Gelin Ayşe'nin anası Dudu Kadın |
GELİN AYŞE
Sabah ezanı olmamış, horozlar ötmemişti. Tıpırtılar
duydu.
“Kim o?” diye seslendi Tahsin.
“Benim guzum!” dedi anası Hatice Hanım.
“Kalk. Haydi, yolcu yolunda gerek.”diye ilave etti.
Hiç oyalanmadan yatağından fırladı Tahsin. Doğru ayakyoluna gitti. O gelene
kadar anası yatağını topladı.
Ana-oğul damatları Mahkeme Başkâtibi Nazir Efendi’nin
konağının alt katında kalıyorlardı. Nazir Efendi, hatırı sayılır kişiydi.
Kayınpederi öldükten sonra kayınvalidesi Hatice ile kayınbiraderi Tahsin’i
himayesine almıştı. Onların da Nazir Efendiden başka tutunacak dalları yoktu.
Gerçi artık Tahsin serpilmiş, boylu-postlu delikanlı olmuştu. Artık evinin
geçimini sağlayabiliyordu. Üç atı vardı. Üç at demek, üç araba demekti. Araba
yoktu ki zaten o zamanlar. Arabaların yerine kağnılar vardı. Amma illa da at en
iyi taşıma aracıydı. Katır da ondan geri kalmazdı ama, Tahsin atları bir başka
severdi. Atın babası attır. Asaleti bellidir. Katır eşek soyundan gelmedir.
Soyunu da bir türlü devam ettiremez. Soyunu devam ettirmediği için de Tahsin
katırları sevmezdi. “İnat olur.” Derdi katır kısmı. Kendi bildiğini yapar. At
bir başkadır canım. “Dur” dersen durur, “deh” dersen gider. Sadıktır sahibine.
Nerede bırakırsan bırak, evini bulur. Atmaz üzerinden binicisini. Düşen
biniciyi tepelemez.
Bir çırpıda yemleyiverdi atlarını Tahsin. Yolculuğa
çıkacak at karnını doyurmalıydı. Çünkü birazdan Kayseri’ye yol görünecekti. Öyle
ya Tahsin’in işi buydu. Hacın’dan Kayseri’ye, Kayseri den de Hacına yük taşımak.
Sabah horozlar öterken Hatice Hanım tarhana çorbasını
pişirdi. Yolluk için patates haşladı oğluna. Biraz da yumurta kaynattı.
Yumurtanın yanına kuru soğanını, güzden kalma bastığını, çökeleğini, tereyağını
ilave etti. Birkaç dürüm de ekmek suladı. Yolculuk uzun olacaktı çünkü. Hacın Kayseri
arası yakın mı sanırsınız. Bir hafta sürerdi yolculuğu. Konaklaya konaklaya üç
günde ancak varırlardı. Üç günde geliş ederdi altı gün. Eee gelmişken hemen
dönülmezdi ki bir gün de Kayseri’yi gezerlerdi. Kayseri Hacın’ a göre büyük
şehirdi canım. Çeşit çeşit mallar olurdu. Hele pastırması yok mu? Yemeden
gidilmezdi ki. Gözlerinin önüne geliverdi Kayseri.
“Haydi, ana.” dedi. Çabuk getir çorbamı. Şimdi herkes
yola düşmüştür.”
Hiç beklemedi Hatice Hanım, bir leğen çorbayı
koyuverdi Tahsin’inin önüne. Adam olmuştu Tahsin. Babası öldüğünde daha neydi
ki. Şimdi maşallah serpilmiş delikanlı olmuştu. Kara bıyıkları terlemişti
artık. Kolay değil, askerlik çağı gelmek üzereydi.
“Askere gitmeden mürüvvetini görsem.” diye geçirdi
aklından Hatice Hanım. Öğle ya Tahsin askere giderse koca konağın alt katında
yalnız kalacaktı. Bir gelini olsa… Asker yolunu birlikte beklerlerdi. Sonra
kendisine can yoldaşı olurdu. Gerçi üst katta kızı Nazmiye oturuyordu ama oraya
sık sık çıkamazdı. Çünkü damadı Nazir Efendinin gölgesi ağırdı. Kızı Nazmiye
ikide birde anasına sitem ederdi. “Neden yukarı az çıkıyorsun, ben senin kızın
değil miyim?” diye sitemde bulunurdu. Hatice Hanım her defasında;
“Gelirim kızım. Gelmez olur muyum? “ der geçiştirirdi.
“İnsanın kendi evi gibi var mı? İster yatar, ister
kalkarsın. İster gider, ister gelirsin. İstediğin eşyayı istediğin yere
yerleştirirsin. Karışanın, görüşenin olmaz. Kızının evine de gitsen misafir
gibi gitmelisin. Olur ya gittiğin evde oğlan-uşak dövüşür kabahati sen kendine
bulursun. Sağlam işin, ağrımaz başın olmalı.” Diye içinden geçiriyordu;
“Elhamdülillah” dedi Tahsin.
“Doydun mu oğlum?” diye sordu Hatice Hanım.
“Çok şükür ana” dedi Tahsin. Ellerini açtı şükür duasında bulundu.
Oğlunun duada bulunması anasının hoşuna gitti. Oğlunda
değişiklik hissediyordu Hatice Hanım. Tahsin’in inançları bir süredir
güçlenmişti. Her şeye şükrediyor. Namazından niyazından ayrılmıyordu. Harama el sürmüyor, yalan söylemiyor,
küfretmiyordu. Bu yaşta gençler hırçın olurlardı. Söz dinlemez, laf
anlamazlardı. Ama Tahsin delikanlılık çağının delilik bölümünü çabuk geçmişti.
Yaşıtlarına göre olgundu. Nerede ne konuşacağını, nasıl davranacağını
biliyordu. Ya da anasına öyle geliyordu. “ Benim akıllı oğlum” diye geçirdi
içinden.
Dışarıdan tıkırtılar duyuldu. At kişnemeleri, köpek havlamaları. Eşek
anırmaları hepsini bastırdı.
Acele ile hazırlandı Tahsin. Atların yüklerini sarmaya
başladı. Diğer atlılar;” Haydi Tahsin, çabuk ol!” diye uyardılar. Ama kimse
durmadı. Herkes yoluna devam etti. Tahsin de hazırlığını tamamladı. Hatice
Hanım hazırladığı azık çıkınını yüklerin arasına yerleştiriverdi. Yerini de
Tahsin’e göstermeyi ihmal etmedi.
Anasının ellerini öptü Tahsin. Vedalaştılar. Hatice Hanım bir kova su dökmeyi ihmal etmedi
arkasından. Dualarla gönderdi oğlunu. Bildiği bütün duaları okudu. Belki Hatice
Hanımın duaları bitmeden, önden giden kervanı Sultansuyu’nda yakaladı Tahsin.
Onun arkasından da başka atlılar yetişti. Daha önlerde kağnı gıcırtıları, eşek
anırmaları, köpek havlamaları ve insanların hay-huyları alaca karanlığı yolcu
ediyorlar gibiydi. Bir müddet sonra
kızıl inişin yokuşunu çıktılar. Kızıl inişi çıkmak hemen hemen Obruk’a ulaşmak
demekti. Obruk’a ulaşmak nefes almak demekti. Çünkü Obruk’tan sonra yolculuk
kolaydı. Yol düzlüktü. Kağnıların sesleri zorlanmadan gıcırdardı. O gıcırtıda herkes kendisini bir müziğin
ritmine kaptırır gibi eğlenirdi. At üstünde gidenler, kağnıya binenle hatta
yaya yürüyenler yorulduklarını hissetmezlerdi. Yine de öyle oldu Obruk düzlüğüne
çıktılar. Güneş ilk ışıklarını vermiş, her taraf yemyeşil görünüyordu. Bu
aylarda Obruk bir başka olurdu zaten. Her taraftan sular fışkırır, kar suları
billur gibi akar, temiz havası ciğerlere bayram ettirirdi. Her zamanki olduğu
gibi soğuk sulardan herkes içti. Atlar, eşekler, katırlar, öküzler ve herkes
nefeslendiler. Terleri soğumadan yola koyuldular.
Şimdi daha dinçtiler. Yolculuk daha kolaydı. Atlar
başka kişniyor, eşekler başka anırıyordu. Gençler sırayla birer türkü
söylediler. Taaa ki Karsavuran Köyü görülene kadar. Fıyrata yaklaşıldığında bir
türküde Tahsin tutturdu. Karsavurandan duyulurdu Tahsin’in türküsü. Yanık
söylerdi Tahsin. Sevdalıydı. Sevdasını kimseye diyemez, için için erirdi.
Herkes hissederdi Tahsin’in sevdalı olduğunu. Ama kime sevdalı olduğunu kimse
bilmezdi. Diyemezdi Tahsin Molla Ahmet’in kızına sevdalı olduğuna. Kolay
değildi söylemek. Molla Ahmet köyün muhtarıydı. Kızı Ayşe de köyün en güzel
kızıydı. Bir duyan olsa işi zordu Tahsin’in. Tahsin nere Molla Ahmet’in kızı
nereydi. Ama gönül bu... Sevdi mi severdi.
Ağa kızı, çoban oğlan dinlemezdi. Düştü mü bir çıngı gönle odunu-ocağı kim olur
belli olmazdı.
Kervan Karsavuran Köyü’ne vardığında öğlen olmuştu.
Orada konakladılar. Soğuk subaşlarında sularını içtiler. Herkes, tanıdığı
hısım-akrabasına gidip karnını doyurdu. Tahsin, Ayşe’yi görme umuduyla köyün
içerisinde kıvrandı durdu. Tam Molla Ahmet’in evinin önünden geçiyordu ki
Ayşe’nin anası Dudu;
“Eşeğini kaybetmiş uşak gibi ne dolanıyon oğlum?”
dedi.
Nereden akınla geldiyse birden;
“Ahmet emmime bakıyordum dezze” dedi.
“Ne yapacaktın Ahmet emmini oğlum?” diye sordu Dudu
kadın. Tahsin hiç beklemeden;
“Selam getirmiştim.” dedi.
Eve buyur etti Tahsin’i Dudu kadın. Tam içeri girerken göz göze geldi Ayşe ile
Tahsin. Şimşekler çaktı Tahsin’in beyninde. Ayşe bir tuhaf hissetti kendini.
Neye uğradığını, ne yapacağını şaşırdı. Eli ayağına, dili damağına dolaştı.
Kimdi bu gelen delikanlı. İlk defa görüyordu. Ya da ilk defa fark ediyordu.
“Böyle yakışıklı kimse olamaz” diye geçirdi Ayşe aklından. Ayşe’nin güzelliği
karşısında Tahsin zaten erimişti. İçeriye nasıl girdiğini, sedire nasıl
oturduğunu bile hatırlamıyordu. Molla Ahmet öğle namazını eda ediyordu. Ayşe
bir şey bahane edip kapı aralığından Tahsin’e bir daha baktı. Bir daha göz göze
geldiler. Bir daha elektrik çarpmışa döndüler. Molla Ahmet namazını, duasını
bitirdi. Yer döşeğine geçti. Hafif cansız olan sol elini sağ avucunun içerisine
aldı. Tahsin’e;
“Hoş geldin evladım.” dedi. Kim olduğunu sordu. Tahsin
de;
“Hacın’danım Ahmet Emmi. Nazir Efendi’nin kayınıyım.”
dedi.
“Gelirken, Karsavurana uğrarsan Ahmet Ağa’ya selam
söyle.” dedi. “Ben de selam üstümde kalmasın diye uğradım Ahmet Emmi.” dedi.
“Aleykümselâm, Aleykümselâm” dedi Mola Ahmet. Emrini
kelamını sordu. Tahsin de sadece selamının olduğunu söyledi. Öğle yemeğini
birlikte yediler. Ayrılırken göz ucuyla Ayşe’ye bir daha baktı Tahsin, Ayşe de
ona. Anlamıştı Ayşe’nin de kendisine sevdalandığını. Kayseri’ye gitmek zor
geldi artık Tahsin’e. Yolculuk bir türlü
bitmedi. Dönüşte ilk işi anasına sevdasını açmak oldu. Duyunca kulaklarına
inanamadı Hatice Hanım.
“Vermezler ki.” dedi.
“Ablama bir söyle ana, belki eniştem ister.” dedi.
Ablası Nazmiye ye açtılar durumu. Nazmiye de Nazir Efendi’ye. Nazir Efendi
şaşırdı biraz. Ancak sevindi.
“Molla Ahmet’in kızını istemek bizim için şereftir”
dedi. Çünkü Molla Ahmet’in hanımı Dudu, Çerkez Ali’nin bacısıydı. Çerkez Aliye
akraba olmak, Kaytancızadelere akraba olmak demekti. Hiç tereddütsüz kabul etti
Nazir Efendi bu izdivacı. Üstelik:
“Aferin” dedi Tahsin’e. “İşte evlenecekseniz böyle
helal süt emmişleri bulun.” diye de oğullarını uyardı. Vakit kaybetmeden eşi Nazmiye’yi Çerkez
Ali’nin eşi Havaca ile görüşmek üzere görevlendirdi. Öyle ya bu tür görüşmeler
önce kadınlardan başlardı. Uzun söze gerek yok. Gidildi-gelindi. Konuşuldu-görüşüldü.
Sonunda Yahşi Molla Ahmet;
“Allah yazdıysa ne diyelim.” dedi. İş tatlıya
bağlandı. Bağlandı bağlanmasına ama, Dudu Kadın’ın yüreği “cız” diye yandı. Kız
gelin etmek kolay değildir. Hele Hacın’a gelin vermek hiç kolay değildir. Ayşe
köyde büyümüş. Hacın ona göre gurbettir.
Neyse ki o gurbette gelin gittiği evin otuz metre uzağında dayısı Çerkez
Ali’nin evi vardır. Kardeşinin orada
olması Dudu Kadın’ı biraz rahatlatıyor. Ama yine de içine bir sıkıntı taş gibi
oturuyor. Anlamını bilmediği, yüreğinin orta yerine oturan taş günden güne
ağırlaşıyor. Her fırsatta Havaca’yı bulup;
“Kızıma göz-kulak ol ha! O daha çocuk. Yol bilmez,
yolak bilmez. Usul-erkândan anlamaz. Gözünü seveyim Hava, Ayşe’yi kızın bil.”
diye defalarca söyledi. Havaca da her defasında;
“Kaygı etme dünürüm. Gözüm gibi bakarım ona,” dedi.
1919 yılının güz ayları yaklaştığında düğün
hazırlıkları başladı. Kasım ayının
sonunda düğün-dernek kuruldu. Kar bastırmadan gelin almak gerekirdi. Karsavuran
demek kar savuran demekti. Bir kere kar tuttu mu metrelerce yükselirdi. Yöre
iklimini bildikleri için gayret ettiler. Karsavuran Köyü’nde kına yakıp kır bir
atın üzerine beyaz gelinliği ile gelin Ayşe’yi bindirdiler. Damat Tahsin kimsenin yardımı olmadan doru
atın üzerine atlayıverdi. Gelin alayı Karsavuran’dan Hacın’a doğru yola çıktı.
Dudu’nun yüreğinden bir parça koptu. Herkes gülüp-oynarken Dudu bir köşede
gözyaşlarını akıttı. “Ama ne yaparsın ki; kızı olan gelin verir, oğlu olan
gelin alır. Dünya böyle kurulmuş,” diye geçirdi, içinden Dudu.
Gelin alayı Hacın’a geldi. Üç gün, üç gecede Hacın da
düğün çalındı. Herkes doyasıya oynadı, herkes doyasıya eğlendi. Tahsin ile Ayşe yuvalarını kurdular. Her gün
mutluluk içinde, her gün huzuru buldular. Ta ki soğuk şubat ayı gelene kadar…
Hava ne kadar soğuksa, insanlarda birbirinden soğudu Hacın da. Ermeniler
kudurdukça kudurdular. Türklere rahat vermez oldular. Her gün bir evi basıp,
her gün bir olay işlemeye başladılar. Kadınlar-kızlar çeşme başlarına su
getirmeye gidemez oldular.
“Hacın’ı terk etmek gerek.” dedi yaşlıların çoğu. Ama
şubatta Hacın’dan çıkılmaz ki. Her taraf kar. Her taraf kış… Dışarısı buz
kesiyor. Dağlarda karlar eridikçe
dereler gümbürdüyor. Baharı beklemek gerekirdi. Bahar demek, en azından nisan
demekti. Sonra nereye gidersin ki. Evin-ocağın, yerin yurdun Hacın. Hacın senin
vatanın… Hacın senin yurdun… Burada doğup, burada gözünü açmışsın. İki gâvur
kudurdu diye vatan terk edilmezdi ki. İki arada bir derede kalmıştı insanlar.
Devletleri darmadağın olmuştu. Yeni bir devlet kurmaya çalışılıyordu Anadolu
topraklarında. Anadolu’nun her tarafı Hacın gibiydi. Nere nereden farklıydı ki.
Her yerde korku, her yerde zulüm vardı. Sabahlara kadar nöbet tutarlardı insanlar
kendi evlerinde. Nöbet de ne ki? Sadece uyanık kalırlardı sabahlara kadar. Uyku
ne ki? İnsanlar uykuyu unutmuştu. Uyku ile uyanıklık arasında gözler gider
gelirdi. Bir çıtırtı duysalar “gâvur bastı” diye yürekler ağızlara
gelirdi. Korku her yeri sarmıştı.
Çaresizdi insanlar. Dükkânlardan bir şeyler alamaz olmuşlardı. Türklere ait dükkânlar
yağmalanmıştı. İnsan böyle mi olur be, dünkü kapı komşun Meryemler, Artinler,
Boğuslar, Çalyanlar, Aramlar hep gâvur olmuşlardı. Azrail kesilmişlerdi eli
kırbaçlı. Tebessümler kalkmış, bu gibi suratlar, kösele gibi sırıtır olmuştu.
Hacın İslam Mahallesi, dramın yaşandığı yer. Kirkot Çayı’nın
boz bulanık aktığı vadi. Kim bilir nelere şahit oldu kirkot deresi. Dili olsa
da konuşa dağlar, taşlar…3 numara ile İşaretli ev Nazir Efendi’nin konağı…
Nazir Efendi, eşi Nazmiye, kaynanası Hatice, kayını Tahsin ve benim gün
görmemiş taze gelin teyzem işte o konakta katledildi.
Yine soğuktu hava. Yine her tarafı buz kesiyordu. Yine
Kirkotun deresi boz-bulanık akıyordu. Yine ıslık çalıyordu rüzgârlar. Yine
köpekler acı acı havlıyordu. Yine eşekler deli deli zırlıyordu. Bir şeyler
olacaktı belli. Bir şeyler olacaktı diye düşünmeden, gecenin bir yarısında
silah sesleri gümbürdemeye başladı. Tahsin birden fırlayıverdi yatağından.
“bizimkiler mi” diye bir umut geçti içinden. Umutlar uzun sürmedi.
Mermiler hedef seçtiler Nazir Efendi’nin koca
konağını. Bir figandır koptu. Herkes birbirine sarıldı. Hatice Ana, oğlu
Tahsin’le, gelini Ayşe’ye siper oldu. Onları kollarının arasına aldı. Bir
tavuğun yavrularını kanatlarının arasına alması gibi kolları ile sardı evlatlarını.
Kahpe kurşunlar ilk defa Hatice Hanım’ın sırtından girdi. “Of” bile demedi
Hatice Hanım. Hiçbir şey olmamış gibi;”Korkmayın” diyordu evlatlarına. Zifiri
karanlıkta eline ılık ılık bir şeylerin aktığını hissetti Tahsin. “Anam” diye
bağırdı. Çıt yoktu anasında. “Anam” diye bir daha bağırdı. Çoktan ölmüştü
Hatice Hanım. Ayşe ne yapacağını şaşırdı. Çığlıkları göğü tuttu. “Nazir emmi
yetiş.” diye inletti yeri-göğü. “Nazmiye abla yetiş” diye çığlıklar attı.
Çığlıklar zifiri karanlıklarda birbirine karıştı. Her taraf yaylım ateşindeydi
her eve kurşun yağıyordu. Her evden çığlıklar yükseliyordu. Silahlar sabaha
kadar susmadı. Sabah gün ağarırken evlere girdiler eli kanlı katiller. Ne varsa
talan ettiler evlerin içerisinde. Onlarca kurşun yemiş can çekişiyordu yer
yatağında Tahsin. Elleri Ayşe’nin ellerini tutuyordu. Ayşe soluksuZ, Ayşe
nefessiz, Ayşe alakanlar içinde Hatice Hanımın ayakucunda yatıyordu. Kapıyı
tekmeleyerek içeri giriverdi on-onbeş gözü dönmüş. Can çekişen Tahsin’i
yüzlerce defa bıçakladılar. Her bıçak darbesinde kanlar tavana fışkırdı.
Hınçlarını alamadılar. Başladılar Ayşe ile Hatice Hanım’ı bıçaklamaya. Ölü
duyar mı? Duymadı Ayşe ile Hatice Hanım hiçbir şeyi. Baktılar “çıt” yok insanlarda etrafı
dağıtmaya başladılar. Köşede duran Ayşe’nin çeyiz sandığını tekmelerle
kırdılar. Sandığın içinde ne varsa sağa sola serptiler. Tahsin’in damatlığı,
Ayşe’nin gelinliği ortalara saçıldı. Bembeyaz gelinlik kıpkırmızı kana bulandı.
Tuttular ayaklarından ölüleri. İt sürür gibi sürüdüler
yerler- de. O konaktaki herkes öldürülmüştü. Nazir Efendi, eşi Nazmiye, oğulları
Mevlüt ve Fuat. Tahsin’in anası Hatice, Tahsin ve Gelin Ayşe öldürülmüştü.
Yalnız Nazir Efendi yaşıyordu. Dört bacak ettiler Nazir Efendiyi. Camiye yakın
meydanlığa getirdiler. Deli kiraz değneği ile meydanda döve döve onu da
öldürdüler. Adliye Başkâtibi Nazir
Efendi alakanlar içinde yere yığıldı. Üstüne çıkıp tepelediler. Herkes hissetti
Nazir efendinin yediği değnek darbelerini. Melek Hanım bir başka hissetti.
Özlerinin önünde meydana gelen bu olayı şöyle anlattı;
“Başkâtibi
öldürdüler
Değneğinen
döve döve”
Sürüdüler cesetleri yerlerde. Elli metre ilerde gümbür
gümbür akan Kirkot deresine fırlatıverdiler. Bulanık sulara bir defa düştüğü
görüldü Gelin Ayşe’nin. Diğerleri de
aynı akıbeti yaşadılar. Kirkot’un boz bulanık suyu bağrına bastı altısını da.
Ey Kirkot deresi. Ne kaderin varmış senin be. Ne olaylara şahit oldun. Ne
sırlar gizledin bu güne kadar boz-bulanık sularında.
Geri döndü gözü dönmüş eşkıya sürüleri. Nazir
efendinin konağını ateşe verdiler. Şerefe silahlar sıktılar göğe karşı. O gün
sadece Nazir Efendi’nin evini değil, onlarca Türk evini ateşe verdiler. Onlarca
insanı Gelin Ayşe’nin akıbetine uğrattılar. Gece yayan yapıldak yollara
düşenlerin bir kısmı yollarda telef oldu. Bir kısmı da canını zor kurtarıp Türk
köylerine sığındı. Karsavuran Köyü’ne varanların arasında Dudu Kadın Ayşe’sini
aradı. Kime sorduysa cevap alamadı. Ama biliyordu Dudu Kadın. Rüyasında
görmüştü Ayşe’sinin beyaz gelinlikler içerisinde. Büktü boynunu. Küçücük olan boyu gittikçe
küçüldü. Yaşadığı her gün Ayşe’si geldi gözlerinin önüne. Doğan her kız
toroununa Ayşe’nin adını koymak istedi. Kızı Selbinin, oğlu Mustafa’nın ve kızı
Fadiş’in kızlarına Ayşe adını koydurdu.
Ama yine de yüreğindeki yangın sönmedi. Koca Hacın
yandı kül oldu. O yüreğindeki ateşi kül edemedi.
Ayşe’yi verdiğinde yüreğine oturan taş büyüdükçe
büyüdü. Dert büyüdü kendi küçüldü.
Benim anneannemdi Dudu Kadın. Kucağıma alsam taşıyacak
kadar küçülen bu kadın, hep boynu bükük, beli kambur yaşadı. Kolay değildi
evlat acısı. Hele kızı Ayşe’yi gelinlikler içinde yolcu edip, bir daha görmemek
Dudu Kadını eritti, bitirdi.
Kirkot aynı Kirkot. Bahar aylarında hala boz-bulanık
akar. Şimdi gitseniz harabeye dönmüş eski hamamdan başka bir kalıntı
göremezsiniz. Anlattıklarım masal gibi gelir sizlere. Ben size masal gibi gelen
bu hayat hikâyelerini defalarca dinledim. Ne zaman Kirkot deresinin gözünde
bulunan bahçemize babamla veya anamla gidecek olsam. Eski hamam kalıntısına
elli metre uzaklıktaki sert kayalığın önüne geldiğimizde rahmetli babam durur;
”Burası teyzenlerin konağıydı oğlum” diye kayanın yüzünü gösterirdi bana. Otuz
metre ilerisindeki kuru duvarı gösterir; ”Burası bizim evimizdi.” derdi. Yüz, yüz elli metre uzaklıktaki bahçeyi
gösterir ;” Orada da cami vardı. “derdi. Amma illa konağın olduğu yere
baktığında halasının kızı Ayşe gözlerinin önüne gelir. Babam kapkara kesilirdi.
Anam oradan geçerken kayanın dibinde bulunan mağaraya
gözü kayıverir, sanki bacısı Ayşe çıkacak gibi gözleri umutla dolardı.
Ya ben; Kirkot’a giderken yürüdüğüm o patika yolda
anamı, babamı, teyzemi, enişte Tahsin’i, Nazir Efendi’yi ve diğerlerini
unutabilir miyim?
Unutmak kolay mı? Kolay diyorsanız. Gelin siz unutun!
Allah rahmet eylesin böyle olaylar beni derinden etkiliyor. Allah zalimlerden bizleri korusun
YanıtlaSil