KANA
DOYMADILAR
Savaş
biteli bir yıl oldu. Savaş bu, kural bilir mi? Hacın’ı görseydiniz, kan
gölüydü. Hacın aylarca yandı. Dumanlar kara kara buluta dönüştü. Şehrin
içerisinde gezmek adeta imkânsızdı. Her tarafta yanık kokusu… İnsan ölüleri
ortalara serilmiş. Ağır bir koku sarmış her yeri.
Mevsim ilkbahar.
Toroslarda kır çiçekleri açmış. Dağlar yeşilliğine bürünmüştü. Dağlar yeşerdi
mi, Yörüklerin kanı sıvılaşır. Dağlar çeker onları. Sümbülleri koklamadan,
kengeri yemeden duramazlar. Dağlar sevdadır Yörük’e… Çam kokularını özler.
Koyunun kuzuya, oğlağın keçiye kavuşma anı huzurdur. Devesine bindi mi dağlar
küçülür gözlerinde. Bir çırpıda en yükseğine çıkmak ister tepenin. Yükseklere,
daha yükseklere çıkmak, rüzgârın en delisini bağrına toplamak ister. Ciğerleri
yükseklerde doyar ancak. Savaş varmış, eşkıya dağda gezermiş, kurdu, çakalı
korku salarmış… Ne fark eder. Yörük özgürlük ister. Dağlar onun özgürlüğüdür.
Rızkını ardıç cüleğinden bile toplasa yeter. Yeter ki dağlar olsun. Yeter ki
Süt Tepesi sütsüzlük yapmasın. Yeter ki ağustos sıcağını Kozan’da yaşamasın.
Kozan yakar onu, kavurur. Dünyada cehennemi yaşamak ölüm gelir Yörük’e.
Aylardan nisan. Yıl
1921. Ekiz Mehmet “hazırlanın “dedi aşirete.
—Hazırlanın
gidiyoruz.
Kimse nereye diye sormadı bile. Dağlara
susamışları. Çevreden birkaç eş dost Ekiz Mehmet’in kararını duydu. Belki söz
dinler diye Ekiz Mehmet’in kıl çadırına koştular.
—Yapma Mehmet. Hacın
daha kan kokuyor. Dağlar daha güvenli değil.
Dinler mi Ekiz
Mehmet? O dinlese çocuklar dinler mi? Bir ara Mahmut’un gözlerine baktı.
Mahmut, Ekiz Mehmet’in oğlu. 11–12 yaşlarında. Kaşlarını çatmıştı. Babasına kaş
altından bakıyordu. Sanki babası cayacak gibi. “Cayma” dercesine yalvaran bir
gözle… Büyük oğlan Hacı daha hiddetli… Gelenlere sanki neden geldiniz. Biz dağlara
çıkmak istiyoruz. Süt Tepesi bizi
bekliyor. Şimdi tam nanelerin filizlenmeye başladığı mevsim. Keşke babası
caymasa…
Caymadı Ekiz Mehmet.
Toparlandılar birkaç gün içerisinde. Yörük çabuk toparlanır. Konmak-göçmek
onlar için iki dakikalık iştir. Develere sarıldı yükler. Koyunların, keçilerin
yönünü çevirdiler Toroslara. Büyükler önde, küçükler arkada… Ver elini
Hacın.
Hacın elini verdi.
Yörükler Hacıdan geçtiler. Daha yukarılara. Süt Tepesi’nin kuzeyine kurdular
çadırlarını. Beslediler koyunlarını kuzularını. Oğlaklar serpildi, kuzular
koyuna dönüştü. Bahar gitti. Yaz gitti. Mevsim güze döndü. Artık son güzdür.
Baharda süt tepesine yetişen kuzular, koyun oldu. Kötürüm koyunlar hoplayıp
zıpladı. Develer yünlerini değiştirdi.
Bir dedikodudur yayılmaya başladı çevrede.
Dağlarda Ermeni eşkıyaları geziyormuş. Oysa savaş biteli bir yıl oldu. İnanmadı
Ekiz Mehmet. İnanmadı çocukları. Yaşlılar temkinli olmak lazım gelir dediyse de
aldırmadılar. Hoş aldırsalar ne yazar. Dağların her yerinde jandarma gezemez
ki… Zaten asker olacak adam mı kaldı? Savaş ne ocaklar batırdı. Hacın’da
Hacınlı mı kaldı? Kime ne anlatırsın ki? Dağlar sessiz. Dağlar her şeyi
bağrında barındırır. Ceylanlara, kekliklere, rengârenk kuşlara bağrını açan
dağlar; ayıya, kurda, çakala da bağrını açar. Öyle de oldu.
Artık güz göçü
başlayacaktır. Birkaç gün sonra Yörükler kışın sıcağı çok olan Kozan’a
göçeceklerdir. Ama biraz daha beklemek lazım… Dağlarda kaç gün kalırlarsa o
kadar kârdır. Sarıgeçili Yörükleri nedense
hiç bırakmak istemezler Süt Tepesi’ne yakın yerleri. Kışın buraları kar iyice
doldurmasa düz ovaya inmeyi hiç istemezler. Çocuklar bakın. Ne büyük zevkle
çebiçleri otlatıyorlar.
Vakit öğle vaktiydi.
Acıkmıştı Hacı ve Mahmut. Kezban ana alelacele yumurta kaynattı. Süt koydu
sofraya. Bir de taş kömbesi. Kırdılar yumrukla soğanı. Bulgur pilavı eksik
olmazdı sofrada. İki kaşık aldı Hacı pilavdan. Haşlanmış yumurtanın yarısını
yedi. Mahmut ekmeğini süte bandı. İki lokma ağzına ya aldı ya almadı. Dağlardan
koyunlar meleşmeye başladı. Köpekler acı acı uludu. Bir tedirginlik çöktü bütün
canlılara. Süte bandığı ekmeği boğazından aşmadı Mahmut’un. Hacı biraz daha telaşlı…
—Yetiş dedi Mahmut’a.
Yetiş gidelim. Koyuna kurt girdi galiba.
Mahmut son lokmasını
sütün içinde bıraktı. Son lokmayı ağzına bile almadı. Nasıl alsın koyuna kurt
girmiş. Koyun onun gözü. Elinde büyüdü çoğu. Ya kurt kapasa? Yeldiler Süt Tepesi’ne
doğru. Ellerinde birer parça ekmek… Koşarak ekmekten kemirdiler. Kuru ekmek
boğazlarına takıldı mı onun bile farkında değildiler. Bir ara Mahmut’un aklına
sütün içinde bıraktığı son lokması geldi. Geri dönüp onu yemek istedi.
Kuzuların acı acı melemesini duydu. Dönmedi geriye koştu kuzulardan yana. Süt Tepesi’ni
koyunlar, keçiler sarmıştı. Dağ taş koyun keçi. Sağa sola baktılar. Bir şey
göremediler. Koyunlar sakinleşmişti. Demek ki bir ara birkaç kurt geldi.
Köpeklerin havlamasından korkup kaçtılar diye düşündüler.
Babaları Ekiz Mehmet arkadan yetişti. Baktı
ortalık sakin. Sabahtan beri de yemek yememişti. Ama çocuklarına:
—
Hadi,
siz gidin yemeğinizi yiyin, dedi.
Hacı,
—
Biz
biraz yedik. Sen hiç yemedin baba…
—
Çocuklar
ben açlığa dayanırım. Siz gidin yiyin.
Çocuklar gitmediler.
Babalarını yemeğe gönderdiler. Kendileri koyunun başında kaldılar. Koca bir
sürü. Dağı taşı kaplamış. Koyunla keçiyi aynı yerde otlatmak da zor… Koyun ağır
hareket eder. Sıcağı görünce kafa kafaya verir. Birbirinden ayırmazsın. Keçi
öyle değildir. Keçi dağ taş dinlemez. Ağaçların tepesine kadar uzanır. Ne
bulursa yer. Ama bir çığlıkla bir araya toplanır. Onun için keçilerin başına
Mahmut geçti. Koyunları Hacı otlatıyordu. Bir ara Hacı bir tıkırtı duyar gibi
etmişti. Ama ne olduğunu anlamadı. Köpekler de acıkmışlar babaları Ekiz
Mehmet’in arkasına takılıp gitmişlerdi. Bir anda Hacın’ın karşısında iki
silahlı adam belirdi. Silahlarını Hacı’ya çevirdiler. Hacı ne yapacağını
şaşırdı. Hemen tepenin öbür yüzündeki Mahmut aklına geldi.
—Mahmut! Kaç! diye
bağırdı ancak.
Mahmut duydu mu?
Bilinmez.
Hacı kaçmayı denedi.
Bir silah sesi ile yere yığıldı. Yuvarlandı Süt Tepesi’nden aşağıya.
İkinci silahlı üzerine atladı. Silahın
kabzası ile Hacı’nın kafasına kafasına vurdu. Sonra diğer arkadaşı geldi.
Hacı’nın zaten kıprar hali kalmamıştı. Tutup bacağından yerde sürüklediler.
Çadırların göremeyeceği bir yere doğru sürüyerek götürdüler. Bir ara ayıkır
gibi oldu Hacı. Doğrulmaya çalıştı. Tekmeyi yedi böğrüne. Hacı’yı götürdükleri
yerde bir başka manzara daha vardı. Üç kişi de Mahmut’u yakalamıştı. Ellerini
arkadan bağlamışlardı. Yüzü kanlar içerisindeydi. Şakağından kan akıyordu.
Duyduğu seslere doğru başını çevirdi. Gözlerini aralamaya çalıştı. Gelenleri
tanımak istiyordu.
—Al
dedi pos bıyıklı iri yarı adam. Al. İşte abin de geldi.
Yarım
yamalak bir “abi” diye zor söyledi Mahmut. Tekme omzuna indi. Ağzı aşağı yere
yapıştı Mahmut.
Beş kişiydiler. Beşi
de silahlı. Kendi aralarında Ermenice konuştular. Hacın Ermenilerindendi hepsi.
Gitmemişlerdi. Ne kadar Türk öldürürsek o kârdır diye dağlara kaçmışlardı.
Dağda yalnız buldukları insanları öldürerek intikam almayı planlamışlardı. Eli
silahlı Türklerle de karşılaşmamak için azami dikkat göstermişlerdi. Bunlar
çocuktu. Ne direneceklerdi. Oysa günlerdir süt tepesinin etrafında
dolaşıyorlardı. Eli silahlı çobanları görüyorlardı. Ekiz Mehmet’i, Deli Kerim’i
ve diğer eli silahlı çobanları görüyorlardı. Onlara bulaşmak işlerine
gelmemişti. Ya direnirlerse. Can tatlı. Canlarını tehlikeye atacak yürek mi
vardı onlarda? Hacı ne ki? Yaşı daha on beş.
Ya Mahmut? On ikisinde. İşte tam onlara göre. Onlar çocuk öldürürler
sadece. Güçsüz insanlara saldırırlar. Yaşlılara eziyet ederler. Bebekleri katlederler.
Daha birkaç gün önce bu eşkıyalar Yahyalı Çamlıca (Faroşa)’da Güllü karının
kocası Köle Mahmut’u kesmemişler miydi? İşleri adam kesmekti. Güçsüz insanları.
Çocukları… Acımadılar. En ufak bir yürek huzursuzluğu hissetmediler. İki
çocuğun da ellerini arkaya bağladılar. Hacı biraz direndi. Ama Mahmut. Ama
Mahmut. Direnecek gücü mü vardı çocuğun?
İri yarı olan
çocuklara sordu.
—Kaç silah var
evinizde?
—20 dedi Hacı.
—Kaç adam var
aşirette?
—100 dedi Hacı.
Adam öfkelendi.
—
Dalga
mı geçiyorsun bizimle? Biz günlerdir evi gözetliyoruz. Topu topu beş adam var.
—
Siz
öyle sanın, dedi Hacı.
—
Neredeler
peki?
—
Evin
altındalar.
—
Evin
altında mahzen mi var?
—
He
dedi Hacı.
Dedi demesine de
tekmeyi yedi çenesinin üstüne. Sırt üstü yere düştü. İki adam kollarından tutup
tekrar doğrulttular.
—
Şimdi
göreceksin.
Dedi iri yarı adam.
Nefes bile almadan:
—
Kesin
çocuğu! diye emrini verdi.
Hiç zaman kaybetmedi
gözü dönmüşler. Oğlak keser gibi Mahmut’un başını gövdesinden ayırdılar. Başı
yuvarlandı Süt Tepesi’nden aşağıya. Gövdesi, başı kesilen tavuk gibi çırpındı.
Ne bir ses ne bir soluk… Çırpındı gövde. Yuvarlandı baş. Pis pis güldüler. Top gibi yuvarlanıyor diye
alay ettiler.
—Köpekler.
Dedi sadece Hacı.
Sonra köpekleri geldi aklına. Hepsi asildi. Onun köpekleri bile eli bağlı
çocuğa saldırmazdı. Onun köpekleri bile böyle acımasız olmazdı.
İlerilerden köpek
sesleri duyuldu. Koyunlar, keçiler birbirine karıştı. Kan kokusu keçileri,
koyunları tedirgin etti. Bağırdıkça bağırdı koyunlar. Meledikçe meledi. Ortalık
karıştı. Eşkıyalar ne yapacaklarını şaşırdı.
—
Bir
an önce kaçmalı. Şimdi köpekler gelecek. İşimiz kötü.
Dedi iri yarı olanı.
Kaçmaya başladılar. Beş adım ya attılar ya atmadılar.
—
Durun!
Öbürünü de öldürelim. Yoksa gittiğimiz yeri söyler. Kaç kişi olduğumuz bilinir.
Geri döndüler.
Çullandılar Hacı’nın üzerine. Hacı’yı kesmek, Mahmut’u kesmek kadar kolay
olmadı. Hacı direndi. Vermek istemedi başını. Tekmeyi yedi kuluncuna. Ağzı
aşağı kapandı yere. Başından tuttu birisi. Diğeri bıçağı boğazına sürdü. Bir
ses duyuldu ancak. Acı ile inleyen. Başı tam kopmadı Hacının. Ama seriliverdi
yere.
—
Çabuk
uzaklaşalım. Şimdi köpekler gelir.
Arkalarına bile
bakmadan kaçtılar. Ormanların arasına. Cöbük’e doğru koşular. Obruk tarafına.
Yani tepenin öbür yüzüne…
Olay yerine ilk Kır
Ese geldi. Gördüklerine inanamadı. Ne yapacağını şaşırdı. Bir aşağı bir yukarı
koçtu. Şaşkındı. Koyunlara, keçilere koştu. Her yer kandı. Kanı hâlâ ılık ılık
akan Hacı’ya sarıldı.
—Ses ver Hacı! Ses
Ver Hacı!
Ne sesi. Ses mi
kalmıştı. Hacı’yı omzundan kavradı. Kendine çekti. Hacı’nın başı gövdesinden
aşağı sarktı. Ayrılmak üzereydi baş gövdeden. Sadece deri tutuyordu. Silahı
elinden düştü. Ne yapacağını şaşırdı.
—Hadi, hadi, hadi
dedi kendi kendince. Ne söylediğini kendisi anladı. Ne ses verdi Hacı.
Aklına silahı geldi.
Kaptığı gibi silahı;
—Kaçmayın. Kaçmayın.
Kaçmayın. Erkekseniz kaçmayın diye bağırabildiği kadar bağırdı. İki el ateş etti sağa sola. Sonra kendisine
gelir gibi oldu. Koştu Süt Tepesi’nin Sarnıç’a bakan tarafına. Bağırdıkça
bağırdı. Silahını gökyüzüne çevirdi. Ne kadar kurşunu varsa boşalttı.
Acı ses çabuk
duyuldu. Bir figandır koptu çadırlarda. Ne olduğunu anlamadılar ama kötü bir
şey olduğunu bildiler. Kadın, kız, genç, yaşlı, çoluk çocuk Süt Tepesi’ne doğru
koştular. Ellerine değnekler aldılar. Köpekler önde insanlar arkada Süt Tepesi’ne
tırmandılar. Uzadıkça uzadı Süt Tepesi sanki. Yoruldu ihtiyarlar. Çocuklar
koşamaz oldu. Hiç kesilmedi Kır Esenin bağırması. Kır Ese sağa sola koşturuyor.
Avazı çıktığı kadar bağırıyordu.
—Anam öldük. Anam
öldük. Yetişin gurbanlar. Çocukları yediler diye bağırıyordu.
Tepeye ilk varan
Kerim oldu. Kerim, Hacı ile Mahmut’un büyük ağabeyleriydi.
-
Ne
oldu Ese? Ne oldu Ese?
-
Gittiler,
gittiler, gittiler.
Bir şey anlamadı
Kerim. Bir ara kurtları düşündü. Mutlaka kurtlar sürüye gelmişti. Onlar da
gitmişti. Ne olacaktı sanki. Belki üç beş koyunu kurt almıştı. Olsun. Mal değil
mi. Telefi de olur kalanı da.
—Yeter Ese. Yeter
Ese. Canımız sağ olsun.
—Can gitti. Can
gitti. Kerim… Can gitti.
İşte o anda ne
olduysa oldu. Kerim yerde kanlar içerisinde kardeşi Hacı’yı gördü. Hacı’ya
koştu. Hacı’ya sarıldı. Hacı’nın cansız bedenini kucağına aldı. Ağladı. Ağladı.
Ağladı. Sonra güldü. Tekrar ağladı. Kerem’in dengesiz halini gören Ese iki
tokat attı Kerem’e. Kerem kendine gelir
gibi etti.
—Mahmut nerde Ese,
dedi.
Ese, beş metre
uzaklıktaki Mahmut’un ölüsünü gösterdi. Göstermez olaydı. Kerim kendinden
geçti. Avazı çıktığı kadar bağırdı. Taşlara vurdu kafasını. Üstünü başını
yırttı. Yuvarlandı Süt Tepesi’nden aşağıya. Arkadan gelenlerde yetişti.
Cesetleri her gören bir çığlık attı. Çığlıklar çığlıklara karıştı. Süt Tepesi
ana baba günü oldu bir saat içerisinde. Kıyamet süt tepesinde koptu. İki çul getirdiler Süt Tepesi’ne. Cesetleri
çula yatırdılar. Mahmut’un başını on metre vücudundan on metre aşağıda ardıç
çalısının içinde buldular. Gövde ile başı birleştirip bir çulun içerine
koydular. Davarları kendi başına bırakıp Sarnıç’a doğru yürüdüler.
Sarnıç bir kuyunun
adıydı. Yöreye de Sarnıç kendi adını verdi. Ama Sarnıç, Sarnıç olalı böyle bir
olaya şahit olmamıştı. Dilden dile olaylar anlatıldı. Duymayan kalmadı. Bir gün
içinde Sarnıç mahşer yerine döndü. Eli silahlı insanlar geldi. Gençleri yenmek
zordu. Hep bağırdılar. Bağırdılar. Bağırdılar. Lanet okudular böyle düşmanlığa.
Düşman dediğin mert olmalıydı. Ama nerede o? Ermeni bunu hiçbir zaman yapmadı
ki. Hep arkadan vurmayı öğrendi. Hep güçsüzlere saldırdı. Hep başkalarının
maşası oldu.
Lanet okudu Sarnıç’ın
başında insanlar. Öfkelerini bağırarak yenmeye çalıştılar. İki taze bedeni
toprağa gömmek kolay mıydı? Hiç kolay olmadı. Ağlayanları susturacak söz
bulamadı insanlar. Hep birden ağladılar, hep birden çığlıklar attılar. Dağ taş
hep şahit oldu. Şehitlik mertebesine ulaşan iki körpe bedeni Sarnıç’a yakın bir
yerde bulunan armut ağacının dibine getirdiler. Armudun gölgesinde kuyudan
çekilen su ile yıkadılar. Her su döküldüğünde kanlar aktı. Akan kanlar bayrak
oldu. Bayraklaştı Hacı, bayraklaştı Mahmut. Ama zordu. İnsanların dayanır gücü
kalmamıştı. Defnedeceklerdi kara toprağa bir beze sararak. Hacı’yı sarmak biraz
kolay oldu. Çünkü Hacı’nın başı gövdeden ayrılmamıştı. Ama Mahmut’u beze sarmak
hiç kolay olmadı. Önce bezi yere serdiler. Mahmut’un başsız gövdesini
yatırdılar beyaz kefenin üzerine. Beyazlık birden ala kanlara büründü. Başı
başka birisinin kucağındaydı. Getirdi. Gövdeye yapıştırmaya çalıştı. Baş
yuvarlandı. Gövdeden ayrılıverdi. Çığlıklar yükseldi birden. İnsanların özü bay
vermedi. Alelacele sarıp sarmaladılar. Kazılan iki mezara yan yana iki kardeşi
defnettiler.
Mahmut’un süt
tabağında bıraktığı son lokması mezarının üzerine konuldu. Kuşlara yem oldu son
lokma.
Mezarları Sarnıçta,
armut ağacına yakın bir yerde uzanacak bir el bekliyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder