MEHMET ESENTÜRK
(GAMOR MEHMET)
1920 yılının
martıydı. Hava soğuktu. Dereler coşmuş, dostlar kudurmuştu. Evlerini ateşe
vermişti asırlardır birlikte yaşadığı kapı komşuları Artinler. Mehmet’in henüz kırkı bile çıkmamıştı.
Yollara düştü ahali. Herkes can derdine düştü. Şehirden kaçmaktan başka çare
yoktu. Tabi kaçabilirlerse… Anası
sırtına sardı Mehmet’i. Bir süre nefes nefese herkesle birlikte kaçtılar. Sonra yoruldu Mehmet’in anası. Dayandı yolda.
Tam da Ermeni mezarlığından geçiyorlardı ki korku tepeden tırnağa bedenini
sardı.
Korku kötü
şeydir. Bir kere yakaladı mı insanı, şuuru yerinden oynar. Ne akıl hükmeder
korkuya, ne de yürek dayanır. Güm güm atar insanın yüreği. Eli ayağı titrer.
Dili damağına dolaşır. Ayakları birbirine takılır. Nefesi kesilir. Ne oğlan
kalır akılda ne uşak. Sırtında sarılıydı Mehmet anası Fadıma’nın. Koşarken
nefesi kesildi. Soluk soluğa çıktı maşatlığın yokuşunu. Kaleye toplanmıştı
Hacın Ermenileri. Karşıdan karşıya bağırıyorlardı.
“Yetişin!
Yetişin! Maşatlıktan kaçıyorlar… Önlerini kesin. Kaçırmayın…”
Sesler seslere
karıştı. Sesler korkuya dönüştü. Ayakları titredi Fadıma’nın. Ah şimdi Ahmet
olacaktı. Ah Ahmet, ah! Bizi koydu gâvurun eline.
Ahmet,
Fadıma’nın eşiydi. Hacın karışınca, silah kuşanmış çeteye karışmıştı. Kim bilir
hangi dağdaydı. Bir ara Gizik Duran çetesinde olduğu haberini almıştı Fadıma.
Ama kaç ay olmuştu. Haber alamıyordu. Acaba öldü mü? “Yok, yok.” dedi Fadıma,
ölse duyulurdu. Ama niye gelmedi ki? Niye gelip de şu gâvurun elinden bizleri
kurtarmadı ki? Of Ahmet nerdesin sen?
Nefesi daraldı
birden Fadımanın. Koşmak istiyor koşamıyor. Ayakları geri geri gidiyor. Ne zor
şeymiş bu korku. Arkadan gelen var mı, onu da bilmiyor. Ama kaleden bağırıyor
kadınlar, kızlar, gençler, yaşlılar.
“Koşun… Yakalayın!
Maşatlıktalar, maşatlıktalar…”
Yere girsin şu maşatlık. Ermeni
mezarlığı burası… Ölüler topraktan çıkacak gibi. Çıkacaklar da Fadıma’nın
sırtındaki Mehmet’i alacaklar gibi. Alırlar mı? Ne bilsin Fadıma. Her yeri
Ermeni sardı. Acaba ölüler de mi dirildi? Bunlar hiç bu kadar kalabalık
değillerdi. Bir yıl öncesine kadar sesleri hiç çıkmazdı. Bahsana her yerden
Ermeni sesi geliyor.
Geriye döndü Fadıma, bir de ne görsün.
Hacın yanıyor. Dumanlar göğü tutmuş. Alevler yanar dağlar gibi ateş
püskürtüyor. Çığlıklar göğü tutuyor yanan evlerden.
“Yok, dedi
Fadıma. Yok, yok artık, kurtuluş yok. Hepimizi gıracaklar. Ahmet de gelmedi. O
da medet olmadı. Bir başıma ben kadın halimle neyleyim?”
Dizlerinin
dermanı kesildi. Olduğu yere yığıldı. Gerin bir nefes aldı. Önden gidenlere
bağırdı.
“Bırakman bizi
burada!”
Kimseler duymadı
onun bağırmasını. Kim duyar ki? Herkes canının derdine düşmüş.
Sırtına
bağladığı Mehmet’ini önce kucağına aldı. Yüreğindeki sevginin tamamını toplayıp
diline “Yavrum, yavrum!” diyerek bir ana sıcaklığı ile yavrusunu bastı bağrına.
Bağırdı tekrar önden gidenlere:
“Bırakman bizi! Koymayın gâvurun eline!”
Duyan olmadı
onu. Çaresizdi Fadıma. Mehmet ağlıyordu. Anası ağlıyordu. Ermeni bağırıyordu.
Kaçanlar dönüp geriye bile bakmıyorlardı. Gelen yoktu. Kurtaran yoktu. Kırklıydı Mehmet.
Kırkı bile çıkmamıştı. Lohusaydı Fadıma. Güçsüzdü. Evleri yanıyordu. Hacın
yanıyordu. Alevler göğü tutmuştu. Silah sesleri yaklaştıkça yaklaşıyordu.
Köpekler havlıyordu.
Fadıma, son bir
defa baktı Mehmet’e. Son bir defa daha “Yavrum!” dedi. Son bir defa daha öptü.
Son bir defa daha bastı bağrına. Bıraktı
maşatlığa Mehmet’i. Yüreğini bıraktı. Ciğerini bıraktı. Bir taraftan korku ile
kaçarken, diğer yandan dönüp dönüp yavrusuna baktı. Gidip, kalmak arasında bocaladı durdu.
Silahlar
patladı. Köpekler havladı. Bağıranlar çağıranlar birbirine karıştı. Nasıl gitti
Kanlıoluk’un arka taraflarına? Nasıl yetişti önden gidenlere? Nasıl kavuştu
orada bekleyen Türk çetelerine, bir türlü anlayamadı.
İlk bulduğu
çetenin boynuna sarıldı.
“Yavrun orada
kaldı! Yavrum orada kaldı” diye feryat etti. Üstünü başını parçaladı Fadıma.
Yırttı bağrını döşünü.
“Allah’ım!
Allah’ım! Yavrum gâvura kaldı Allah’ım!
Yavrumu getirin bana!”
Herkes duydu
Fadıma Gelin’in çığlıklarını. Herkes teselli etmeye çalıştı onu. Ama herkes
çaresizdi. Kimsenin bir şey yapacağı yoktu. Hacın yanıyordu. Çeteler
Kanlıoluk’a kadar gelmişti. Fadıma’dan sonra da Hacın’dan gelenler vardı. Her
yeni gelene koştu Fadıma:
“Yavrumu
gördünüz mü? Getirdiniz mi yavrumu. Yavrum maşatlıkta kaldı. Gâvur mezarlığında
kaldı.”
Kimse onun
istediği cevabı vermedi.
Deliye döndü
sanki Fadıma. Tekrar Hacın’a gitmek için yola düştü. Çeteler tuttu onu.
Kaçanlar tuttu. Yorgunluk çöktü Fadıma’nın birden gözlerine. Başı döndü. Midesi
bulandı. Lohusa bir kadının bu kadar yorgunluğa dayanması mümkün değildi.
Direnemedi daha fazla. Ve olduğu yere yığıldı.
Avuçlarla su
getirdiler Hacın deresinden. Yüzünü yıkadılar. Ağzına su akıttılar.
“Gelin gidiyor,
dayanamadı garibim!” diyenler oldu. İki tokat patladı Fadıma’nın yanaklarında.
Can havliyle açtı gözünü. Bir çocuk ağlıyordu başucunda.
Çocuğu aldı,
bastı bağrına…
“Vermen, dedi.
Kimselere vermem seni!”
Kokladı,
kokladı, kokladı.
Fadıma’nın kardeşi
Ali, en son terk etmişti evlerini. En gerilerde kalmıştı onun için de.
Maşatlığa geldiğinde mezarların arasında terk edilmiş bir bebek görmüştü.
Ağlıyordu bebek. Bebeğe yaklaşıp
baktığında kundağından tanımıştı onu. Bırakmadı yeğenini gâvur mezarlığında.
Verdi bacısının kollarına Mehmet’i.
O bebeğe daha
sonra herkes “Gamor Mehmet” dedi. Ben de gördüm, ben de tanıdım Gamor Mehmet’i.
Ama nereden bilecektim kırklı bebekken gâvur mezarlığında bırakıldığını. Doksan
yıl sonra 29 Ekim 2010 günü oğlu Ahmet Esentürk paylaştı benimle babasının
hikâyesini. Ona sordum:
-Peki, deden
Ahmet’e ne olmuş?
-Dedem Gizik
Duran çetesine katılmış. Bir çatışmada şehit olmuş.
-Mezarı belli
mi?
- Yok, dedi
Ahmet Esentürk. Mezarı belli değil. Ama bu dağların koynunda yatıyor adı bende
yaşayan dedem Ahmet!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder