17 Nisan 2013 Çarşamba

MEHMET ESENTÜRK


MEHMET ESENTÜRK (GAMOR MEHMET)
1920 yılının martıydı. Hava soğuktu. Dereler coşmuş, dostlar kudurmuştu. Evlerini ateşe vermişti asırlardır birlikte yaşadığı kapı komşuları Artinler.  Mehmet’in henüz kırkı bile çıkmamıştı. Yollara düştü ahali. Herkes can derdine düştü. Şehirden kaçmaktan başka çare yoktu. Tabi kaçabilirlerse…  Anası sırtına sardı Mehmet’i. Bir süre nefes nefese herkesle birlikte kaçtılar.  Sonra yoruldu Mehmet’in anası. Dayandı yolda. Tam da Ermeni mezarlığından geçiyorlardı ki korku tepeden tırnağa bedenini sardı.
Korku kötü şeydir. Bir kere yakaladı mı insanı, şuuru yerinden oynar. Ne akıl hükmeder korkuya, ne de yürek dayanır. Güm güm atar insanın yüreği. Eli ayağı titrer. Dili damağına dolaşır. Ayakları birbirine takılır. Nefesi kesilir. Ne oğlan kalır akılda ne uşak. Sırtında sarılıydı Mehmet anası Fadıma’nın. Koşarken nefesi kesildi. Soluk soluğa çıktı maşatlığın yokuşunu. Kaleye toplanmıştı Hacın Ermenileri. Karşıdan karşıya bağırıyorlardı.
“Yetişin! Yetişin! Maşatlıktan kaçıyorlar… Önlerini kesin. Kaçırmayın…”
Sesler seslere karıştı. Sesler korkuya dönüştü. Ayakları titredi Fadıma’nın. Ah şimdi Ahmet olacaktı. Ah Ahmet, ah! Bizi koydu gâvurun eline.
Ahmet, Fadıma’nın eşiydi. Hacın karışınca, silah kuşanmış çeteye karışmıştı. Kim bilir hangi dağdaydı. Bir ara Gizik Duran çetesinde olduğu haberini almıştı Fadıma. Ama kaç ay olmuştu. Haber alamıyordu. Acaba öldü mü? “Yok, yok.” dedi Fadıma, ölse duyulurdu. Ama niye gelmedi ki? Niye gelip de şu gâvurun elinden bizleri kurtarmadı ki? Of Ahmet nerdesin sen?
Nefesi daraldı birden Fadımanın. Koşmak istiyor koşamıyor. Ayakları geri geri gidiyor. Ne zor şeymiş bu korku. Arkadan gelen var mı, onu da bilmiyor. Ama kaleden bağırıyor kadınlar, kızlar, gençler, yaşlılar.
“Koşun… Yakalayın! Maşatlıktalar, maşatlıktalar…”
Yere girsin şu maşatlık. Ermeni mezarlığı burası… Ölüler topraktan çıkacak gibi. Çıkacaklar da Fadıma’nın sırtındaki Mehmet’i alacaklar gibi. Alırlar mı? Ne bilsin Fadıma. Her yeri Ermeni sardı. Acaba ölüler de mi dirildi? Bunlar hiç bu kadar kalabalık değillerdi. Bir yıl öncesine kadar sesleri hiç çıkmazdı. Bahsana her yerden Ermeni sesi geliyor.
Geriye döndü Fadıma, bir de ne görsün. Hacın yanıyor. Dumanlar göğü tutmuş. Alevler yanar dağlar gibi ateş püskürtüyor. Çığlıklar göğü tutuyor yanan evlerden.
“Yok, dedi Fadıma. Yok, yok artık, kurtuluş yok. Hepimizi gıracaklar. Ahmet de gelmedi. O da medet olmadı. Bir başıma ben kadın halimle neyleyim?”
Dizlerinin dermanı kesildi. Olduğu yere yığıldı. Gerin bir nefes aldı. Önden gidenlere bağırdı.
“Bırakman bizi burada!”
Kimseler duymadı onun bağırmasını. Kim duyar ki? Herkes canının derdine düşmüş.
Sırtına bağladığı Mehmet’ini önce kucağına aldı. Yüreğindeki sevginin tamamını toplayıp diline “Yavrum, yavrum!” diyerek bir ana sıcaklığı ile yavrusunu bastı bağrına. Bağırdı tekrar önden gidenlere:
“Bırakman bizi! Koymayın gâvurun eline!”
Duyan olmadı onu. Çaresizdi Fadıma. Mehmet ağlıyordu. Anası ağlıyordu. Ermeni bağırıyordu. Kaçanlar dönüp geriye bile bakmıyorlardı.  Gelen yoktu. Kurtaran yoktu. Kırklıydı Mehmet. Kırkı bile çıkmamıştı. Lohusaydı Fadıma. Güçsüzdü. Evleri yanıyordu. Hacın yanıyordu. Alevler göğü tutmuştu. Silah sesleri yaklaştıkça yaklaşıyordu. Köpekler havlıyordu.
Fadıma, son bir defa baktı Mehmet’e. Son bir defa daha “Yavrum!” dedi. Son bir defa daha öptü. Son bir defa daha bastı bağrına.  Bıraktı maşatlığa Mehmet’i. Yüreğini bıraktı. Ciğerini bıraktı. Bir taraftan korku ile kaçarken, diğer yandan dönüp dönüp yavrusuna baktı.  Gidip, kalmak arasında bocaladı durdu.
Silahlar patladı. Köpekler havladı. Bağıranlar çağıranlar birbirine karıştı. Nasıl gitti Kanlıoluk’un arka taraflarına? Nasıl yetişti önden gidenlere? Nasıl kavuştu orada bekleyen Türk çetelerine, bir türlü anlayamadı.
İlk bulduğu çetenin boynuna sarıldı.
“Yavrun orada kaldı! Yavrum orada kaldı” diye feryat etti. Üstünü başını parçaladı Fadıma. Yırttı bağrını döşünü.
“Allah’ım! Allah’ım! Yavrum gâvura kaldı Allah’ım!  Yavrumu getirin bana!”
Herkes duydu Fadıma Gelin’in çığlıklarını. Herkes teselli etmeye çalıştı onu. Ama herkes çaresizdi. Kimsenin bir şey yapacağı yoktu. Hacın yanıyordu. Çeteler Kanlıoluk’a kadar gelmişti. Fadıma’dan sonra da Hacın’dan gelenler vardı. Her yeni gelene koştu Fadıma:
“Yavrumu gördünüz mü? Getirdiniz mi yavrumu. Yavrum maşatlıkta kaldı. Gâvur mezarlığında kaldı.”
Kimse onun istediği cevabı vermedi.
Deliye döndü sanki Fadıma. Tekrar Hacın’a gitmek için yola düştü. Çeteler tuttu onu. Kaçanlar tuttu. Yorgunluk çöktü Fadıma’nın birden gözlerine. Başı döndü. Midesi bulandı. Lohusa bir kadının bu kadar yorgunluğa dayanması mümkün değildi. Direnemedi daha fazla. Ve olduğu yere yığıldı.
Avuçlarla su getirdiler Hacın deresinden. Yüzünü yıkadılar. Ağzına su akıttılar.
“Gelin gidiyor, dayanamadı garibim!” diyenler oldu. İki tokat patladı Fadıma’nın yanaklarında. Can havliyle açtı gözünü. Bir çocuk ağlıyordu başucunda.
Çocuğu aldı, bastı bağrına…
“Vermen, dedi. Kimselere vermem seni!”
Kokladı, kokladı, kokladı.
Fadıma’nın kardeşi Ali, en son terk etmişti evlerini. En gerilerde kalmıştı onun için de. Maşatlığa geldiğinde mezarların arasında terk edilmiş bir bebek görmüştü. Ağlıyordu bebek.  Bebeğe yaklaşıp baktığında kundağından tanımıştı onu. Bırakmadı yeğenini gâvur mezarlığında. Verdi bacısının kollarına Mehmet’i.
O bebeğe daha sonra herkes “Gamor Mehmet” dedi. Ben de gördüm, ben de tanıdım Gamor Mehmet’i. Ama nereden bilecektim kırklı bebekken gâvur mezarlığında bırakıldığını. Doksan yıl sonra 29 Ekim 2010 günü oğlu Ahmet Esentürk paylaştı benimle babasının hikâyesini. Ona sordum:
-Peki, deden Ahmet’e ne olmuş?
-Dedem Gizik Duran çetesine katılmış. Bir çatışmada şehit olmuş.
-Mezarı belli mi?
- Yok, dedi Ahmet Esentürk. Mezarı belli değil. Ama bu dağların koynunda yatıyor adı bende yaşayan dedem Ahmet!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder