HAVACA
Havaca benim babaannem. Onu hiç
tanımadım. Ben doğmadan on iki yıl önce hayata gözlerini yummuş. Asıl adı Hava’dır.
Ancak herkes ona HAVACA demiş. O da Havaca olarak tanınmış. Merak ettim, neden
Havva değil de Havaca? Herkes farklı farklı şeyler anlattı. Kimisi boyunun kısa
olmasından, kimisi cesur olmasından, kimisi de diğer Havvalarla karıştırmamak
için lakap olarak “”HAVACA” kullanıldığını söylediler.” Acaba boyu çok kısa
mıydı?”diye merak ettim. Dedeme göre kısa olduğunu, ama cüce olmadığını
öğrendim. Cesurdu diyenlere;
“Nasıl? “ dedim.
“Bir o kadar da yerin altında boyu vardı.” dediler.
Cesaretine
örnekler aradım. Dedem Çerkez Ali’nin yalnız ondan çekindiğini söylediler.
Bir gün babamla sohbet ediyorduk.
Söz döndü dolaştı babamın çocukluk yıllarına, yani; korkunun, zulmün, esaretin
ve katliamın olduğu savaş yıllarına geldi. Babam her zaman olduğu gibi hüzünle
anlatıyordu o günleri. Yine öyle anlatmaya başladı;
“Hacın’da Ermeniler terör estirmeye
başlamışlardı. Aile büyüklerimizden birçoğu sözü dinlenen eşraftan oldukları
için “hedef” olanlar arasındaydılar. Onun için bir kısmı şehit edilmiş, bir
kısmı da esir düşmüşlerdi. Kadınlar ve çocuklarla birlikte Karsavuran Köyüne
doğru yola çıkmıştık. Yani Hacın’dan kaçıyorduk. Canını kurtarabilen yaşlı
kadınlar, analar, gelinlik kızlar ve çocuklar... Başımızda eli silah tutan,
bizi koruyacak erkekler yoktu. Bizim bir atımız vardı. Anam iki tarafına
sepetler bağlamıştı. Sepetin birine Mürsel’ i, diğerine Hakkı’yı koymuştu.
Feramuz, Tevfik ve ben sıra ile atın çeşitli yerlerine biniyorduk. Anamın
sırtında Elif, kucağında da Adeviye vardı. Can korkusu ile aç-susuz yollara
düştük. Şimdiki gibi o zamanlar böyle yollar yoktu. Keçi yolu gibi yollardan,
kimsenin göremeyeceği ormanlık yerlerden geçiyorduk. Anam bu yolları biliyordu.
Onun için önden gidiyor kılavuzluk yapıyordu. Arkadan gelen kadınlardan biri
anama yetişti;
“Havaca,
Ermeniler kaçtığımızı haber almışlar. Biraz acele yürüyün “dedi. Ortalık bir
anda karıştı. Çocuklar ağlamaya, bağırıp çağırmaya başladılar. Her kafadan bir
ses çıkıyordu. Anam bağırarak;
“Ne korkuyorsunuz bre gelen gâvur olsun!” dedi. “
Bakın aslanlar burada, yiğitler burada” diye bizleri göstertti. Biz bir anda
kendimize güven duyduk. Daha hızlı yürümeye başladık.
Atımız yorulmuş, artık gidemez
olmuştu. Anam bizleri birer ikişer indirdi. Yalnız Mürsel ve Hakkı atın
üzerinde kalmıştı. At yere yığıldı. Mürsel ve Hakkı ‘yı sepetlerden zor
çıkarttık. Anamın başına toplanmış ağlaşıyorduk.
“Ağlamayın! Siz erkeksiniz! Siz kurtarıcısınız !” diye
bizi azarladı.
Arkadan yetişen kadınlar can derdine
düşmüşlerdi. Kimse kimseye yardım edemiyordu. Anam; Mürsel ve Hakkıyı sırtına
bağladı. Adeviye’yi kucağına aldı. Yürümeye başladık. Aradan epeyce zaman
geçti. İyice yorulmuştuk. Arkadan bir kadın
“Ermeniler yaklaştı!” diye bağırdı.
Ortalık yine karıştı. Sanki can pazarı kuruldu.
Kadınların, kızların ve çocukların ağıtları birbirine karıştı. Büyükler
küçükleri tepeleyerek geçmeye başladı. Anam yorulmuş, bizlerin kıpırdar hali
kalmamıştı.
“Kaçın gâvur
geliyor! Gâvur geliyor !” diye bağıran kadınların, çocukların sesleri birbirine
karıştı.
Anam;
” Erkekleri kurtarın, erkekleri kurtarın” diye
bağırdı. Sonra kucağındaki Adeviye bacımı yolun kenarına bıraktı.
Adeviye ağlıyordu. Bir kadın geldi.
Onun da sırtında çocukları vardı.
“Havaca bu kızı bırakma “dedi.
”Bize erkek lazım, gâvurdan hesap soracak erkek lazım”
dedi. Anam.
Mürsel’i sırtına Hakkı’yı kucağına alarak yoluna devam
etti.
Nihayet Karsavuran Köyü göründü.
Haber alan akrabalarımız bizi karşıladılar. Eli silahlı gençler bizleri kucakladılar.
Anamın sırtındaki çocukları aldılar.
“Korkmayın buraya gelemezler” diye bize cesaret
verdiler.
Anam geri
döndü. İri yarı bir adam;
“Nereye Havaca ?” dedi.
O ana kadar herkese cesaret veren anam ağlayarak;
“ Kızım, Adeviye’m kaldı. Gâvura yem oldu.”dedi.
Yola devam etti. Gitmemesi için kollarından
tuttular.
“Bırakmam onu, bırakmam kuzumu! “diye bağırdı.
Anamı yerlerde
sürüyerek eve kadar getirdiler. Sanki cenaze evi kurulmuş herkes ağlıyordu.
Genç bir kız kucağında Adaviye ile
birlikte içeri girdi. “Nene kızını getirdim” dedi. Anam Adeviye’ye sarıldı. Onu
bağrına bastı. Ağlayan insanlar artık gülüyorlardı. “
Babam da hafifçe gülümsedi.
“ Niye güldün baba” dedim.
“Anam bacımı kucağına aldı diye
kıskanmıştık. Ona güldüm” dedi.
“Sonra neler oldu baba?”diye sordum.
“Çok şeyler oldu oğlum.” dedi.
Anlatmaya başladı;
“Bu olaydan sonra uzunca bir zaman
geçti. Biz Karsavuran ‘a yerleşmiştik. Ermeniler her tarafı kontrolleri altına
almışlardı. Hacın’dan sık sık kötü haberler geliyordu. Çok insanımızı
öldürmüşlerdi. Eli silah tutan erkeklerin tamamı dağlara çıkmış, çete
olmuşlardı. Köyde yaşlılar erkekler, çocuklar ve kadınlar vardı.
Bir gün köyümüze Kirkor adında bir
Ermeni komutanı ve kamavorlar geldiler.”
“Kamavor kim Baba?“ diye sordum.
“Ermeni askerlerine kamavor denir.”
dedi.
Sonra tekrar anlatmaya başladı;
“ Hepsi tepeden tırnağa
silahlıydılar. Köyün içerisine dağıldılar, her tarafı didik didik aradılar.
Silah, bıçak, balta ne buldularsa aldılar. Köyün yaşlı erkeklerini toplayıp
muhtarın evine götürdüler. Bizler merakla muhtarın evine doğru koştuk. Eve
yaklaştığımızda yaşlı adamlara kamavorların dipçiklerle vurduklarını gördük.
Çirkin Memed denen bir adam vardı. Onu köyün orta yerinde bağırta bağırta
dövdüler. Bir de Şerif Teyze’ye olmadık işkenceler yaptılar. Bunları
gözlerimizle gördük. Bizleri kovaladılar. Evlerimize kaçtık. Kapılarımızı
kapattık. Anamızın etrafına tavuk cücükleri (civciv) gibi toplandık. Bir müddet
sonra kapı çalındı. İki Ermeni kamavor’u geldi. “Havva! Havva! “ diye anama seslendi.
Anam;
“Ne var!” dedi.
Kamavorlar;
“ Muhtarın evine geleceksin.”
dediler.
Anamın itiraz etmesi mümkün değildi. Çünkü
kamavorların silahları bizlere doğru çevrilmişti. Anam bileğimden tuttu.
“Gel oğlum, böyle yerlere erkeksiz
gidilmez “dedi.
Beni de yanına
alarak muhtarın evine doğru yürüdük. İçeriye girdiğimizde dayak yedikleri her
halinden belli olan yaşlı Türk erkekleri bir kenarda bitkin vaziyette
duruyorlardı. Komutan Kirkor Şinikyan; önünde bir masa, elinde bir kırbaç,
masada bir mavzer, belinde tabancası sandalyede oturuyordu. Ayağında çizme,
bacağında kilot pantolon, üzerinde parka, asker giyimli, iri-yarı bir adamdı.
Bizi görünce;
“Ooo… Havva Hanım gel bakalım! ”
Anam;
“Geldik bakalım Kirkor Efendi(!) “
Kirkor Şinikyan;
“ Anlat bakalım. Çerkez Ali’nin
mavzerleri nerede?”
Anam;
“Hangi mavzerler Kirkor Efendi? “
Kirkor Şinikyan;
“Çerkez Ali’nin iki mavzeri olacak. Biri
Alaman, biri Fransız yapımı. Biz bunları biliyoruz. Hiç gizleme Havva Hanım
sonra canın yanar.” dedi.
Anam;
“Canımız yanmaya alıştı Kirkor
Efendi. Ondan korkmayız. Bunu bilesin. Evet, kocamın iki mavzeri vardı. Birini
Haçbel’ de kocamın elinden senin adamların zorla aldılar. Çerkez Ali’yi de
onsekiz yerinden bıçakladılar. Öldürmeyen Allah öldürmedi. Çerkez Ali tekrar
iyi odu... İkinci silahı ile birlikte tekrar dağlara çıktı. Gidin ondan
isteyin” dedi.
Kirkor Şinikyan;
“Çerkez Ali gibi adama güç mü
yetermiş Hava Hanım ?”
Anam;
“Zora dağların da sözü yoktur Kirkor
Efendi. Zaman gelirse anlarsınız.” dedi.
Kirkor Şinikyan yaşlı Türklere dönerek;
“Havva Hanım doğru mu söyler “ dedi.
Oradakiler anamı doğruladılar. Sonra Kirkor Şinikyan bize;
“ Gidebilirsiniz“dedi.
Biz oradan ayrıldık. Ermeniler de
köyü terk edip gittiler.”
Babam durakladı. Ben araya girdim.
“ Baba köyde gerçekten silah yok
muydu? “ diye sordum.
Babam;
“ Vardı oğlum, olmaz olur mu?
Elbette vardı. Çok aradılar ama bulamadılar. Onu nereye saklamıştık biliyor
musun?” dedi.
“Nereye ?”
“Hayvanların saman yedikleri musluğa
saklamıştık. Bulamadılar. İyi ki bulamadılar. Yoksa işimiz çok kötüydü. Anam
yalan söylediği için bizleri hep öldürürlerdi.” dedi.
Sonra babam gözlerimin içine baktı. Bir
sırrını açıklar gibi;
“Sana bir şey söyleyeyim mi oğlum. O
silah bir köyü kurtardı.” Diye ilave etti.
“Nasıl?”dedim.
Babam anlattı;
“Aradan bir zaman geçtikten sonra
Ermeniler bir gece köyümüzü tekrar basmak istediler. Bu defa yaşlılar ne
pahasına olursa olsun köyü korumaya karar verdiler. Hepimiz silahlandık. Bizim
silahlarımız sapan taşlarıydı. Kadınlar ellerine dirgen, kazma, kürek, balta ne
buldularsa aldılar. Köyde üç genç vardı. Onlar da bizim musluktaki mavzeri aldılar.
Kuddüsi Ağabeyim onların en büyüğü olduğu için silahı o aldı. Diğerleri de
mermileri taşıdı. Planlar kuruldu. Güya köyün bütün gençleri köydeymiş gibi
herkes onların adını çağırarak;
“Ali,
Ahmet, Mustafa arkadan çevirin... Gâvur bu tarafta... Gâvur bu tarafa geliyor.
Vurun aslanlarım… Haydi yiğitlerim... Çeteler yetiştiler.” diye herkes bağırdı,
çağırdı. Tenekelere vurdular. Ortalık ana-baba günü oldu. Bir gürültü koptu.
Arkasından mavzerle ateş ettiler. Silah sesini duyan Ermeniler kaçmaya
başladılar. Onlar kaçınca bizler daha çok cesaretlendik. Görmeliydin o
yaygarayı. Gâvurun kaçışını görmeliydin. Çocuklardaki sevinci, kadınların
oynamasını görmeliydin.” Dedi. Babam hala o günkü gibi sevinçliydi. Bir müddet
sonra derin bir nefes aldı.
“ Ya İşte oğlum bu şekilde o mavzerin
sayesinde köyümüze Ermeni’nin girmesine engel olduk. Bir daha da bizim köye
gelemediler.” dedi.
“Baba o zaman Anan ne yaptı?”diye
sordum.
“Asıl bu işleri planlayan anamdı
oğlum.” dedi.
“Gürültücü başı zaten o idi “dedi.
“Kirkor Şinikyan ‘ı bir daha
gördünüz mü ?”diye sordum.
Babam gülerek;
“Gördük” dedi. Anlatmaya başladı;
“ Savaş bütün şiddetiyle devam ediyordu. Çetelerimiz
her tarafta güçlenmeye başlamışlardı. Doğanbeyli’de Doğan Bey komutasında
karargâh kurulmuştu. Artık planlı bir şekilde savaşılıyordu. Duyduk ki Şar’da
çatışmalar olmuş. Kirkor Şinikyan bize yaralı olarak esir düşmüş.. Çatışma
esnasında sağ kolundan yaralanmış. Oradan Doğanbeyli ‘ye Türk karargâhına götürüyorlardı.
Bizim köye de uğradılar. Onu o zaman gördüm. Yanında bir de kamavor vardı. İlk
gördüğümde gözlerime iri-yarı, heybetli görünen adam ufalmış ihtişamından eser
kalmamıştı. Yaralı kolunu bir tülbentle boynuna asmışlardı. Yarası sargılıydı.
Köyümüzde yaşlı bir kadın vardı. Şerif Teyze.. Senin
tanıdığın Mehmet BAYKAL ’ın anası. Ona Kirkor çok zulüm etmişti. O da itine
Kirkor’un adını koymuştu. Bizler Kirkor...Kirkor diye iti çağırdık . Kirkor’un
yanına kadar götürdük.
Şerif teyze Kirkor’a;
“ Gördün mü Kirkor Efendi? İte senin adını kurdum.
Aslan yavrularının arkasında coli gibi geziyorsun. Ettiğin yanına kâr mı
kaldı.” dedi.
Kirkor boynu bükük bir şekilde;
“Ne yapalım bacı. O günler öyleydi, bu günlerde
böyle...” dedi.
Arkadan anam geldi;
“Ya Kirkor Efendi. Zora dağlarda dayanmıyor
baksana...” dedi.
Kirkor;
“ Haklısın bacı... Haklısın. Ne dersen haklısın “dedi.
“Dersini vermediniz mi ?” diye hiddetle sordum.
“Yok, oğlum “dedi. ”Kılına bile dokunmadık. O bizim
esirimizdi. Esire dokunulmaz. Yemeğini yedirdik, suyunu içirdik. Yolcu ettik
gitti. O da pişmandı ama iş işten geçmişti. Onu o gün Doğanbeyli ye götürdüler.
Orada Doğan Bey ‘in ayaklarına kapanmış, öpmek istemiş.
Doğan Bey müsaade etmemiş. Kamberli Osman ‘a yalvarmış;
”Beni öldürmeyin, Hacın ‘ı size teslim edeyim” demiş.
Kamberli Osman
da onu Hacın ‘a götürmüş.
Ermeniler ‘e;
“Teslim olun”
çağrısında bulunmuş.
Karısı Yester
ona;
“Sen vatan hainisin, alçak, şerefsiz” diye
hakaretlerde bulunmuş.
Kimse Kirkor Şinikyan ‘ı dinlememiş.
Daha sonra mahkemelerde yargılanmış ve ölüm cezasına
çarptırılmış.”
Babam biraz durakladı;
“Allah kimseyi Kirkor ŞİNİKYAN etmesin “dedi.
“Neden baba? “diye sordum.
“Bize göre katil, Ermenilere göre vatan haini. Daha ne
olabilir ki.” dedi.
Düşündüm… Gözlerimin önüne; Çirkin Mehmet ‘in sır
vermemek için köy meydanında yediği dayak, Şerif Teyzenin gördüğü işkenceler,
Havaca‘nın söylediği yalan, yaşlıların dirgenleri, çocukların sapan taşları,
genç kızların çığlıkları geldi.
Ne demişler “Zulüm payidar olmaz.”
“Başka bir şey hatırlıyor musun
baba? “ diye sordum.
Babam gülerek;
“Hatırlamaz olur muyum.”dedi.
Anlatmaya başladı;
“Biz köyde bir çete oluşturmuştuk.
Çocuklar çetesi. Elimizde sapan taşları… Altımızda değnekten atlar. Aklımız
sıra köyümüzü korumak için planlar kurardık. Uykularımız tavşan uykusuna
dönüşmüştü, her çıtırtıda hemen uyanırdık. Yaşlıların bize cesaret verici
konuşmalarına kendimizi kaptırırdık. Birlik beraberlik içerisinde olur,
birbirimize daha sıkı sarılırdık. İnekleri güderken bile çocuklar topluca
giderdik. En ufak bir karaltı görsek; ıslıklarla büyüklerimize haber verirdik.
Bir gün çocuklar toplanmış harman yerinde
oynuyorduk. Kumlupınar tarafından silah sesleri geldi. Silah seslerini duyunca
topluca köyün içine kaçtık. “Ermeniler geliyor.” korkusuyla herkes silahlandı.
Herkes savaş vaziyetini aldı. Bir müddet sonra Kumlupınar tarafından bizim
çeteler görüldü. Herkes onları sevinçle karşıladılar. Sanki bayram yeri
kurulmuştu. Günlerdir gülmeyi unutan insanlar leylim çektiler. Kızlar, gelinler hep oynadılar. Çocuklardaki
sevinci görecektin. Değnekten atlarımıza binerek sağa-sola koşturduğumuzu
unutmam mümkün değil. Gelen çetelere silah sesleri soruldu. Onlar da; “Bir
çatışma olduğunu, bir Ermeni’nin öldürüldüğünü, diğerlerinin kaçtıklarını,
kendilerinden ölü ve yaralı olmadığını anlattılar. Öldürülen Ermeni’nin
cesedinin Kumlu pınarın yakınlarında olduğunu” söylediler. Biz bunu duyduk ya
durur muyuz? Çocuklar çetesi toplanarak değnekten atlarımıza bindik Kumlupınar’a
doğru cesedi görmeye gittik. Bizim çete başımız bebekti. Bebek yaşça bizden
büyük olan bir çocuktu.”
“Ona niye bebek diyorsunuz, adı yok
mu ?” diye sordum.
“Niye bebek dediklerini bilmiyorum.
Ona herkes bebek derdi. Adının ne olduğunu da bilmiyorum” dedi.
Sonra;
“Neyse. Bebek önde bizler arkada
Kumlu pınara doğru yaklaştık. Gâvurun cesedi dağın yamacına doğru yatıyordu.
Güneş de vurmuş, ceset kıp kırmızı görülüyordu. Bebek cesede yaklaştı. Birden
“ene” dedi ama gerisin geriye kaçmaya başladı. Bizler de bebeğin arkasından
köye kadar koştuk. Yani anlayacağın gâvurun cesedinden korktuk.” dedi. Babam
başladı gülmeye. Bir tafradan da “hep o köpoğlu köpek bizi korkuttu” diye
Bebek’e söylendi.
Dişçi Ahmet olarak bilinen Ahmet
SAYGILI amcaya babamla arasındaki yaş farkını sordum. Babamın kendisinden iki
üç yaş büyük olduğunu söyledi. Aynı köyde yaşadıkları için babamın bana
anlattıklarını kendisine sordum. Anlattıklarının tamamını doğruladı. Kendisinin
de o çocuklar çetesinde bir elaman olduğunu Kumlupınar’daki cesedi görmeye
kendisinin de gittiğini, yaşı küçük olduğu için onlardan arkada kaldığını,
cesede yaklaşamadığını, korkarak kaçtıklarını, köylerine Kirkor’un geldiğini,
Şerif Teyze’ye eziyet ettiğini çok net hatırladığını “ söyledi. Dişçi Ahmet
amca ile babamın anlattıklarının benzeşmesi beni çok rahatlattı.
BİR
ZİYARET, BİR NOT
Uzun
zamandır Havaca’nın kızını, yani halam Fadıma’yı görmüyordum. 28 Kasım 2010
Cumartesi günü eşimi, abimi ve ablalarımı da alarak yaşadığı köye gittim.
Yılların hasreti bizleri sarmaş dolaş etti. Ne de özlemişiz birbirimizi.
Tanımadığımız çocukları ile tanıştık. Şu dünyanın hengâmesi yok mu, akrabalık
bağlarını da zayıflatıyor galiba. Diyeceksiniz insan halasının çocuklarını
tanımaz mı? Valla aynı sözü ben de diyorum:
“İnsan
halasının çocuklarını tanımaz mı?”
Demek ki araya mesafeler girince,
aile kalabalık olunca ve biraz da ihmalkâr olunca hala çocukları da
tanınmıyormuş, baba çocukları da. Şükür ki biz bir kısmını tanıma ve tanışma
imkânını bulduk. Ya hayatta kardeşini bile görmeyenlere ne dersiniz?
Çok güzel bir gün geçirdik. Ben
orada geçirdiğimiz o güzel günü değil de halam Fadıma’nın annesi Havaca’dan
naklettiğini sizlerle paylaşmak istiyorum. Halama sordum:
“Hala, baban Hacın dönemi ile
ilgili size bir şey anlatır mıydı?”
“Yok, babam anlatmazdı. Biz
babamızın yanında pek oturmazdık. Ama bize anam anlatırdı.”
“Anan neler anlatırdı?”
“Anam bizi Ermeni komşularımız
kurtardı, derdi.”
“Nasıl kurtarmışlar?”
“Anamların komşularından bir Ermeni
varmış. O ermeni bir gün gizlice gelmiş, anama demiş ki:
“Hava bacı, bizim Ermeniler iyice
azıttılar. Çok yakında Hacın’da bulunan ne kadar Türk varsa hepsini
öldürecekler. Ne edin edin siz Hacın’dan kaçın!” demiş. Onun üzerine anam
çocuklarını da almış Hacın’dan kaçmışlar.”
“Anan duyduğu haberi başkalarına
söylememiş mi?”
“Söylemez olur mu, söylemiş. Ancak
Kaytancızadeler çok zenginmiş. Bir de hatırı sayılı kişilermiş. “Bize bir
şeyler yapmazlar” demişler. Ama onların hepsini Ermeniler öldürmüş.
“Anan Ermenilerin komşulukları
hakkında neler dedi?”
“Hacın karışmadan önce çok iyi
komşularmış. Bak anam bunu da dedi. “Bizim bir komşumuz vardı. Onlar Ermeniydi.
Ama Allah var hiç zarar görmedik. O komşumuzun eşi sabah kalktığında ben onun
eline ibrikle su dökerdim, o da benim kocamın eline su dökerdi. Kardeş gibiydik
biz onlarla. Namusumuzu bile güvenirdik. Kimse kimseye yan gözle bakmazdı.
Bağa, bahçeye giderdik. Mesela biz kapımızı bile kilitlemezdik. Kilitleyecek
olsak bile anahtarımızı onlara verirdik.”dedi.
O günkü komşuluğu düşündüm.
Gerçekten de bu kadar dost olan iki milletin arası nasıl açıldı. Birbirine
asırlarca dost olarak yaşayan bu iki millet nasıl kanlı bıçaklı düşman oldular.
Bence asıl düşünülmesi gereken can alıcı soru bence bu. Yıllardır dost olarak
yaşayan bu insan neden birbirlerine düşman oldular? Bu düşmanlığı kim
körükledi?
Halam anası Havaca’dan duyduğu bir
başka olayı daha anlattı ki akıllara durgunluk veren bu olayı da sizlerle
paylaşmak istiyorum.
Ermeniler Hacın’da artık
katliamlara başlamışlar. Hatta benim dedemi bile her yerinden bıçaklamışlar.
Hacın’dan her gün kötü haberler dalga dalga yayılmış. Türkler çeteler
toplamaya, Hacın’daki akrabalarını kurtarmak için planlar kurmaya başlamışlar.
Önce köylerde yağma yapan Ermeni kamavorlarına karşı silahlı mücadeleye
girmişler. Şar’da Türklere yaptığı zulümle tanınan Kirkor Şinikyan’ı yaralı
olarak ele geçirmişler. Onun yakalandığı haberi Karsavuran Köyü’ne ulaşmış. Kirkor
Şinikyanla birlikte çok sayıda Silahsız Ermeni de esir alınmış. Bu esirleri
Hacında kalan Türk esirlerle değiştirmek için Hacın’a doğru yola çıkmışlar.
Şar-Hacın yol güzergâhındaki Karsavuran Köyü’ne de esirlerin uğrayacakları
öğrenilmiş.
Bunu öğrenen Karsavuran Köyü’nde ne
kadar insan varsa “Gâvur geliyor. Onlar bizimkileri öldürüyorlar, biz de onları
öldürelim” diye eteklerine taş toplamışlar. Esirler köye getirmiş. Onları
taşlamak için toplanan köylüler bir de ne görsünler, gelen gâvur dedikleri
kişiler onların komşuları. Onları görünce utanmışlar. Herkes elindeki taşı
usulca yerlere atmış. Aman komşumuz görmesin, bize ne derler, diyerek. Onlarla
köyde sarmaş dolaş olmuşlar. Herkes komşusunu almış ve evine yemeğe götürmüş.
Onları yedirip içirmişler. Yaralı olanları tedavi etmişler. Esirler Kavsavuran
Köyü’nden ayrılırken de onlarla kucaklaşmışlar. Helallik dilemişler.
Şimdi bu sahne gözlerimin önüne
gelince tüylerim diken diken oluyor. Neden diyorum. Neden, onca dostluk
düşmanlığa dönüştü? Bu sorunun cevabını ben de her gün defalarca araştıracak
olan Ermenilerdir. Ermenilerin aklı başına gelmeli artık diyorum. Vatansız
kalmanın hesabını Türklerden sormak yerine, Fransızların kışkırtmalarına neden
alet oldukların hesabını önce terör örgütü kurarak Ermenileri ayaklandıran bir
avuç eşkıyadan sormalılar. Daha sonra da Fransızlardan… Ama öyle anlaşılıyor ki
Ermeniler hala Fransızların ve batı âleminin maşası olmaya devam ediyorlar.
Tarihi hakikatleri araştırdıkça hep
gözlerimin önüne PKK geliyor. Sizce yanılıyor muyum?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder