NALTAŞLI
İBRAHİM YA DA ARDICIN BAŞI
Yahya Gökçe benim öğretmenim olur. Kendisi emekli bir
öğretmendir. Onu öğrencilerine ve öğretmen arkadaşlarına sorduğunuzda tek
kelime ile onu tarif ederler. “Çok zeki adam... Okuduğunu, duyduğunu ve
gördüğünü hiç unutmaz.” Onun engin fikirlerinden faydalanmak için 02.11.2010
günü saat 16.00 da kendisini babasından kalma ahşap evinde ziyaret ettim.
Avlu kapısından girdiğimde değerli hocam yine arızalanmış
olan odun kesme motorunu tamir ediyordu. Beni görünce elindeki işi bırakıp
benimle ilgilendi. Evinin ikinci katına çıktık. Beni içeri buyur etti ama ben
evin dışındaki çardakta oturmayı tercih ettim. Niyetim gün ışığından faydalanıp
hocamın bana anlatacaklarını kaydetmekti. Hiç vakit kaybetmeden hocama derdimi
anlattım. Benim derdim neydi ki?
Benim tek isteğim vardı. Hayata gözlerini yummuş ve
1920’li yıllarda Hacın veya köylerinde yaşayan insanların anlattıklarını
evlatlarından veya torunlarından dinlemekti. Yahya Hocamın babası İbrahim
Amcayı çocukluğumda tanırdım. 1920 yıllarını çocukta olsa yaşayanlardandı. Onun
için de Yahya Hocama sordum:
-Adınız soyadınız?
-Yahya Gökçe
-Kaç doğumlusunuz?
-1945
-Babanızın adı soyadı?
-İbrahim Gökçe
-Annenizin adı soyadı?
-Hafize Gökçe
-Baban İbrahim Gökçeyi halk nasıl bir isimle tanır?
Bu soruyu sorduğumda Yahya Hocam tatlı tatlı güldü.
Gülerek de:
-Hovarda İbrahim derler. Naldaşlı İbrahim derler. İbrahim
Hoca derler.
İbrahim Amca birkaç evlilik yaptığı için ona halk
“Hovarda İbrahim” Naldaş köyünde doğduğu için “Naldaşlı İbrahim” ve camilerde
ezan okutup namaz kıldırdığı için de ona “İbrahim Hoca” deme gereği duymuştu.
Küçük yerleşim yerleri zaten hep böyledir. Her insanın soyadından başka illa
bir lakabı vardır. Çoğu zaman lakabını söylemezseniz insanların kimliğini
yeteri kadar anlatamazsınız. Biz bu hikâyemizde halk arasından en yaygın lakabı
olan “Hovarda İbrahim” adı ile İbrahim Gökçe’yi anlatacağız. Hem de oğlu Yahya
Gökçe’nin ağzından:
“Benim babam Saimbeyli’nin Naltaş Köyü’nden. O köyde
doğup büyümüş. Babamın anlattığına göre Hacın karışmadan önce, yani Hacın’da
savaş çıkmadan önce, Ermeniler bizim köyü basmışlar. Köylüleri toplayıp dedemin
ahırına doldurmuşlar. Ellerini de bağlamışlar. Başlarına da bir nöbetçi bırakıp
köyü fırışkaya (yağmalamaya) gitmişler.
Köyde ne buldularsa; hayvan, yağ mağ ne varsa hepsini toplamışlar. O baskının
asıl niyeti köylüleri öldürmek değil, köyü yağmalamak ve topladıkları
yiyecekleri Hacın’a götürmekmiş.
Babamları bekleyen Ermeni bekçi orada bir darı sokanağı
varmış. Başlamış onu çiğ çiğ yemeye. Demek ki çok acıkmış ki ahırın kapı
mandalını takarak o da bahçelerde ne bulduysa onu yemeye gitmiş. Babamlar o
fırsatı değerlendirmiş. Birbirlerinin
elini çözerek ahırdan kaçmışlar. Benim babam o zaman çok hastaymış, kaçacak
durumu yokmuş. Dedemin evinin yanında bir ardıç ağacı varmış. O ardıç hala
duruyor. Ben o ardıcı gördüm. Benim babam o ardıç ağacının üstüne çıkmış, oraya
saklanmış. Bir süre sonra yağmacılar yine dedemin evine gelmişler. Bakmışlar ki
herkes kaçmış. Bekçilik yapan adamı “onları sen kaçırdın” diye iyi bir
dövmüşler. Sağa sola rast gele silah sıkmışlar. Babam anlatırdı. Kurşunlar
babamın yanından geçmiş. Ama babama isabet etmemiş. Evleri yağmalayarak oradan
kaçmışlar. Babam o ardıcın başında sabahlamış”
-Kimseyi öldürmüşler mi orada?
-Yok öldürmemişler! Onlar oraya yağma için gelmişler,
köyü hep yağmalamışlar. Ne buldularsa alıp gitmişler, dedi. Sonra:
-Ben sana başka bir şey söyleyeyim. Anam söyler söyler
ağlardı. Benim aklıma gelince ben de duygulanıyorum. Mahmatlı Köyü’nde bir
Sultan garı varmış. Sultan Garı hep ağıt yakarmış. Cihan harbinde de çok ağıt
yakmış. Anam ondan öğrenmiş. Bize de ağlayarak söylerdi, dedi ve:
“Hacın’ın çevresi dağlar
İçi mor sümbüllü bağlar
Şehit düşen kuzuların
Anası, bacısı ağlar.
Çatağın dersinde
Kan kokuyor arasında
Mehmet oğlan şehit düşmüş
İki yolun arasında
Goca (koca) suda su doldurur
Püskülünü yel galdırır (kaldırır)
Tez gel Mehmet oğlan
Derdin anan
öldürür.”
Bu dörtlükleri
söyledi. Kim bilir İbrahim Amcayı veya eşi Hafize Teyze’yi dinlemiş olsaydım bana
neler anlatırlardı.
EBEMİ
VURDULAR
Naltaş Köyünden İsmail Yıldızhan’ı bilirim. Ona “Seydi
İsmail “ derler. 12 Kasım 2010 günü bir yere gitmek için evimin önünde arabama
biliyordum. Seydi İsmail uzaktan beni gördü ve acele ile benim yanıma geldi.
“Ahmet
Hocam, Ermeniler benim ebemi de vurdular” dedi.
“Hayırdır
İsmail Abi, nereden aklına geldi şimdi bu olay?”
“Seni
televizyonda seyrettim. Anlattıklarından etkilendim. Ben de sana ebemi anlatmak
istiyorum.” dedi.
Şunu
bir kere daha anladım ki Saimbeyli’de bir ilan verilecek olsa ve denilse ki:
“Ey ahali, yakınlarından Ermeni mezaliminden nasip alanlar bir yerde
toplansınlar!” galiba yüzlerce insan o meydana toplanır.
İsmail Yıldızhan “Benim ebemi de Ermeniler vurdular”
deyince arabama binmekten vazgeçtim.
“Nasıl vurmuşlar İsmail Abi, anlat bakalım” dedim.
“Ben Naltaş köyündenim. 1938 doğumluyum. Ben ebemin
yanında büyüdüm. Ebemin adı Zehtari. O bize eski günleri çok anlatırdı. Ben
ondan duydum.”
“Ne duydun?”
“Ebemin sırtında bir yara vardı. O yara bir gün azdı.
Ebem çok eziyet çekti o yaradan. Ben ona ilaç sürerdim. Ebeme sordum:
“Ebe bu yara neden oldu?”
“Gavurlar vurdu oğlum!” dedi.
“Bizim köyü Ermeniler basmışlar. Köyü yağmalamak için...
Köyde ne kadar insan varsa bir ahıra doldurmuşlar. Onların başına da bir bekçi
dikmişler.”
İsmail Abi’nin anlattığı hikâye aynen Öğretmen Yahya
Gökçe’nin anlattığı hikâyeydi. Ben de aynı hikâyeyi sabırla dinledim. Aslında
benim içinde iyi oluyordu. Hiç değilse ayrı kişilerden aynı olayı dinliyordum.
İkisi de birbirinin tıpkısını anlatıyordu. Ama herkes kendi penceresinden
anlatıyordu. Yahya Bey, babasını, İsmail Yıldızhan ise ebesini anlatıyordu.
İsmail Yıldızhan devam etti.
“Bizim yüz kadar davarımız varmış. Sürüyü babam
güdüyormuş. Babamın adı Seydi. O davarlarımızı Ermeniler yağmalamışlar. Bir
süre götürdükten sonra babama:
“Sürüyü alıyoruz, senin canını bağışlıyoruz. Hadi sen
git!” demişler.
Babam doğru köye kaçmış. Onun geldiğini gören Ermeniler
onu da tutmuşlar ve ahıra ebemin yanına onu da atmışlar. Babamın elini
bağlamamışlar. Ebem babama:
“Bekçi görmeden ellerimi çöz” demiş. Babam da ebemin
elini çözmüş. O sırada bekçi çok acıkmış o da yağma yapmaya gitmiş. Bekçinin
gittiğini görenler ahırdan kaçmışlar. Ebem de babamın elinden tutmuş,
bahçelerin arasından kaçmaya başlamış. Ebem istiyormuş ki Çeralan köyüne
gideyim, Naltaş köyünü gâvurlar bastı diye haber vereyim,” diye düşünmüş.
Bahçelerin arasından ebem kaçarken Ermeniler arkadan ateş etmişler. Ebem ayağı
takılmış yere düşmüş. Gâvurlar ateşe devam etmişler. Bir kurşun ebemin
kalçasından girmiş omzundan çıkmış. Derin girmemiş. Ebem orda vurulmuş.
Gavurlar köyü hep yağmalamışlar. Köyden ne var ne yoksa almışlar.”dedi.
“Sen ebendeki kurşun yarasını gördün mü?”
“Evet gördüm!”
Bir çocuk ebesindeki kurşun yarasını görür de o
anlatılanları hiç unutur mu? Elbette unutmaz. İşte böyle doksan yıl sonra gelir
birilerine anlatır ebesinin başından geçenleri.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder