşmişler. Kurdukları bu birlikle HİLAL’ e düşman olmuşlar. Üzgünüm ama
HİLAL eski HİLAL olmaktan yavaş yavaş çıkmaya başlamış. Işığı eskisi kadar ışık
veremez, hatta kendini bile aydınlatamaz olmuş. Bu sefer Hilal’in içi karışmış.
Herkes içinden birer parça koparma derdine düşmüş. HAÇLI durmamış açılan
yaraları kaşımaya başlamış. Yara kaşındıkça kan akmış, irin akmış... İrin
kokmaya, kan kudurmaya başlamış. Eski gülen yüzler asılmış, dostluklar
kesilmiş. Sevdalar rafa kaldırılıp, intikam ateşi her yanı sarmaya başlamış.
İyi sözler kötü anlaşılır, kötü sözler silah çektirir olmuş. İşte benim
çocukluğumda tanıdığım insanlar, o toz duman içerisinde yaşamışlar. Önce babam,
dört yıl sonra da anam dünya ile tanışmış. Dedem çocuklarının dünyaya gelmesine
vesile olduğu için nenemle birlikte ağır faturalarla karşılaşmışlar. Onların
dostları, arkadaşları ve akrabaları fatura bedellerini kanları, canları ve
namuslarıyla fazlasıyla ödemişler.
Vatanı tekrar vatan yapmak o kadar
kolay olmamış. Bebeler anadan, analar bebeden ayrılmış. Doğmamış bebelerin
gözyaşları mermi ile süngü ile topla tanışmış. Çeyizini hazırlayan gelinlik
kızlar, kefensiz kalmışlar. Delikanlılar sevdalarını derisiz yaşamışlar.
Süngüler kalçadan girmiş, ağızdan çıkmış. En kötüsü analar evlatlarını
yemişler. Bebeler ölü analarını emmişler. Ne ırz kalmış, ne namus. Gencecik
kızlar yolgeçen hanı olmuş. Gözü dönmüş insanlar seksenlik kadınları… Zor,
anlatması çok zor şeyler olmuş. Sözde mahkemeler kurulup kale burçlarında
insanlar çarmıha gerilmiş.
Bunlar ne bir masal, ne hikâye ne de
roman… Hepsi gerçekten olmuş. Ben bunların çoğunluğunu çocukluğumdaki sohbet
meclislerinde dinledim. Bunları anlatan insanların gözleri yaşlı, yüzleri asık,
bakışları korkaktı. Her anlatım yeniden yaşamaktı. Yeniden yaşamaksa, yeniden
ölmekti. O insanlar benim yanımda kaç defa yaşayıp, kaç defa öldüler. Belki de
onun için çok seviyorum bu toprakları. Belki de ondan sevdalıyım SAİMBEYLİ’ ye.
İşte o gece... Fransız Millet
Meclisinin bizi “katil” ilan ettiği
gece sevgilimi elimden alacaklar diye düşündüm. Asıl katledilen insanların
benim insanlarım olduklarını çok iyi bildiğim için “Katiller” asıl “Katil Sizsiniz “ diye defalarca
haykırdım. Beni kimse duymadı.
Gözyaşlarımı kimse görmedi. Kaç defa ağladım, kaç defa isyan ettim, kaç defa
kahroldum...
Sabah ezanı okunmaya başladı. Gün
yeniden ağarıyor, hayat yeniden başlıyordu. Tarihi yaşayanlar, tarihi
yazmalıydı. Kararımı verdim. Yazmalıyım. Ben ne bir tarihçi, ne de bir
edebiyatçıyım. Tarihi yaşamadım. Tarihi yaşayanlarla konuştum. Dilden dile,
gönülden gönle anlatılan dram gözyaşlarıyla yok olup gitmemeli. Kalemlerin
ucundan beyaz sayfalara dökülmeli. Yapılan çalışmalar nefret tohumlarını kin
bahçelerinde yetiştirmek için değil, dünün yarın olma ihtimalinin her zaman var
olduğu içindir. O zaman yarına hazırlanmak lazım. Yarın dünün meyvesidir. O
meyveden yiyen insanlar zakkumun zehrinde derman bulmalıdır. Vücut tepkisini
koymalı, mikrop yayılmadan yok edilmelidir. Savaşa hazırlanmayan bünyeler
mikropları yok edemezler. Mikrop yavaş yavaş yayılmaya başlar. Fidan gibi
bebeleri, dal gibi delikanlıları, çiçek gibi kızları, çınar gibi yaşlıları alır
götürür. Onlar ne gelinlik, ne damatlık ne de yakasız gömleklerini giymeye
vakit bulamadan giderlerken, kalanlar gözyaşlarıyla gönül ateşini söndürmeye
çalışırlar.
Biz bunu kaç defa yaşadık, kaç defa
gördük. Coğrafyanın en zor yerinde vatan kurma sevdasına kaç nesli bu toprağa
verdik. Öyle yoğruldu ki bu topraklar. Her karışı kan, her zerresi gözyaşı
oldu. Biz bu topraklarla toprak, bu sularla kan olduk. Sevdalandık birbirimize.
Sevdamız bazen türkü oldu, gönülden gönle aktı. Bazen ağıt oldu, ne yürekler
yaktı. Unuttuk her şeyi. Biz dün dünde kaldı derken, dün kaşınmaya akşamın
habercisi ikindi gölgeleri uç göstermeye yıllar önce başladı.
Yıl 1904, sonbahar yaprakları
sarartıyor, İstanbul’u kara günlere hazırlıyordu. Kristapor Mikaelyan herkese
kızım diye tanıttığı Rubina ile yürüyüşe çıktılar. Görenler baba-kızın mutluluk
tabloları çizen bu yürüyüşüne imrendi. Her yürüyüş sonrasında Kristapor
Mikaelyan notlar tuttu. Sahte kız Rubina ,” bu notları ne için tutuyorsun?”
diye sorduğunda; ”bir gün tarihe
geçeceksin, sen Ermeni milletinin yüz akı olacaksın!” dedi. Sonra arkadaşları ile bir araya gelip
notları değerlendirdi.
Hiç bir şey yalnız
başına yapılamıyordu. Taraftar bulmak lazımdı. “Düşmanımın düşmanı benim
dostumdur.” diye düşündü Kristapor. Kimler düşman olmazdı ki II. Abdülhamit’e?
Seveni yoktu. Ermeniler Doğuda bir Ermenistan kurmak istiyorlar, Abdülhamit ;”OLMAZ!” diyordu.
Yahudiler Filistin topraklarında bir
Yahudi Devleti kurmak istiyorlardı.
Abdülhamit ;“OLMAZ !” diyordu.
Rumlar Yunanistan’ın Osmanlı
orduları karşısındaki yenilgisini hazmedemiyordu.
Jön Türkler,
yani bizimkiler;” II. Abdülhamit gitmeli.” diyorlardı.
Ama nasıl gitmeliydi? Kim götürmeliydi?
Kristapor bu
unvanı hiç kimseye bırakmak istemiyordu. Ama yalnız da olmuyordu. Abdülhamit
aşağılanmalıydı. Millet nazarında gözden düşürülmeliydi. O zaman Jön Türklere
ihtiyaç vardı. Bu işe para lazımdı. O halde Yahudilere ihtiyaç vardı. Çünkü
Yahudiler paranın dilinden anlarlardı. Vatanları olmasa da paraları çoktu.
Avrupa ile bağlantı kurmak gerekirdi. O halde Yunanistan’a ihtiyaç vardı.
Yunanlılar Hıristiyan âlemi tarafından sevilirdi.
Jön Türk, Yahudi, Rum ve Ermeni…
“Tamam” dedi Krsitapor. “ Bu iş bitti. Yedim seni
Osmanlı! Yedim seni Kızıl Sultan!”
Çirkin bir gülümseme dudaklarının arasında belirdi.
Beynindeki tilkiler birden şeytanlaştı. Duracak zaman yoktu. Demir tavında
dövülmeliydi. Arkadaşları; Vram Şabuh Kendiryan, Belçikalı Joris ve karısı, Rum
Silvio Riççi, Alman Lipa Rips Torkom,
Safo, Hampatsum Ağacanyan, Kiris Fenerciyan ve Aşot. Planlar kurmaya başladılar.
“Nasıl öldürebiliriz? “dedi Kristapor.
Torkom, ”kurşunlayalım.” dedi.
“Koruması çok “ dedi. Aşot.
Günlerce tartıştılar. Karar verilmişti. Zaman ayarlı
bomba...
“BOM!” iş tamam…
Gülüştüler.
Uzun bir süre hayaller kurdular. Doğuda Büyük Ermenistan, batıda Rum devleti,
Filistin de Yahudi devleti. Osmanlı’ya toprak kalmadı. Ya Jön Türkler ne
olacaktı. Kristapor pis bir şekilde güldü.
“Onlar birbirlerini yesinler.”
Dediği gibi oldu Kristaporun.
Jön Türkler,”Kızıl Sultan inmeli, hürriyet isteriz.
Hürriyet !” nutukları attılar. Vatan haini değillerdi. Ancak II. Abdülhamit’in
kellesi giderse vatan kurtulur sandılar.
Düşman düşmanlığını yaptı. Kristapor Yunanistan ve
Bulgaristan’ı gezdi. Ermeni terör örgütleri ile birlikte bomba yapımında
kullanılacak maddeleri aldı. İstanbul’a geldi. Keşif çalışmaları başladı. Padişahın
saraydan çıkıp camie gitmesi, faytondan inmesi, namaz kılması ve hepsinden
önemlisi, cami ile fayton arasındaki mesafeyi yürüyerek ne kadar sürede
aldığı... Hesaplar ince yapılmalıydı. Bir saniyelik hata payı olmamalıydı.
Toprağı incelediler. Yer kumluk. Ya atılan bomba
yumuşak zeminde patlamazsa? Plan yatardı. Bir Ermeni işçiye 50 lira vererek
kumda patlayan bomba ısmarladılar. Ermeni işçi parayı aldı ve kayıplara
karıştı. Tekrar kendiler bomba üzerinde çalışmaya başladılar. Yapmışlardı. Çok
iyi bir bomba olmuştu.
“Denemek lazım” dedi Kristapor.
17 Mart 1905 Bulgaristan’ın Vitoş Kinaze Köyünde
toplandılar. Toplandıkları yer dağlar arasındaydı. Bomba sesi fazla
duyulmayacak ve denemeler burada yapılacaktı.
Kristapor bombayı ellerine aldı. Çok güzel
yapmışlardı. Asıl yapmak istedikleri bombanın küçük şekliydi. Ancak yinede çok
Türk kanı akıtacak özelliklere sahipti. Bombayı Varanşabuh’a verdi. Diğer
arkadaşlarına “ siz uzak durun” dedi. Heyecandan titriyordu. Hayaller kurmaya
başladı. Ne güzel olacak. Bomba patladığında Abdülhamit ölecek. Yalnız
Abdülhamit değil, Osmanlı bitecekti.
Doğuda yeni bir güneş parlayacaktı. Bu parlayan güneşin adı; Büyük
Ermenistan olacaktı. Bir anda kendisini Ermenistan’ın kıralı hissetti. Önce;”
yeryüzünde ne kadar Türk varsa öldürmeliyim” dedi. Sonra ; ”yavaş yavaş
öldürmeliyim” dedi. Şarap yerine kan içmek istiyordu. Kanların en asili olan
Türk kanını içmeliydi. Yanan yüreğini ancak Türk kanı söndürebilirdi.
Arkadaşlarına döndü ;
“Bu bomba Büyük
Ermenistan’ın ilk sesi olacak, bu ses Büyük Ermenistan’ı kuracak, sizler de
Ermeni milletinin en asilleri olacaksınız.”dedi. Yeni bir cümleye başlayacaktı.
Bombacı Varanşabuh’un parmakları bombanın pimine takıldı.”Bommmm...!” diye bir
ses yeri göğü inletti. Kristapor ile Varamşabuh’un parçaları etrafa dağıldı.
Safo, Aşot, Kris, Torkom, Zare, Aram ve Mari Zayn ne yapacaklarını şaşırdılar.
Liderlerinin parçaları her tarafa dağılmıştı. Büyük Ermenistan hayali parça
parça olmuştu. Paniklediler. Dağılmış cesetleri toplamadan kaçıştılar.
Birkaç gün sonra akbabalar leş kokularını aldı.
Kendisini kral hisseden Kristapor ile bomba uzmanı Varamşabuh akbaba dışkısı
olarak Bulgaristan topraklarına karıştılar.
Kin bitmedi. İntikam ateşi sönmedi. Kana kan
alınmalıydı. Planlar daha detaylı yapılmalıydı. Öylede oldu. Kristapor’un
arkadaşları tekrar bir araya geldiler. Her şeyi enine boyuna değerlendirdiler.
Defalarca patlayıcı denemeleri yaptılar. Artık eyleme hazırlanmışlardı. Viyana’da
özel bir fayton yaptırıldı. Dalmaçia adlı bir gemi ile sahte gümrük işlemleri
ile İstanbul’a getirildi. Arabanın sahibi Hasköylü Yervant Frangulyan oldu.
Sonra Zare Haçıkyan arabayı teslim aldı.
Günlerce uğraşıldıktan sonra fayton bir saatli bomba
haline getirildi. Bu saatli bomba 120 kg ağırlığındaydı.
Bu defa iş bitirilecekti. Abdülhamit’in canına
okunacaktı. Her şey hesaplanmıştı. 1 dakika 42 saniye. Bu unutulmamalıydı.
Abdülhamit’in camiden çıktıktan sonra arabasına kadar yürüdüğü zaman 1 dakika
42 saniyeydi.
Tarihler 21 Temmuz 1905 Cuma gününü gösteriyordu.
Abdülhamit faytonuna bindi, her zaman olduğu gibi Yıldız camine cuma namazına
gitti. Her zamanki yerinde fayton durdu. Abdülhamit’i görmeye gelen meraklı
insanlar her zamanki gibi alkışladılar. “Padişahım çok yaşa..! Padişahım çok
yaşa !” sloganları arasında camiye girdi. Cuma namazını kıldı. Her zaman olduğu
gibi avuçlarını açtı;” Allah’ım
devletimi, milletimi kötülüklerden sen esirge. Milleti öksüz, devleti başsız
bırakma ” diye dua etti. O huşu içerisinde Allah’ına dua ederken, Ermeni teröristler
onun faytonunun en yakınına bomba yüklü faytonlarını yerleştirdiler. Beklemeye
koyuldular. Birazdan II. Abdülhamit camiden çıkacak, her zaman olduğu gibi;
”Padişahım çok yaşa! Padişahım çok yaşa! “ sloganları arasında faytonuna doğru
yürüyecekti.
Padişah
caminin kapısında görüldü. Gözetlemeci faytondaki bombacıya işaretini verdi.
Bombacı saatli bombayı çalıştırdı ve oradan uzaklaştı. II. Abdülhamit üç beş
adım attı durakladı. Şeyhülislam Cemalettin Efendi ile kısa bir sohbete daldı.
İşte bu kısa sohbet bütün planları alt-üst etti. 1 dakika 42 saniye doldu.
Bomba bütün şiddetiyle patladı. Faytona yakın insanlar parçalara ayrıldı.
Patlamada 26 kişi öldü, 58 kişi yaralandı, 20 at öldü ve yerde 70 santimlik bir
çukur açıldı. Herkes telaşa kapıldı. Ağlayanlar, bağıranlar,çağıranlar
birbirine karıştı. Dehşete kapılan yaverler kılıçlarını düşürdüler.
Biri
vardı dimdik ayakta, renk bile vermedi. Faytonuna bindi atın dizginlerini
ellerine aldı. Saraya gitti. Her zaman olduğu gibi yabancı elçileri kabul etti.
Daha sonra “Ben kılıcını yere düşüren yaver istemem “ diyerek yaverinin
görevine son verdi. Bu kişi Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit Han’dı. Bazıları
buna Kızıl Sultan, bazıları Gök Sultan dediler. Siz ne derseniz deyin. Bu adam
Filistin’de Yahudi’ye, Anadolu’da Ermeni’ye bir karış toprak vermedi. Onu en
çok üzen Teyfik Fikret denen bir Türk’ün şu mısraları oldu;
Bir anlık duraklama
Bir patlama... Bir duman... Ve bütün bir şenlik
alayı,
sahnelediği oyunu seyreden kalabalık;
haşin, azgın tırnaklarıyla bir kahredici elin,
didik didik, yükseldi havaya bacak, kelle, kan, kemik...
Ey yüce patlama, ey öc alıcı duman, kimsin? Nesin?
Bu saldırıya iten ne, sebep ne? Kim?
arkanda bin meraklı bakış ve sen yoksun,
görünmeyen bir eli andırıyorsun, kurtarıcı.
Sesinde o öfkenin o korkunç yıldırımı var ki
her yerde hak ve kurtuluş duygusunu tetikler.
Vuruşunla kahredici ayağı titrer zorbalığın,
en gururlu, görkemli tâcı sarsar yaklaşışın.
Silkip yüzyılların boyunlarındaki ilmiklerini, en çetin
bir uykudan uyandırır milleti dehşetin.
Ey
şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın!
Attın...
Ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın!
Dursaydı bir dakikacık bu hep geçen zaman,
ya da o durmasaydı o talihsiz taç,
kanlarla
bir cinayete pek benzeyen bu iş
bir
iyilik olurdu, benzeri yüzyıllarca geçmemiş.
Ancak, rastlantı... Ah o güçlülerin dostu,
güçsüzlerin, zavallıların değişmez düşmanı,
birden yetişti etkisiz kılmaya, bu yakıcı planı,
söndürdü bir nefeste bu parlak umudu; yazdı,
alay etmek için bilinçsiz yazgı,
zulüm tarihine bir övünme önsözünü.
Kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi öcünü;
ancak; unutmasın şunu (ki) alçaklığın tarihi:
bir milleti çiğnemekle bu gün eğlenen (alçak)
bir anlık gecikmeye borçlu bu keyfini.
Eminim
ki; Abdülhamit, Akif’in şu mısraları ile cevap vermek isterdi.
Zulmü Alkışlayamam
Zulmü
alkışlayamam, zalimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdadıma saldırdı mı,hatta boğarım!...
-Boğamazsın ki!
-Hiç olmazsa yanımdan kovarım.
Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale;
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale!
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırmada geç git, diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu...
İrticanın şu sizin lehçede ma'nası bu mu?
Mehmet Akif Ersoy
Diyeceksiniz ki; “Saimbeyli ve çevresinde geçen
olayları anlatmayı gaye edinen bu kitapta II. Abdülhamit’in ne işi var?
İstanbul da olan olayların Saimbeyli ile ne ilgisi var?” Hiç olmaz olur mu? İstanbul’da
olaylar başlamadan önce Saimbeyli (Hacın)da insanlar birbirlerine saygılıydı.
Hele Ermeniler Türklere;” ağa, bey,
efendi, zade” diye konuşurlardı. Saygıda, hürmette, güvende kusur etmezlerdi.
Ne zaman ki İstanbul’da, Adana’da, Erzurum’da ve daha birçok kentte isyan
hareketlerine başladılar, işte o zaman Saimbeyli (Hacın)da da dünkü;” ağa, bey, efendi ve zade “diye hürmet
ettikleri insanlara; tıpkı Abdülhamit’e “Kızıl
Sultan” dedikleri gibi “dacik ve
çandır” demeye başladılar. (Hâlâ Ermeni ağzıyla Saimbeyli’nin asıl
yerlisi öz be öz Türk insanına “Çandır “
deme gafletine düşenlerin kulakları çınlasın.)
Ey Türkoğlu! Seni yok etmenin en kestirme yolu; senin
seni aşağılamandır. Senin sana düşman olmandır. Senin sana şüphe ile bakmandır.
Bunu unutma!