MERCİMEK MEHMET
Saimbeyli de herkes ona “Mercimek
Mehmet” dediği için ben de öyle dedim. Asıl adı Mehmet AKÇALI‘dır. Nüfusta 1327
doğumludur. Kendisine sorduğunuzda 1319 yani 1903 doğumlu olduğunu söyler.
Aslen Kaleboynu köyündendir. Ancak babası Osmanlıda Tütün Kolcusu olarak
devlete hizmet ettiği için Hacın İslam mahallesine yerleşmişler. Evleri İslam
mahalle- sindeki Çataloluk’un doğu tarafındaymış. Çocukluğu hep bu mahallede
geçmiş. Her ne kadar yaşadığı mahallenin adı İslam Mahallesi olsa da burada
sadece Müslümanlar değil aynı za- manda Hıristiyanlar da birlikte
yaşarlarmış. Ermeni komşularını
kendisine sorduğunuzda dul kadın Meryem’den, kızı Vartise’ den övgüyle bahseder.
Biz onlarla “düşman değil, dosttuk”
der. “İyi günümüzde, kötü günümüzde hep beraberdik, bir ailenin horantaları
gibiydik. Kapılarını çalmadan evlerine gider, kapımızı çalmadan evimize
gelirlerdi. Onlar yoksul insanlardı. Bir ekmeğimiz varsa onlarla bölüşürdük.”
der.
Saimbeyli tarihi hakkında bilgi
edinmek isteyen herkes bu insanın kapısını mutlaka çalmıştır. Ben de bu insanla
defalarca sohbet ettim. Evine gittim, kahvede birlikte oldum. Elinden tutup
caddede dolaştım. Her gördüğümde mutlaka sakalını sıvazladım. “Seni
evlendireceğim delikanlı “ diye defalarca yarenlik yaptım. Ama hep can kulağı
ile dinleyip sözlerinden anlamlar çıkartmaya çalıştım. Onun çocukluk yıllarını
anlatırken bazen gözlerinin içinin güldüğünü, bazen de hiddetten dişlerinin
kenetlendiğini hatta gözlerinin belerdiğini gördüm.
Mercimek Mehmet’le ne zaman sohbet
ederseniz edin konuyu dul kadın Meryem’e, kızı Vartise’ye getirdiğinizde
gözlerinin içinin güldüğünü görürsünüz. Hatta ben ona defalarca takılmışımdır.”
Vartise’ye âşık mıydın Mehmet Emmi?” diye. Her defasında “Yok o benim ablamdı”
der. Başlar anlatmaya; “Akşam oldu mu bizim eve toplanırlardı. Hedik
kaynatırlardı. Gelgel adında def çalan, türkü söyleyen bir Ermeni vardı. O da
bizim eve gelirdi. “Yeşilim aman aman” diye
bir türkü söylerdi. Bizler oynardık,
Vartise abla oynardı. Mahallede ne kadar genç varsa Gelgel çalar onlar oynardı.
Eğlenirdik. Gelgel türkülerini hep Türkçe söylerdi. Ben Ermenice söylediğini
hiç duymadım. O günler çok güzeldi. Gâvur-Müslüman ayrımı yoktu. Mesela Türk
çocuğu Çolak Ahmet Ermeni kızı Tervanda ile evlenmişti. Düğününde Gelgel çalıp
bizler oynamıştık. Hiç kimse gâvurla evlendi diye yadırgamamıştı. Onlarda;”
Müslüman’a kız vermeyiz” dememişlerdi. Ama pis adam her zaman pistir. Adı daha
sonra birçok katliamlara karışan Aram Çavuş namıyla tanınan Aram bizim
komşumuzdu. Çocukluğunda da haylaz bir çocuktu. Uzun boylu, berduş yapılı, sağ
gözü hafif sağa kayık, yani senin anlayacağın şaşı gözlü sevimsiz bir çocuktu.
Onu Ermeniler de sevmezlerdi. Çıngarcının biriydi. Mesela Pırıt Köşker adında bir
amca vardı. Evleri Kaytancıların mahallesindeydi. Evinin altında da köşker dükkânı vardı. Biz
ayakkabılarımızı hep ondan alırdık. Bu Ermenidir diye gitmezlik etmezdik. Yani şimdiki gibi... Türkiye de gayrimüslim
yok mu? Onların mağazaları yok mu? Türkler oralardan alış-veriş yapmıyorlar mı?
Aynı durum o zaman da vardı. Mesela Keleboynun da Uzunoğlanoğlu Kara Sarkis
adında zengin bir Ermeni vardı. Tefecilik yapardı. Müslümanlara faizle para
verirdi. Ticaret yapardı. Köylerden mal toplar, götürür başka yerlerde satardı.
Ermenilerin durumu bizlerden çok iyiydi. Ticaret onların elindeydi. Devletin
önemli yerlerinde söz sahibiydiler. Benim şahsen tanıdığım bazı Ermeniler vardı
hepsi söz sahibi, sözü dinlenen insanlardı. Bizim mahallede evi olan Terzioğluyan
diye biri vardı. Belediye idare azasıydı. İki evi vardı. Evinin biri üç katlı
çok güzel bir evdi. Diğer evi hastane olarak kullanılırdı. Doktor Baloğluyan
diye bir Ermeni doktor vardı. Herkes ona tedavi için giderdi. Önceleri herkes
birbiriyle iyi ilişkiler içindeydi. Ne olduysa sonradan oldu. Çok iyi
geçindiğimiz bu insanlar sonradan gâvurlaştılar.”
“Sen bunu ne zaman hissettin Mehmet Emmi?” diye
sordum.
“ Ben 6–7 yaşlarında bir çocuktum.
Babam tütün kolcusuydu. Babama;” Tütün Kolcusu Papaz Hacı” derlerdi. Kendi
halinde devletin kendisine verdiği görevini yapan bir insandı. Ermeniler azmaya
başlayınca bazı insanlara suikast düzenlediler. Çeteler kurdular. O zaman
Hınçak diyorlardı, Taşnak diyorlardı. Ne olduklarını çok iyi bilmiyorum ama
şimdiki PKK gibi bir şeydiler. İnsanları öldürmeye, evleri bombalamaya
başladılar. Benim hatırladığım Muhtar Ali’nin evini bombaladılar. Babamı
öldürdüler.”
“Babanı nerede öldürdüler?
“Dolambaçta.”
“Neden öldürdüler?”
“Bu işin nedeni olmaz ki. PKK köyleri neden basıyor?
Kadınları, çocukları, yaşlıları, askerleri, polisleri neden öldürüyor? Bunların
suçu, günahı nedir diye soruyor mu? İşte o zaman da öyleydi. Birilerini
öldürmeleri gerekiyordu. Öldürdüler. 1325 yılında, yani 1909 yılında babamı
Dolambaçta öldürdüler. Dolambaç Saimbeyli’nin kuzey-doğusuna düşer. Hacından
Zeytun’a yol buradan giderdi. Buraya Zeytun şosesi de denirdi. İşte babamı
orada pusu kurarak öldürdüler. Her yerinden bıçaklayarak, döve döve işkence
yaparak öldürdüler. Öldürdükten sonra çağılın içine gömmüşler. Cesedi daha sora
bulundu. Ben altı yaşındaydım. Babam öldürülünce bize devlet sahip çıktı.
Belediyeden yardımlar geldi. Belediye Çataloluk’a yakındı. Biz yardım almak
için oraya giderdik. Yalnız bize değil. Bütün yoksullara, kimsesizlere o zaman belediye
yardım ederdi. Komşumuz Meryem teyzede anamla birlikte belediyeye gider yardım
alırdı. Devlet o zor dönemlerde bile bize kol kanat gerdi. Yoksa bizim işimiz
çok kötü olacaktı. Ağabeyim Ömer’i maliyeye odacı olarak aldılar. Elbistanlı
Kadı Halil Bey beni yanına aldı. Evladı gibi bana sahip çıktı. Kadı Halil
Bey’in Hatice adında bir kızı vardı. Amerikan kolejinde okuyordu. Onunla
birlikte birkaç tane Türk kızı da Amerikan kolejine giderdi. Ben Kadının kızı
Hatice ile birlikte okula gider gelirdim.
Bir türlü onun koruması gibiydim. Kadı Efendi bizi çok korurdu. Evladı
gibi sahip çıkardı. Kadı Halil Efendinin yanında birkaç yıl kaldım. Bize maaş
bağlamışlardı. Sandık Emini Ömer Efendiden maaşımızı alırdık. Kadı çok adaletli bir insandı. Ermeni Türk
ayrımı yapmazdı. Kanun ne gerekiyorsa
onu yapardı. Çok vicdanlı bir insandı. Birde Şerriye kâtibi (Zabıt Kâtibi)
Kadir Efendi diye Şanşa’lı biri vardı. O da iyi insandı. Bize hep sahip
çıkardı. Bizim babamız öldürülmüştü ama devlet bize sahip çıkmıştı. Allah devlete
zeval vermesin. Yalnız babamı öldürmediler ki; benim bildiğim Zabdiye Ciki
İbrahimi kilisenin orada bıçaklarla doğradılar, bir torbaya koyarak kiliseden
aşağıya attılar. Zabdiye Bolu Mustafa’yı evinde öldürdüler. Cesedini kirkot
suyuna attılar. Hangi birini sayacaksın ki. Bu anlattıklarım hep savaştan önce
oldu. Hacın işkâl edilmemişti daha. Fransızlar buralara kadar gelmemişlerdi.
Daha sonra Fransızlar Kozana kadar geldiler. Kilikya Ermeni Cumhuriyeti diye
bir Cumhuriyet kurdular. Hacındaki kaymakam değişti. Ermeniler iyice
şımardılar. Hep silahlanıp dağlara çıktılar. Cin Toros diye bir terörist başı
vardı. Onun yanında Gödelek diye biri ve sekiz arkadaş olduklarını
duyardık. Hatta Cin Toros’un şöyle
dediği söylenirdi.
“Cin Toros der
ki hiç etmen keder
Kefenimiz hazır mezarlar açık”
Yani ölümü göze
aldıklarını, Ermeni devleti kuracaklarını söylerlerdi. O arada çok insan
öldürdüler. Türkleri korkuttular, sindirdiler. Çünkü Türk erkekleri memlekette
kalmamıştı. Her biri bir yerlere savaşa gitmişlerdi. Ermeniler azdıkça azdılar.
Bir gün bir haber geldi. Mısır Tayyar gelecekmiş diye.
“Mısır Tayyar kim?” dedim. Bu kişi Fransız komutanmış.
Bu bölgeler hep ondan sorulurmuş. Çok methettiler onu. Bir meraktır başladı.
Ermeni de Türk de. Günlerce herkes Mısır Tayyarı konuştu. Kaymakamlık, belediye
okullar, halk hazırlıklar yaptı. Her tarafa Ermeni bayrakları çekildi. Daha
sonra o Ermeni bayrakları indirildi Fransız bayrakları çekildi. Ama dilden dile
hep mısır tayyar konuşuldu.”
Mehmet amcanın bahsettiği Mısır Tayyar ismini daha
önce Gizik Duranın oğlu Mustafa Ölmezden de duymuştum. Ben de merak ettim.
Araştırdım. Halkın arasında Mısır Tayyar olarak bilinen şahsın Kozan’ı işkâl
eden Fransız ordu komutanı Mösyö Tayyarda olduğunu örgendim. Gelelim Mehmet Amcanın
anlattıklarına;
“Hacın girişi olan Hamurcu mahallesine halk toplandı.
Yollara halılar serildi. Mısır Tayyar bir ihtişamla geldi. Onun gelmesiyle
barışmalar, çağrışmalar göğü tuttu. Ermeniler onu bir kahraman gibi
karşıladılar. O da yüksekçe bir yere çıktı. Nutuk attı. Konuştuklarını biz
anlamadık. Bir tercüman onları Ermenice’ ye çevirdi. Ermenileri övüp Türkleri
aşağıladığı belliydi. Oradaki konuşmasında Ermenilere; artık özgürlüğünüze
kavuştunuz, bu topraklar sizin. ” Demiş. Daha sonra çekti gitti. O gittikten
sonra Ermeniler iyice kudurdular. Özellikle gençler iyice azdılar.”
Mehmet amca bunları anlatırken gözlerimin önüne hep
Irak geldi. Irak’ı işkâl eden Amerikan askerleri geldi. Onlarda oraya özgürlük
götürüyorlar(!) diye düşündüm. Sistem hiç değişmiyor. Tarih her zaman tekerrür
ediyor. Aynı senaryolar başka ülkelerde başka figüranlarla defalarca
tekrarlanıyor. Anlamıyoruz. Ya da anlamak istemiyoruz. Diye içimden geçirirken
Mehmet amca devam ediyordu.
“Mahalle komşumuz Aram, Aram çavuş oldu. Bizlere
tepeden bakmaya, her fırsatta bizlere işkence etmeye başladı. Bir o olsa… Eski
dost Ermeniler bize düşman olmaya başladılar. Cin Toros adamlarıyla birlikte
terör estirmeye devam etti. Bir gün bir haber alındı. İdare azası Terzioğlu Cin
Toros ve adamlarını Çataloluk mevkiinde bulunan üç katlı eve davet etmiş, Türk
jandarmalar da bunu haber almışlar. Sabaha karşı evi kuşatmışlar. Orada silahlı
çatışma oldu. Bizler silah seslerini duyduk. Çatışma sonucunda iki terörist ölü
olarak ele geçti. Cin Toros ve diğer adamları kaçmayı başardılar. Bu olaydan
sonra Terzioğlu sürgüne gönderildi.
Hacın
merkezde Ermeniler fazlaydılar. Ne yalan söyleyeyim bizler korkar olmaya
başlamıştık. Çünkü her gün yeni olaylar oluyordu. Müslüman olmak artık suçtu.
Türk olmak artık suçtu. Zaten yeni rejim kendi kaymakamını da atamış,
memleketimize Fransız bayrağını çekmişti. Osmanlı bayrağı hükümet konağında
artık dalgalanmıyordu. Can güvenliğimiz kalmaz olmuştu. Hükümet konağındaki
yetkili Türkler çok büyük tedirginlik yaşıyordu. Ben biraz küçük olduğum için
bazı şeyleri kavramakta biraz zorlanıyordum. Ama bazı şeyleri hiç unutmuyorum.
Köylüler şimdiki olduğu gibi o zaman da köylerde
yetiştirdikleri sebzeleri, meyveleri ve bazı şeyleri Hacın’ a pazara
getirirler, getirdiklerini satarlar, onlarla geçimlerini sağlarlardı. İşte
pazara gelen bu köylüleri Yüzbaşı Boğus tutukladı. Onların mallarına el koydu.
Köylülere işkence etti. Şehir dışına çıkmalarını yasakladı. Bu işe Kaymakam
Çalyan Karabit razı olmadı. Yüzbaşı ile Kaymakam arasında gerginlik yaşandı.
Sonunda kaymakamın emriyle köylüler serbest bırakıldı. Ama herkeste bir
tedirginlik başladı.”
Hiç yoktan aklıma geldi.
“Melek Hanımı tanır mısın Mehmet Amca?” dedim.
Hiç beklemeden;
“Tanımaz mıyım? Onun kocasına Gaffar derlerdi. Kocası
memurdu. Kocası aslen Afşinlidir. Oğlu Mesut vardı. Benim oyun arkadaşım. Evleri
bizim eve yakındı. İslam mahallesinde. Hemen caminin yanında evleri vardı.
İri-yarı güçlü bir kadındı. Çocukları çok severdi. Beyaz tülbent takardı.
Evinden misafir eksik olmazdı. Hatırı sayılır bir aileydi. Hiç unutmam. Biz
çocuktuk. Evlerinin yanında oğlu Mesut, Bilal’in oğlu Hacı Ahmet ve başka
çocuklar oyun oynardık. Yemek vakitleri Melek Hanım bizi yemeğe çağırırdı.
Onlarda çok yemek yedim. Melek Hanımın kocası Gaffarın kardeşi Ahmet vardı.
Onlara Yarpuzlular derlerdi. Çok iyi insanlardı. Çok zulüm gördüler. Gâvurlar
Melek Hanımı, çocuklarını, akrabalarını hep öldürdüler. Benim arkadaşım Mesut’u
da öldürdüler. Aklıma düştü mü içim parçalanır.” Dedi. Gözleri doluverdi
Mercimek Mehmet’in. Hiç kolay değil.
Biraz yutkundu. Sözlerine devam etti.
“Altın saat on kat esvap
Almaz Meleğin kucağı” diye başlayan Melek hanıma ait
bir ağıtı söylemek istedi. Ancak iki mısradan sonrasını hatırlayamadı. Dolu
dolu gözleriyle gözlerime baktı.
“ Uzun zaman oldu hocam, nereden hatırlayım ki?”
“Kolay değil Mehmet amca, senin hatırladıkların bana
yeter. Şu gözlerindeki nemler bana çok şey anlatıyor. Ben bu gözyaşlarının ne
anlama geldiğini biliyorum. Anlamak isteyen zaten anlar. Anlamak istemeyenlere
neler anlatsan da kâr etmez” dedim. Daha sözüm bitmeden;
“ Sana ben başka bir şey anlatayım çocuk” dedi. “
Ancak anlatacaklarıma yürek dayanmaz” dedi.
“Hacın artık iyice karışmıştı. Bizler Hacın’ı terk
etmiştik. Erkeklerin birçoğu cepheye, bir kısmı sürgüne gitmiş, bir kısmı da
Ermenilerce esir alınmıştı. Kadınların işi çok kötüydü. Gözü dönmüş Ermeni
bılızları fırsatı ganimet bilip, içeride kalan kadınlarımızın ırzına zorla
geçiyorlardı. Şipşip oluğu denen bir oluk vardı. Tepe mahallesinde. Bir gün
oraya kadar geldim. Büyük bir taşın yanına kadar… Türk kadınını zorla çalgı çalarak
oynattıklarını, kucaktan kucağa attıklarını, üstlerini başlarını yırttıklarını
gözlerimle gördüm. O kadınların
çığlıkları hala kulaklarımdan gitmiyor. Cankurtaran yok mu?” Diye
bağırıyorlardı. “Irz elden gidiyor” diye bağırıyorlardı. Ne yalan söyleyeyim o
gün orada ölmek istedim. Onları orada öyle göreceğime ölsem daha iyiydi. “
dedi.
Mehmet Amcanın
gördüklerini gözlerimin önüne bile getirmek istemedim. Konuları başka yere
çekmeye çalıştım.
“Kürt Genco’yu
tanır mısın Mehmet Amca?” dedim.
“Tanımaz mıyım? Onu da öldürdüler. İri-yarı, babayiğit
bir adamdı. Palabıyıklı, kara yağız, kulunçlu bir adamdı. Yalnız beli biraz
kamburumsuydu. Kilot pantolon giyerdi. Pantolonu ip dokumadandı. Rengi siyahtı.
Ayağında çizme vardı. Bu günkü gibi gözümün önünde… Örflü bir adamdı. Şimdiki
belediye binasının yanında büyük bir dut ağacı vardı. O dut ağacına bağlayıp
işkence ile öldürmüşler. Gözlerimle görmedim. Duyduklarıma göre o dut ağacında
derisini yüzmüşler. Melek hanım diyor ya;
“Kürt
Genco’yu yüzüyorlar
Özne gibi
öve öve” diye.
Melek Hanım’ın ağıtında söylenenlerin hepsi doğru…
Ancak eksiği çok... Söylenmeyenler o kadar çok ki anlatmakla bitmez. Bak sana
ben bir şey daha anlatayım.
Savaştan sonra bizler Hacın’ a ölülerimizi aramaya
geldik. Her taraf yanıyordu. Gâvurlar giderken Hacın’ı hep yakmışlardı.
Kardeşim Ömer’le birlikte yeğenim Ayşe’nin cesedini aramaya çıktık. Ayşe Topal
Yusuf’un kızı… Anası Fadımadır. Ayşe benimde yeğenim olur. Aramadık yer
bırakmadık. Her taraf cesetlerle doluydu. Hacın ölü kokuyordu. Kilise ile
murahhas hane arasında bir yaya yolu geçer. Oraya geldik. Bir mağara vardı.
Oradan pis kokular geliyordu. Baktık içerisi ceset dolu. En az 25–30 ceset
vardı. Bu cesetler hep kadın cesetleriydi. Birkaç tanede çocuk cesedi vardı.
Biz cesetleri tek tek karıştırdık. Yeğenim Ayşe’nin cesedini orada bulduk.
Başka insanlar da geldiler. Kendi yakınlarının cesetlerini topladılar.”
Durakladı. Yine gözleri doldu Mercimek Mehmet’in.
“Hangi birini anlatayım ki… Yeter artık çocuk,
konuşturma beni… Özüm varmıyor.”
Haklısın Mehmet amca, buna öz dayanmaz ki. Yüz
yaşından sonra o günleri sana tekrar yaşattığım için beni bağışla. Ama ne
yaparsın... Düşman hala;” Biz katledildik.” diye bağırıyor. Bizim insanlarımız
dünü bilmiyor. Dünün yarın olma ihtimalini aklına bile getirmiyor. Vatanı
tekrar vatan yapmak için ödenen bedelleri sen anlatmasan kim anlatacak. Bizler;
yeğenin Ayşe’nin, Melek Hanımın, arkadaşın Mesut’un, Kürt Genco’nun ve saymakla
bitmeyecek kadar, senin tanıdığın masum insanları katleden canilerden hesap
sormadığımız için bizden hesap sormaya kalkışıyorlar.
Sen yine de anlat Mehmet Amca. Tut çocukların elinden.
Yer gösterterek. Tarih vererek. Bildiklerini, gördüklerini, duyduklarını
yorulmadan anlat. İster sana yaşlanmış, bunamış desinler. İster beyni sulanmış,
uyduruyor desinler. İsterse hayal gördüğünü söylesinler. Sen anlatmaya devam et
Mehmet Amca. Seni anlayan, gözlerindeki yaşın ne anlama geldiğini bilen,
yüreğindeki sızıyı hisseden ve gözlerin yalan söylemediğini gören gözler
mutlaka olacaktır.
“Ömrün uzun olsun Mercimek Mehmet” demiştim. Ama daha
fazla uzun olmadı. Mercimek Mehmet bir süre sonra hayata gözlerini yumdu. Onun
ölümünün ardından şu satırları yazdım.
Ölüm haktır. Bunu bilmeyen olmaz.
İnançlı, inançsız herkes ölümün bir gün kapıyı çalacağını bilir. Kimine erken, kimine gecikmelide olsa gelir.
Erken gelenlere farklı yanar, geç gelenlere farklı üzülürüz. Üzüntülerimiz bize
aittir. İnsandan insana yürek yangını değiştiği gibi, herkesin üzüntüsü de
hatıraları ile eş değerdir. Gençliğine yandıklarımız olduğu gibi, hatıralarını
da alıp gidenlere bir iç çekeriz. Giden anıların bizim geleceğimize ışık
tutacak değerler olduğunu bilmeyiz bile…
Nereden geldi şimdi bu sözler
aklıma… İşte benimkisi merak… Uzun bir
süredir yaşlı insanların anılarına ilgi duydum. Her fırsatta onlardan bir
şeyler öğrenmeye gayret ediyorum. “Hacın Oldu Kanlı Kuyu” adlı kitabımı da
onlardan edindiğim bilgilerin ışığında yazdım. Kitabımda yer verdiğim
şahsiyetlerin birer birer ölmeleri içimde farklı bir burukluk meydana
getiriyor. Kitabım çıkmadan ölenlerle ilgili yazdığım hikâyelerin sonuna
onların ölümleri ilgili notlar düşmüştüm. Kitap yayınlandı. Ama ölümler hâlâ
devam ediyor. Bir dostum kitabımı okumuş. Onun da dikkatini çekmiş. Bana dedi
ki, “Ya Hocam, kimle konuşmuşsanız ölmüş. Aman benimle ilgili bir şey
yazmayın…” Gülüştük. Yaptığım iyi mi, kötü mü bilmiyorum. Onlardan geriye
sadece benim yazdıklarım kaldı.
Mercimek Mehmet Amcayı kaybettik.
Kitabımda onun anlattıklarına da yer vermiştim. Hatta TRT’ nin yapmış olduğu
çekimlere aracılık ederek merhumun anılarının bir kısmının televizyonda
gösterilmesini sağlamıştım. Şimdi düşünüyorum da iyi ki böyle şeyleri yapmışız.
Aklıma gelmişken Mehmet amca ile ilgili bir anımı
paylaşmak istiyorum. TRT Ermeni olaylarının iç yüzünü araştıran bir program
yapıyordu. Yönetmen benimle bağlantıya geçti. İlçemiz yaşlılarından Mercimek
Mehmet Amca ile görüşmelerini sağladım. Yönetmen. “Hocam, Mehmet Amca O günleri
hissederek anlatabilir mi?” dedi. Ben anlatmasını sağlarım dedim. Mehmet amcayı
yıllardır tanırım. Onunla uzun uzun sohbetlerimiz olmuştu. Nelerden
etkilendiğini, hangi sözlere kızdığını ve hangi esprileri yaptığını biliyordum.
Çekime başladık. Mehmet amca gayet sakin biraz da heyecanlı olayları
anlatıyordu. Sıra yakını olan bir bayanın Ermenilerce katledildiği anı anlatma
olayına gelmişti. Ben söze karıştım.,
“Memmet Emmi, herkes; Mercimek, o olayı görmedi. Yalan
söylüyor, diyorlar,” dedim.
Mehmet Amca bir hiddetlendi.
“Gördüm bire oğlum. Aha bu iki gözümle gördüm. Kalenin
altındaki mağarada gördüm. Yalnız dezzemi değil, en az 40 kadınımızı öldürüp o
mağaraya attıklarını gözlerimle gördüm,” dedi ama Rahmetli Mehmet amcanın
gözleri sulandı.
Yönetmene döndüm.
“Gördün mü Mustafa Bey, her şey yalan söyler ama
gözler asla” dedim.
Mehmet amcanın gözleri TRT arşivlerine buğulu olarak
girdi. Çünkü o gözler çok şey anlatıyordu. Bizde o gözlerde gördüklerimizi
kitabımıza koyduk.
Elbette kitaba koymadıklarımız da vardı. Mehmet amca
çok hoşgörülüydü. 3 hanım, 15 çocuk ve 70 torun sahibiydi. Onunla
karşılaştığımızda “nasılsın delikanlı?” derdim. O da “valla dezzen çok
yaşlandı.” der gülerdik. 105 yaşında olmasına rağmen son birkaç ay öncesine
kadar sağlığı gayet yerindeydi. O yaşının daha büyük olduğunu söylerdi. Onu en
son 23 Nisan Çocuk bayramında bayram alanında gördüm. Herkese olduğu gibi
bayram alanında bana da sarıldı. Son defa o gün fotoğraflarını çektim.
Arşivimde Mehmet amca ile ilgili kaç tane fotoğraf var. Onları bir gün lazım
olur diye saklıyorum.
Ben yine her zaman olduğu gibi, bedeni ihtiyar ama
ölene kadar ruhunu geç tutmayı başaran Mercimek Mehmet amcaya “Mekânın cennet
olsun delikanlı” demek istiyorum.
Mekânın cennet olsun delikanlı!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder