“Bir Şehidin Kemikleri
Sızlıyor”
Tam
da, “Hacın
Yanık Şehrin Hikâyeleri “ adlı kitabımı bitirmek üzereydim. Takvimler
de Aralık ayının başlarını gösteriyordu. Aylardır o kadar yoğun bir çalışma
içerisindeydim ki, adeta dünya ile bağlantımı kesmiş, gündüz işlerimle
uğraşırken, gece de geç saatlere kadar kitap yazıyordum.
Bir
ara, yakınlarım:
”Ali
Çapanoğlu çok hastaymış,”dediler.
Hemen
telefonuma sarıldım. Telefon ettiğimde karşıma eşi Hülya Hanım çıktı. Hal hatır
sordum. Biraz hüzünlü, fakat hüznünü gizlemeye çalışan bir ses tonu ile:
“Ali
Abin çok iyi!”dedi.
Konuşmak
istedim.
“Şimdi
hastanedeyiz, biraz dinleniyor. Selamı var. Durumu gayet iyi.”diye ilave etti.
Aradan
kaç gün geçti ki? 11 Aralık 2010 Cumartesi. Geçen birkaç ayın koşturması beni
öylesine yormuş ki, hafta sonu tatilini de fırsat bilerek akşamdan erken
yattım. Sabah da geç kalktım. Kalktığımda Saimbeyli’ye kış gelmişti. Aylardır
bir damla yağmur düşmeyen Saimbeyli’de akşamdan beri yağan yağmur şiddetini
artırarak devam ediyordu. Yağmurdan mıdır nedir, gün boyu elektrikler de geldi
gitti.
Saat
on gibiydi. Sala okundu. Duru, bu defa salayı o kadar da güzel okudu ki,
kahvaltı masasında çay bardağını masaya bırakıp, Duru’nun okuduğu salayı
dinledim. Salanın sonunda, Ali Çapanoğlu’nun vefat ettiğini söyleyince içim
birden “cız” etti. Dondum kaldım. Ölüm haktır. Bunu hep biliyorum. Son yıllarda
ölümü sık sık da hatırlıyorum. Ama nedendir bilmem, ölümü birden Ali
Çapanoğlu’na yakıştıramadım. Nasıl yakıştırabilirim ki, Ali Çapanoğlu benden
çok büyük değildi. Aramızda ancak üç dört yaş ya var, ya yok. Onu hiç hasta
olarak da görmedim. Ama takdiri ilahiye de boyun eğmekten başka yapacağımız bir
şey yoktu.
Ali
Çapanoğlu’nun ölüm haberini duyar duymaz kahvaltı masasından kalktım. Günlerdir
çalışma masamda duran bir mektup vardı.
O mektuba her gün bakardım. Kendi kendime de: “Acaba bu mektubu Hacın
Yanık Şehrin Hikâyeleri adlı kitaba koyayım mı, koymayayım mı?” diye de düşünür
dururdum. O mektubu bana Ali Çapanoğlu, 25.06.2009’da yazmıştı.
Ali
Çapanoğlu benim akrabam olur. Sürekli görüşme imkânımız olmasa da onun okuyan,
araştıran, soran, sorgulayan yanını hep sevdim. O bana yazdığı mektup da tıpkı
benim gibi Hacın Yanık Şehrin külleri arasında geçmişini arıyordu. Hem de
yalansız, riyasız ve gösterişsiz bir şekilde…
Ali
Çapanoğlu’nun da; düşünen, soran ve sorgulayan onlarca insan gibi sağlığında
çok iyi anlaşıldığını sanmıyorum. Acaba
ölümünden sonra bıraktığı bu mektup bir işe yarar mı? Onu da pek bilmiyorum.
Ama bu mektubun Hacın Yanık Şehrin Hikâyeleri arasında olması gerektiğine karar
verdim. Belki duyarlı bir yürek bu mektubu ciddiye alır da, o da Hacın Yanık
Şehrin küllerinde geçmişini araştırır.
Ali
Çapanoğlu, Hakka yürüdü. Bize de bir emanet bıraktı. Biz de bu emaneti,
emanetin asıl sahibi olan Türk Milleti’ne ulaştırıyoruz. Düşünmek, sormak,
sorgulamak ve gereğini yapmak Türk Milleti’nin asil evlatlarının görevidir.
Mekânın
cennet olsun değerli meslektaşım. Sevgili teyzemin torunu…
Merhum Ali Oğuz
Çapanoğlu’nun el yazısı ile bıraktığı emaneti…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder