17 Nisan 2013 Çarşamba

GELİN AYŞE


Gelin Ayşe'nin anası Dudu Kadın
GELİN AYŞE
Sabah ezanı olmamış, horozlar ötmemişti. Tıpırtılar duydu.
“Kim o?” diye seslendi Tahsin.
“Benim guzum!” dedi anası Hatice Hanım.
“Kalk. Haydi, yolcu yolunda gerek.”diye ilave etti. Hiç oyalanmadan yatağından fırladı Tahsin. Doğru ayakyoluna gitti. O gelene kadar anası yatağını topladı.
Ana-oğul damatları Mahkeme Başkâtibi Nazir Efendi’nin konağının alt katında kalıyorlardı. Nazir Efendi, hatırı sayılır kişiydi. Kayınpederi öldükten sonra kayınvalidesi Hatice ile kayınbiraderi Tahsin’i himayesine almıştı. Onların da Nazir Efendiden başka tutunacak dalları yoktu. Gerçi artık Tahsin serpilmiş, boylu-postlu delikanlı olmuştu. Artık evinin geçimini sağlayabiliyordu. Üç atı vardı. Üç at demek, üç araba demekti. Araba yoktu ki zaten o zamanlar. Arabaların yerine kağnılar vardı. Amma illa da at en iyi taşıma aracıydı. Katır da ondan geri kalmazdı ama, Tahsin atları bir başka severdi. Atın babası attır. Asaleti bellidir. Katır eşek soyundan gelmedir. Soyunu da bir türlü devam ettiremez. Soyunu devam ettirmediği için de Tahsin katırları sevmezdi. “İnat olur.” Derdi katır kısmı. Kendi bildiğini yapar. At bir başkadır canım. “Dur” dersen durur, “deh” dersen gider. Sadıktır sahibine. Nerede bırakırsan bırak, evini bulur. Atmaz üzerinden binicisini. Düşen biniciyi tepelemez.
Bir çırpıda yemleyiverdi atlarını Tahsin. Yolculuğa çıkacak at karnını doyurmalıydı. Çünkü birazdan Kayseri’ye yol görünecekti. Öyle ya Tahsin’in işi buydu. Hacın’dan Kayseri’ye, Kayseri den de Hacına yük taşımak.
Sabah horozlar öterken Hatice Hanım tarhana çorbasını pişirdi. Yolluk için patates haşladı oğluna. Biraz da yumurta kaynattı. Yumurtanın yanına kuru soğanını, güzden kalma bastığını, çökeleğini, tereyağını ilave etti. Birkaç dürüm de ekmek suladı. Yolculuk uzun olacaktı çünkü. Hacın Kayseri arası yakın mı sanırsınız. Bir hafta sürerdi yolculuğu. Konaklaya konaklaya üç günde ancak varırlardı. Üç günde geliş ederdi altı gün. Eee gelmişken hemen dönülmezdi ki bir gün de Kayseri’yi gezerlerdi. Kayseri Hacın’ a göre büyük şehirdi canım. Çeşit çeşit mallar olurdu. Hele pastırması yok mu? Yemeden gidilmezdi ki. Gözlerinin önüne geliverdi Kayseri.
“Haydi, ana.” dedi. Çabuk getir çorbamı. Şimdi herkes yola düşmüştür.”
Hiç beklemedi Hatice Hanım, bir leğen çorbayı koyuverdi Tahsin’inin önüne. Adam olmuştu Tahsin. Babası öldüğünde daha neydi ki. Şimdi maşallah serpilmiş delikanlı olmuştu. Kara bıyıkları terlemişti artık. Kolay değil, askerlik çağı gelmek üzereydi.
“Askere gitmeden mürüvvetini görsem.” diye geçirdi aklından Hatice Hanım. Öğle ya Tahsin askere giderse koca konağın alt katında yalnız kalacaktı. Bir gelini olsa… Asker yolunu birlikte beklerlerdi. Sonra kendisine can yoldaşı olurdu. Gerçi üst katta kızı Nazmiye oturuyordu ama oraya sık sık çıkamazdı. Çünkü damadı Nazir Efendinin gölgesi ağırdı. Kızı Nazmiye ikide birde anasına sitem ederdi. “Neden yukarı az çıkıyorsun, ben senin kızın değil miyim?” diye sitemde bulunurdu. Hatice Hanım her defasında;
“Gelirim kızım. Gelmez olur muyum? “ der geçiştirirdi.
“İnsanın kendi evi gibi var mı? İster yatar, ister kalkarsın. İster gider, ister gelirsin. İstediğin eşyayı istediğin yere yerleştirirsin. Karışanın, görüşenin olmaz. Kızının evine de gitsen misafir gibi gitmelisin. Olur ya gittiğin evde oğlan-uşak dövüşür kabahati sen kendine bulursun. Sağlam işin, ağrımaz başın olmalı.” Diye içinden geçiriyordu;
“Elhamdülillah” dedi Tahsin.
“Doydun mu oğlum?” diye sordu Hatice Hanım.
“Çok şükür ana” dedi Tahsin.  Ellerini açtı şükür duasında bulundu.
Oğlunun duada bulunması anasının hoşuna gitti. Oğlunda değişiklik hissediyordu Hatice Hanım. Tahsin’in inançları bir süredir güçlenmişti. Her şeye şükrediyor. Namazından niyazından ayrılmıyordu.  Harama el sürmüyor, yalan söylemiyor, küfretmiyordu. Bu yaşta gençler hırçın olurlardı. Söz dinlemez, laf anlamazlardı. Ama Tahsin delikanlılık çağının delilik bölümünü çabuk geçmişti. Yaşıtlarına göre olgundu. Nerede ne konuşacağını, nasıl davranacağını biliyordu. Ya da anasına öyle geliyordu. “ Benim akıllı oğlum” diye geçirdi içinden.
Dışarıdan tıkırtılar duyuldu.  At kişnemeleri, köpek havlamaları. Eşek anırmaları hepsini bastırdı.
Acele ile hazırlandı Tahsin. Atların yüklerini sarmaya başladı. Diğer atlılar;” Haydi Tahsin, çabuk ol!” diye uyardılar. Ama kimse durmadı. Herkes yoluna devam etti. Tahsin de hazırlığını tamamladı. Hatice Hanım hazırladığı azık çıkınını yüklerin arasına yerleştiriverdi. Yerini de Tahsin’e göstermeyi ihmal etmedi. 
Anasının ellerini öptü Tahsin. Vedalaştılar.  Hatice Hanım bir kova su dökmeyi ihmal etmedi arkasından. Dualarla gönderdi oğlunu. Bildiği bütün duaları okudu. Belki Hatice Hanımın duaları bitmeden, önden giden kervanı Sultansuyu’nda yakaladı Tahsin. Onun arkasından da başka atlılar yetişti. Daha önlerde kağnı gıcırtıları, eşek anırmaları, köpek havlamaları ve insanların hay-huyları alaca karanlığı yolcu ediyorlar gibiydi.  Bir müddet sonra kızıl inişin yokuşunu çıktılar. Kızıl inişi çıkmak hemen hemen Obruk’a ulaşmak demekti. Obruk’a ulaşmak nefes almak demekti. Çünkü Obruk’tan sonra yolculuk kolaydı. Yol düzlüktü. Kağnıların sesleri zorlanmadan gıcırdardı.  O gıcırtıda herkes kendisini bir müziğin ritmine kaptırır gibi eğlenirdi. At üstünde gidenler, kağnıya binenle hatta yaya yürüyenler yorulduklarını hissetmezlerdi. Yine de öyle oldu Obruk düzlüğüne çıktılar. Güneş ilk ışıklarını vermiş, her taraf yemyeşil görünüyordu. Bu aylarda Obruk bir başka olurdu zaten. Her taraftan sular fışkırır, kar suları billur gibi akar, temiz havası ciğerlere bayram ettirirdi. Her zamanki olduğu gibi soğuk sulardan herkes içti. Atlar, eşekler, katırlar, öküzler ve herkes nefeslendiler. Terleri soğumadan yola koyuldular.
Şimdi daha dinçtiler. Yolculuk daha kolaydı. Atlar başka kişniyor, eşekler başka anırıyordu. Gençler sırayla birer türkü söylediler. Taaa ki Karsavuran Köyü görülene kadar. Fıyrata yaklaşıldığında bir türküde Tahsin tutturdu. Karsavurandan duyulurdu Tahsin’in türküsü. Yanık söylerdi Tahsin. Sevdalıydı. Sevdasını kimseye diyemez, için için erirdi. Herkes hissederdi Tahsin’in sevdalı olduğunu. Ama kime sevdalı olduğunu kimse bilmezdi. Diyemezdi Tahsin Molla Ahmet’in kızına sevdalı olduğuna. Kolay değildi söylemek. Molla Ahmet köyün muhtarıydı. Kızı Ayşe de köyün en güzel kızıydı. Bir duyan olsa işi zordu Tahsin’in. Tahsin nere Molla Ahmet’in kızı nereydi.  Ama gönül bu... Sevdi mi severdi. Ağa kızı, çoban oğlan dinlemezdi. Düştü mü bir çıngı gönle odunu-ocağı kim olur belli olmazdı.
Kervan Karsavuran Köyü’ne vardığında öğlen olmuştu. Orada konakladılar. Soğuk subaşlarında sularını içtiler. Herkes, tanıdığı hısım-akrabasına gidip karnını doyurdu. Tahsin, Ayşe’yi görme umuduyla köyün içerisinde kıvrandı durdu. Tam Molla Ahmet’in evinin önünden geçiyordu ki Ayşe’nin anası Dudu;
“Eşeğini kaybetmiş uşak gibi ne dolanıyon oğlum?” dedi.
Nereden akınla geldiyse birden;
“Ahmet emmime bakıyordum dezze” dedi.
“Ne yapacaktın Ahmet emmini oğlum?” diye sordu Dudu kadın. Tahsin hiç beklemeden;
“Selam getirmiştim.” dedi.
Eve buyur etti Tahsin’i Dudu kadın.  Tam içeri girerken göz göze geldi Ayşe ile Tahsin. Şimşekler çaktı Tahsin’in beyninde. Ayşe bir tuhaf hissetti kendini. Neye uğradığını, ne yapacağını şaşırdı. Eli ayağına, dili damağına dolaştı. Kimdi bu gelen delikanlı. İlk defa görüyordu. Ya da ilk defa fark ediyordu. “Böyle yakışıklı kimse olamaz” diye geçirdi Ayşe aklından. Ayşe’nin güzelliği karşısında Tahsin zaten erimişti. İçeriye nasıl girdiğini, sedire nasıl oturduğunu bile hatırlamıyordu. Molla Ahmet öğle namazını eda ediyordu. Ayşe bir şey bahane edip kapı aralığından Tahsin’e bir daha baktı. Bir daha göz göze geldiler. Bir daha elektrik çarpmışa döndüler. Molla Ahmet namazını, duasını bitirdi. Yer döşeğine geçti. Hafif cansız olan sol elini sağ avucunun içerisine aldı. Tahsin’e;
“Hoş geldin evladım.” dedi. Kim olduğunu sordu. Tahsin de;
“Hacın’danım Ahmet Emmi. Nazir Efendi’nin kayınıyım.” dedi.
“Gelirken, Karsavurana uğrarsan Ahmet Ağa’ya selam söyle.” dedi. “Ben de selam üstümde kalmasın diye uğradım Ahmet Emmi.” dedi.
“Aleykümselâm, Aleykümselâm” dedi Mola Ahmet. Emrini kelamını sordu. Tahsin de sadece selamının olduğunu söyledi. Öğle yemeğini birlikte yediler. Ayrılırken göz ucuyla Ayşe’ye bir daha baktı Tahsin, Ayşe de ona. Anlamıştı Ayşe’nin de kendisine sevdalandığını. Kayseri’ye gitmek zor geldi artık Tahsin’e.  Yolculuk bir türlü bitmedi. Dönüşte ilk işi anasına sevdasını açmak oldu. Duyunca kulaklarına inanamadı Hatice Hanım.
“Vermezler ki.” dedi.
“Ablama bir söyle ana, belki eniştem ister.” dedi. Ablası Nazmiye ye açtılar durumu. Nazmiye de Nazir Efendi’ye. Nazir Efendi şaşırdı biraz. Ancak sevindi.
“Molla Ahmet’in kızını istemek bizim için şereftir” dedi. Çünkü Molla Ahmet’in hanımı Dudu, Çerkez Ali’nin bacısıydı. Çerkez Aliye akraba olmak, Kaytancızadelere akraba olmak demekti. Hiç tereddütsüz kabul etti Nazir Efendi bu izdivacı. Üstelik:
“Aferin” dedi Tahsin’e. “İşte evlenecekseniz böyle helal süt emmişleri bulun.” diye de oğullarını uyardı.  Vakit kaybetmeden eşi Nazmiye’yi Çerkez Ali’nin eşi Havaca ile görüşmek üzere görevlendirdi. Öyle ya bu tür görüşmeler önce kadınlardan başlardı. Uzun söze gerek yok. Gidildi-gelindi. Konuşuldu-görüşüldü. Sonunda Yahşi Molla Ahmet;
“Allah yazdıysa ne diyelim.” dedi. İş tatlıya bağlandı. Bağlandı bağlanmasına ama, Dudu Kadın’ın yüreği “cız” diye yandı. Kız gelin etmek kolay değildir. Hele Hacın’a gelin vermek hiç kolay değildir. Ayşe köyde büyümüş. Hacın ona göre gurbettir.  Neyse ki o gurbette gelin gittiği evin otuz metre uzağında dayısı Çerkez Ali’nin evi vardır.  Kardeşinin orada olması Dudu Kadın’ı biraz rahatlatıyor. Ama yine de içine bir sıkıntı taş gibi oturuyor. Anlamını bilmediği, yüreğinin orta yerine oturan taş günden güne ağırlaşıyor. Her fırsatta Havaca’yı bulup;
“Kızıma göz-kulak ol ha! O daha çocuk. Yol bilmez, yolak bilmez. Usul-erkândan anlamaz. Gözünü seveyim Hava, Ayşe’yi kızın bil.” diye defalarca söyledi. Havaca da her defasında;
“Kaygı etme dünürüm. Gözüm gibi bakarım ona,” dedi.
1919 yılının güz ayları yaklaştığında düğün hazırlıkları başladı.  Kasım ayının sonunda düğün-dernek kuruldu. Kar bastırmadan gelin almak gerekirdi. Karsavuran demek kar savuran demekti. Bir kere kar tuttu mu metrelerce yükselirdi. Yöre iklimini bildikleri için gayret ettiler. Karsavuran Köyü’nde kına yakıp kır bir atın üzerine beyaz gelinliği ile gelin Ayşe’yi bindirdiler.  Damat Tahsin kimsenin yardımı olmadan doru atın üzerine atlayıverdi. Gelin alayı Karsavuran’dan Hacın’a doğru yola çıktı. Dudu’nun yüreğinden bir parça koptu. Herkes gülüp-oynarken Dudu bir köşede gözyaşlarını akıttı. “Ama ne yaparsın ki; kızı olan gelin verir, oğlu olan gelin alır. Dünya böyle kurulmuş,” diye geçirdi, içinden Dudu.
Gelin alayı Hacın’a geldi. Üç gün, üç gecede Hacın da düğün çalındı. Herkes doyasıya oynadı, herkes doyasıya eğlendi.  Tahsin ile Ayşe yuvalarını kurdular. Her gün mutluluk içinde, her gün huzuru buldular. Ta ki soğuk şubat ayı gelene kadar… Hava ne kadar soğuksa, insanlarda birbirinden soğudu Hacın da. Ermeniler kudurdukça kudurdular. Türklere rahat vermez oldular. Her gün bir evi basıp, her gün bir olay işlemeye başladılar. Kadınlar-kızlar çeşme başlarına su getirmeye gidemez oldular.
“Hacın’ı terk etmek gerek.” dedi yaşlıların çoğu. Ama şubatta Hacın’dan çıkılmaz ki. Her taraf kar. Her taraf kış… Dışarısı buz kesiyor.  Dağlarda karlar eridikçe dereler gümbürdüyor. Baharı beklemek gerekirdi. Bahar demek, en azından nisan demekti. Sonra nereye gidersin ki. Evin-ocağın, yerin yurdun Hacın. Hacın senin vatanın… Hacın senin yurdun… Burada doğup, burada gözünü açmışsın. İki gâvur kudurdu diye vatan terk edilmezdi ki. İki arada bir derede kalmıştı insanlar. Devletleri darmadağın olmuştu. Yeni bir devlet kurmaya çalışılıyordu Anadolu topraklarında. Anadolu’nun her tarafı Hacın gibiydi. Nere nereden farklıydı ki. Her yerde korku, her yerde zulüm vardı. Sabahlara kadar nöbet tutarlardı insanlar kendi evlerinde. Nöbet de ne ki? Sadece uyanık kalırlardı sabahlara kadar. Uyku ne ki? İnsanlar uykuyu unutmuştu. Uyku ile uyanıklık arasında gözler gider gelirdi. Bir çıtırtı duysalar “gâvur bastı” diye yürekler ağızlara gelirdi.  Korku her yeri sarmıştı. Çaresizdi insanlar. Dükkânlardan bir şeyler alamaz olmuşlardı. Türklere ait dükkânlar yağmalanmıştı. İnsan böyle mi olur be, dünkü kapı komşun Meryemler, Artinler, Boğuslar, Çalyanlar, Aramlar hep gâvur olmuşlardı. Azrail kesilmişlerdi eli kırbaçlı. Tebessümler kalkmış, bu gibi suratlar, kösele gibi sırıtır olmuştu.

Hacın İslam Mahallesi, dramın yaşandığı yer. Kirkot Çayı’nın boz bulanık aktığı vadi. Kim bilir nelere şahit oldu kirkot deresi. Dili olsa da konuşa dağlar, taşlar…3 numara ile İşaretli ev Nazir Efendi’nin konağı… Nazir Efendi, eşi Nazmiye, kaynanası Hatice, kayını Tahsin ve benim gün görmemiş taze gelin teyzem işte o konakta katledildi.

Yine soğuktu hava. Yine her tarafı buz kesiyordu. Yine Kirkotun deresi boz-bulanık akıyordu. Yine ıslık çalıyordu rüzgârlar. Yine köpekler acı acı havlıyordu. Yine eşekler deli deli zırlıyordu. Bir şeyler olacaktı belli. Bir şeyler olacaktı diye düşünmeden, gecenin bir yarısında silah sesleri gümbürdemeye başladı. Tahsin birden fırlayıverdi yatağından. “bizimkiler mi” diye bir umut geçti içinden. Umutlar uzun sürmedi.
Mermiler hedef seçtiler Nazir Efendi’nin koca konağını. Bir figandır koptu. Herkes birbirine sarıldı. Hatice Ana, oğlu Tahsin’le, gelini Ayşe’ye siper oldu. Onları kollarının arasına aldı. Bir tavuğun yavrularını kanatlarının arasına alması gibi kolları ile sardı evlatlarını. Kahpe kurşunlar ilk defa Hatice Hanım’ın sırtından girdi. “Of” bile demedi Hatice Hanım. Hiçbir şey olmamış gibi;”Korkmayın” diyordu evlatlarına. Zifiri karanlıkta eline ılık ılık bir şeylerin aktığını hissetti Tahsin. “Anam” diye bağırdı. Çıt yoktu anasında. “Anam” diye bir daha bağırdı. Çoktan ölmüştü Hatice Hanım. Ayşe ne yapacağını şaşırdı. Çığlıkları göğü tuttu. “Nazir emmi yetiş.” diye inletti yeri-göğü. “Nazmiye abla yetiş” diye çığlıklar attı. Çığlıklar zifiri karanlıklarda birbirine karıştı. Her taraf yaylım ateşindeydi her eve kurşun yağıyordu. Her evden çığlıklar yükseliyordu. Silahlar sabaha kadar susmadı. Sabah gün ağarırken evlere girdiler eli kanlı katiller. Ne varsa talan ettiler evlerin içerisinde. Onlarca kurşun yemiş can çekişiyordu yer yatağında Tahsin. Elleri Ayşe’nin ellerini tutuyordu. Ayşe soluksuZ, Ayşe nefessiz, Ayşe alakanlar içinde Hatice Hanımın ayakucunda yatıyordu. Kapıyı tekmeleyerek içeri giriverdi on-onbeş gözü dönmüş. Can çekişen Tahsin’i yüzlerce defa bıçakladılar. Her bıçak darbesinde kanlar tavana fışkırdı. Hınçlarını alamadılar. Başladılar Ayşe ile Hatice Hanım’ı bıçaklamaya. Ölü duyar mı? Duymadı Ayşe ile Hatice Hanım hiçbir şeyi.  Baktılar “çıt” yok insanlarda etrafı dağıtmaya başladılar. Köşede duran Ayşe’nin çeyiz sandığını tekmelerle kırdılar. Sandığın içinde ne varsa sağa sola serptiler. Tahsin’in damatlığı, Ayşe’nin gelinliği ortalara saçıldı. Bembeyaz gelinlik kıpkırmızı kana bulandı.
Tuttular ayaklarından ölüleri. İt sürür gibi sürüdüler yerler- de. O konaktaki herkes öldürülmüştü. Nazir Efendi, eşi Nazmiye, oğulları Mevlüt ve Fuat. Tahsin’in anası Hatice, Tahsin ve Gelin Ayşe öldürülmüştü. Yalnız Nazir Efendi yaşıyordu. Dört bacak ettiler Nazir Efendiyi. Camiye yakın meydanlığa getirdiler. Deli kiraz değneği ile meydanda döve döve onu da öldürdüler.  Adliye Başkâtibi Nazir Efendi alakanlar içinde yere yığıldı. Üstüne çıkıp tepelediler. Herkes hissetti Nazir efendinin yediği değnek darbelerini. Melek Hanım bir başka hissetti. Özlerinin önünde meydana gelen bu olayı şöyle anlattı;
“Başkâtibi öldürdüler
Değneğinen döve döve”
Sürüdüler cesetleri yerlerde. Elli metre ilerde gümbür gümbür akan Kirkot deresine fırlatıverdiler. Bulanık sulara bir defa düştüğü görüldü Gelin Ayşe’nin.  Diğerleri de aynı akıbeti yaşadılar. Kirkot’un boz bulanık suyu bağrına bastı altısını da. Ey Kirkot deresi. Ne kaderin varmış senin be. Ne olaylara şahit oldun. Ne sırlar gizledin bu güne kadar boz-bulanık sularında.
Geri döndü gözü dönmüş eşkıya sürüleri. Nazir efendinin konağını ateşe verdiler. Şerefe silahlar sıktılar göğe karşı. O gün sadece Nazir Efendi’nin evini değil, onlarca Türk evini ateşe verdiler. Onlarca insanı Gelin Ayşe’nin akıbetine uğrattılar. Gece yayan yapıldak yollara düşenlerin bir kısmı yollarda telef oldu. Bir kısmı da canını zor kurtarıp Türk köylerine sığındı. Karsavuran Köyü’ne varanların arasında Dudu Kadın Ayşe’sini aradı. Kime sorduysa cevap alamadı. Ama biliyordu Dudu Kadın. Rüyasında görmüştü Ayşe’sinin beyaz gelinlikler içerisinde.  Büktü boynunu. Küçücük olan boyu gittikçe küçüldü. Yaşadığı her gün Ayşe’si geldi gözlerinin önüne. Doğan her kız toroununa Ayşe’nin adını koymak istedi. Kızı Selbinin, oğlu Mustafa’nın ve kızı Fadiş’in kızlarına Ayşe adını koydurdu.
Ama yine de yüreğindeki yangın sönmedi. Koca Hacın yandı kül oldu. O yüreğindeki ateşi kül edemedi.
Ayşe’yi verdiğinde yüreğine oturan taş büyüdükçe büyüdü. Dert büyüdü kendi küçüldü.
Benim anneannemdi Dudu Kadın. Kucağıma alsam taşıyacak kadar küçülen bu kadın, hep boynu bükük, beli kambur yaşadı. Kolay değildi evlat acısı. Hele kızı Ayşe’yi gelinlikler içinde yolcu edip, bir daha görmemek Dudu Kadını eritti, bitirdi.
Kirkot aynı Kirkot. Bahar aylarında hala boz-bulanık akar. Şimdi gitseniz harabeye dönmüş eski hamamdan başka bir kalıntı göremezsiniz. Anlattıklarım masal gibi gelir sizlere. Ben size masal gibi gelen bu hayat hikâyelerini defalarca dinledim. Ne zaman Kirkot deresinin gözünde bulunan bahçemize babamla veya anamla gidecek olsam. Eski hamam kalıntısına elli metre uzaklıktaki sert kayalığın önüne geldiğimizde rahmetli babam durur; ”Burası teyzenlerin konağıydı oğlum” diye kayanın yüzünü gösterirdi bana. Otuz metre ilerisindeki kuru duvarı gösterir; ”Burası bizim evimizdi.” derdi.  Yüz, yüz elli metre uzaklıktaki bahçeyi gösterir ;” Orada da cami vardı. “derdi. Amma illa konağın olduğu yere baktığında halasının kızı Ayşe gözlerinin önüne gelir. Babam kapkara kesilirdi.
Anam oradan geçerken kayanın dibinde bulunan mağaraya gözü kayıverir, sanki bacısı Ayşe çıkacak gibi gözleri umutla dolardı.
Ya ben; Kirkot’a giderken yürüdüğüm o patika yolda anamı, babamı, teyzemi, enişte Tahsin’i, Nazir Efendi’yi ve diğerlerini unutabilir miyim?
Unutmak kolay mı? Kolay diyorsanız. Gelin siz unutun!

1 yorum:

  1. Allah rahmet eylesin böyle olaylar beni derinden etkiliyor. Allah zalimlerden bizleri korusun

    YanıtlaSil