17 Nisan 2013 Çarşamba

BABAMIN GÖZYAŞLARI


BABAMIN GÖZYAŞLARI

            Soğuk bir kış günüydü. Vakit gece yarısını biraz geçmişti. Derin bir uykudaydım. Uykumun arasında başımda birtakım insanların konuştuklarını hissettim. Gözlerimi ovalayarak açtım.
            Ertürk ağabeyim o zamanlar hasta idi. Acaba ona bir şey mi oldu diye düşündüm. Oysa o da anamla birlikte başucumda söylenip duruyordu. Anam bir ara beni dürterek.
            ‘’ Oğlum kalk’’ dedi.  ,
Uyku tatlıydı. Hiç kalkmak istemiyordum. Zoraki doğrularak:
“Derdiniz nedir?’’ dedim. Anam;
‘’Oğlum kalk hele kalk. Mürsel Emminler de bir şeyler oluyor!‘’ dedi.
‘’Ne olacak bu gece yarısı, yatın.‘’ dedim.
Ancak dediğime diyeceğime pişman oldum. Anam sesini yükseltti.
’’Sana kalk dedim. Biraz önce emmin buraya geldi. Babanı çağırdı. Yengenle kavga yaptıklarını söyledi. Çabuk öğren de gel,” dedi.
Ertürk ağabeyim kendisi gitmek istiyordu. Anam ona engel oldu.
‘’Sen gidemezsin’’ dedi.
Ağabeyim hastalığın verdiği huzursuzluğun tesiriyle çok sinirlenmiş, amcama söylenip duruyordu.
 ‘’Yine ne yaptı? Acaba öldürdü mü? ‘’ gibi sorular birbiri ardına sıralanıp gidiyordu.
Mürsel Amcam bir cinayetten yedi yıl hapis yattığı için her türlü kavgada amcamı suçlamak adeta moda olmuştu. Ne zaman yengemle amcam arasında bir tartışma olsa babam da anam da amcamı suçlarlardı. Ona nasihat da bulunurlardı. Amcamla yengemin kavgası hiç bitmezdi. Oysa yengem çok iyi bir kadındı. Amcam da kötü bir insan değildi. Çocukları çok severdi. Bizim bir dediğimizi iki etmezdi. Bize ne zaman gelse mutlaka beni yanına oturtturur, hoşuma giden sözler söyler, bana harçlıklar verirdi. Keşke benim de bir oğlum olsa diye hayıflanırdı. Yengemle amcamın kavgalarının tek nedeni çocuktu.
Onların çocukları yoktu. Amcam çocuk istiyordu. Yengemin çocuğu olmuyordu. Ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Zaman zaman kavgaları bu yüzden olurdu.
İşte herkes ‘’alışık olduğumuz kavgalardan biridir’’ diye bunun için tepki gösteriyordu.
Dayanamadım kalktım. Üzerimi giyindim. Dışarı çıktım. Gökyüzü gündüz gibi aydınlıktı. Ay dolunaydı. Koşarak amcamlara vardım. İki katlı ahşap evin alt katında birtakım insanlar vardı. Yavaşça içeri girdim. Bir de ne göreyim yerde bir tabut, içinde bir ölü! Eyvah amcam yengemi öldürmüş! Oradan çıkıp anama haber vermeliydim. Yavaşça kapıya yaklaştım tam çıkacaktım. Amcam kolumdan tuttu.
‘’ Haydi, yukarı çık, yengene söyle, çay demlesin ‘’ dedi.
Neye uğradığımı şaşırdım. Ölen kimdi? Yengem neredeydi?
Yukarı çıktım. Yengem kapıyı açtı. Gözlerime inanamadım. Yengem sağ idi. Ne diyeceğimi bilemedim. Sevindim. Allah’ım sana binlerce şükür. Yengem ölmemiş. Amcam tekrar katil olmamıştı. Ama ölen kimdi? O tabut kime aitti? Karışık duygular içerisindeydim. Yengeme amcamın çay istediğini nasıl söylediğimi bile hatırlamıyorum.
Tekrar aşağıya indim insanlar biraz daha çoğalmıştı. Babamı aradım. Babam tabutun başında bir köşeye büzüşmüş, başını avuçlarına almış hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Neye uğradığımı şaşırdım. Ağlayan babamdı. Onu ilk defa ağlarken görmüştüm. Yanına yaklaştım.

‘’Baba niye ağlıyorsun? ‘’ dedim. Daha çok ağladı. Hıçkıra hıçkıra yüzüme bakmadan ağladı. ‘’ Baba ölen kim ?’’ dedim. ‘’Gardaşım... Halil’im…’’ dedi. Kendini bıraktı. Tabuta sarıldı. Babam bağıra bağıra ağlamaya başladı. Tabutu parçalıyordu sanki. İsyan edercesine haykırıyordu. ‘’Allah’ım o daha çocuk, alma onu ne olur. Beni al, beni al’’ diyordu babam.
Anlamıştım artık. Ölen amcamdı. Babamın en küçük kardeşi… Halil amcam. Dedem Çerkez Ali’nin ‘’ Halil’i üzmeyin, ona sahip çıkın’’ dediği en küçük oğlu Kore gazisi Halil amcam.
O gün babam hep ağlamıştı. Gün doğmuş, cenaze defnedilmiş. Herkes ölümün gerçeğini kabullenmiş, ağlamaz olmuş, ancak babam hep ağlamıştı.
O günden sonra yıllar geçti. Babamı ağlarken görmedim.


Bir gün babamla sohbet ediyorduk. Babam sohbet seven bir insandı. Sürekli askerlik hatıralarını anlatır. Her anlattığında aynı konuları yeni anlatıyormuş gibi merakla dinlerdim. O gün başkaydı. Askerlik hatıralarını değil çocukluğunu anlatıyordu. Ermenilerin Türkler üzerinde uyguladıkları soykırımı anlatıyordu. Babasının on sekiz yerinden Ermenilerce bıçaklanmasını, anasının Ermeni Kirkor tarafından sorgulanmasını, Hacın’dan Karsavuran’a kaçarken bacısı Adeviye’yi nasıl yolda bıraktıklarını...  O günleri tekrar yaşıyor gibi anlatıyordu.
Bir ara babama Melek Hanım’ın ağıtını bilip bilmediğini sordum.
“ Kim bilmez ki oğlum “ dedi.
“Peki, söyler misin?” dedim. Cebinden buruşmuş bir kâğıt çıkartarak bana uzattı ve “al oku”dedi.
Uzattığı kâğıt parçasını aldım. Çok düzgün yazılmamıştı. Sıradan bir şiir gibi okumaya başladım;
“Muşambaya oturtmuşlar
Etrafında geziyorlar
Sen çete topladın deyi
Çalgıyınan yüzüyorlar.

Feke’ ye sevk edeceğiz deyi
Daş köprüyü aşırdılar
Yoldan geri kaçtın deyi
Gurşunan bişirdiler

Gadanı alayım gayınım
Son görgü de bu muydu?
Çifte gurşun sıkılınca
Düşek yerin su muydu?”

Göz ucuyla babama baktım. Yüzü asılmış, rengi değişmişti. Oysa ben hiç etkilenmemiştim. Bana göre sıradan bir şiir, babama göre kim bilir neler ifade ediyordu.
“Başkâtibi öldürdüler
Değneğinen döve döve
Kürt Genco’yu yüzüyorlar
Özne gibi öve öve

Örflüydün Genco Çavuş
Gâvurlara eyle zavır
Osman ‘ı mı öldürüyor
Çamşar oğlu goca gâvur”

Ağlamaklı bir sesle “bunlar hep gerçek” dedi babam. Ben devam ettim.
“ Sekiz gâvur bir gelince
Osman’ımı şaşırdılar
Baban çete başı deyi
Hacı Ahmed’i bişirdiler

Hacın oldu ganlı guyu
Uyu Osman oğlum uyu
Hücumunan alınmadı
Yıkılasın Sultan Suyu”

“ Vay anam!” dedi babam. Babama baktım. Rengi kızıla yakın olmuştu. Saçları dikleşmiş, elleri ve dudakları titriyordu. Bozuldum. Ne diyeceğimi ve ne yapacağımı bilemedim. Boğazıma bir şey düğümlendi. Okuyup okumamakta tereddüt ettim. Babam “oku” anlamında başını salladı. Ben okumaya devam ettim.

“Aman bu ne acı işler
Babasını öldürmüşler
Atfiye’me selam söylen
Göğ yüzünde uçan guşlar

Şefikamı öldürmüşler
Mektebin önünde yatar
Babam oğlu goç Bilal’ım
Bunu duysa neler yapar

Amir memur demediler
 Hep bir ipe bağladılar
Bekir oğlu Dede Ağa’yı
Demirlerle dağladılar    

 

Zabıt Kâtibi Memmedi

Topuz ile dövüyorlar
Enfiyeci Hüseyin’i
Tellerinen boğuyorlar”

“oy! Anam oy” dedi babam. Ben devam ettim.

“Meydan gazanı gurdular

Bebekleri gaynattılar

Gün görmedik hanımları
Süngüyünen oynattılar

Gapı gapı geziyorlar
İfadeyi yazıyorlar
Düşman başına vermesin
Oğlak gibi yüzüyorlar

Kele Dudu kele Dudu

‘’Ganlı gömlek yu’’ diyorlar
Bebekleri gaynatmışlar
‘’Guzu eti ye’’ diyorlar” dedim.
Babam kendisini bıraktı. Ağlamaya başladı. Tıpkı kardeşi Halil’in ölümünde olduğu gibi… Hıçkırarak ağlıyordu. Bir taraftan da bana bakmamaya gayret ediyordu. Ama öğle bir ağlıyor. Öğlesine gözyaşları döküyordu ki bunu ben ne anlatabilirim, ne de sizler anlarsınız. Dondum kaldım. Ona gözyaşlarımla eşlik edemedim. Çünkü ben onun gibi ;” Babamı ne zaman öldürecekler? Evimizi ne zaman basacaklar? Derimizi ne zaman yüzecekler? Ne zaman bizi kaynar kazanlarda haşlayıp anamıza yedirecekler” diye bir kaygım olmadı. Babam yaşlı gözlerini bana çevirdi;

“ Yaşa babam oğlu yaşa
Bu da gelirmiş başa
Gaytancı Hüseyin efendinin
Sarığını sardılar daşa” dedi.
Ağlamaya devam etti. Bir ara hiç konuşmadık. O ağlıyor, ben anlamaya çalışıyordum. Sanki İçimi Okumuşçasına  ”Sen anlayamazsın oğlum, çünkü sen o günleri hiç yaşamadın” dedi.
Haklıydı babam. Ben o günleri hiç yaşamamıştım. Ben esareti tanımamış, ölümü iliklerimde hissetmemiştim. Ben ne Aram Çavuşun zulmünü gördüm, ne de Kirkor’u tanırım. Ama babam biliyordu. Onun için gözyaşları döküyor, onun için ağlıyordu.
Afet beni Babam… Seni anlayamadım. Gözyaşlarına ortak olamadım. Sen rahat uyu babam! Seni artık anlıyorum. Çünkü ne zaman o ağıdı ellerime alsam senin gibi ağlıyorum. Allah’ıma binlerce şükür, senin gibi bir babaya sahip olduğum için gurur duyuyorum.
Sen rahat uyu babam, sen rahat uyu!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder