17 Nisan 2013 Çarşamba

HAVACA


HAVACA

            Havaca benim babaannem. Onu hiç tanımadım. Ben doğmadan on iki yıl önce hayata gözlerini yummuş. Asıl adı Hava’dır. Ancak herkes ona HAVACA demiş. O da Havaca olarak tanınmış. Merak ettim, neden Havva değil de Havaca? Herkes farklı farklı şeyler anlattı. Kimisi boyunun kısa olmasından, kimisi cesur olmasından, kimisi de diğer Havvalarla karıştırmamak için lakap olarak “”HAVACA” kullanıldığını söylediler.” Acaba boyu çok kısa mıydı?”diye merak ettim. Dedeme göre kısa olduğunu, ama cüce olmadığını öğrendim. Cesurdu diyenlere;
“Nasıl? “ dedim.
“Bir o kadar da yerin altında boyu vardı.” dediler.
 Cesaretine örnekler aradım. Dedem Çerkez Ali’nin yalnız ondan çekindiğini söylediler.
            Bir gün babamla sohbet ediyorduk. Söz döndü dolaştı babamın çocukluk yıllarına, yani; korkunun, zulmün, esaretin ve katliamın olduğu savaş yıllarına geldi. Babam her zaman olduğu gibi hüzünle anlatıyordu o günleri. Yine öyle anlatmaya başladı;
            “Hacın’da Ermeniler terör estirmeye başlamışlardı. Aile büyüklerimizden birçoğu sözü dinlenen eşraftan oldukları için “hedef” olanlar arasındaydılar. Onun için bir kısmı şehit edilmiş, bir kısmı da esir düşmüşlerdi. Kadınlar ve çocuklarla birlikte Karsavuran Köyüne doğru yola çıkmıştık. Yani Hacın’dan kaçıyorduk. Canını kurtarabilen yaşlı kadınlar, analar, gelinlik kızlar ve çocuklar... Başımızda eli silah tutan, bizi koruyacak erkekler yoktu. Bizim bir atımız vardı. Anam iki tarafına sepetler bağlamıştı. Sepetin birine Mürsel’ i, diğerine Hakkı’yı koymuştu. Feramuz, Tevfik ve ben sıra ile atın çeşitli yerlerine biniyorduk. Anamın sırtında Elif, kucağında da Adeviye vardı. Can korkusu ile aç-susuz yollara düştük. Şimdiki gibi o zamanlar böyle yollar yoktu. Keçi yolu gibi yollardan, kimsenin göremeyeceği ormanlık yerlerden geçiyorduk. Anam bu yolları biliyordu. Onun için önden gidiyor kılavuzluk yapıyordu. Arkadan gelen kadınlardan biri anama yetişti;
 “Havaca, Ermeniler kaçtığımızı haber almışlar. Biraz acele yürüyün “dedi. Ortalık bir anda karıştı. Çocuklar ağlamaya, bağırıp çağırmaya başladılar. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Anam bağırarak;
“Ne korkuyorsunuz bre gelen gâvur olsun!” dedi. “ Bakın aslanlar burada, yiğitler burada” diye bizleri göstertti. Biz bir anda kendimize güven duyduk. Daha hızlı yürümeye başladık.
            Atımız yorulmuş, artık gidemez olmuştu. Anam bizleri birer ikişer indirdi. Yalnız Mürsel ve Hakkı atın üzerinde kalmıştı. At yere yığıldı. Mürsel ve Hakkı ‘yı sepetlerden zor çıkarttık. Anamın başına toplanmış ağlaşıyorduk.
“Ağlamayın! Siz erkeksiniz! Siz kurtarıcısınız !” diye bizi azarladı.
            Arkadan yetişen kadınlar can derdine düşmüşlerdi. Kimse kimseye yardım edemiyordu. Anam; Mürsel ve Hakkıyı sırtına bağladı. Adeviye’yi kucağına aldı. Yürümeye başladık. Aradan epeyce zaman geçti. İyice yorulmuştuk. Arkadan bir kadın
“Ermeniler yaklaştı!” diye bağırdı.
Ortalık yine karıştı. Sanki can pazarı kuruldu. Kadınların, kızların ve çocukların ağıtları birbirine karıştı. Büyükler küçükleri tepeleyerek geçmeye başladı. Anam yorulmuş, bizlerin kıpırdar hali kalmamıştı.
 “Kaçın gâvur geliyor! Gâvur geliyor !” diye bağıran kadınların, çocukların sesleri birbirine karıştı.
 Anam;
” Erkekleri kurtarın, erkekleri kurtarın” diye bağırdı. Sonra kucağındaki Adeviye bacımı yolun kenarına bıraktı. 
            Adeviye ağlıyordu. Bir kadın geldi. Onun da sırtında çocukları vardı.
“Havaca bu kızı bırakma “dedi.
”Bize erkek lazım, gâvurdan hesap soracak erkek lazım” dedi. Anam.
Mürsel’i sırtına Hakkı’yı kucağına alarak yoluna devam etti.
            Nihayet Karsavuran Köyü göründü. Haber alan akrabalarımız bizi karşıladılar. Eli silahlı gençler bizleri kucakladılar. Anamın sırtındaki çocukları aldılar.
“Korkmayın buraya gelemezler” diye bize cesaret verdiler.
 Anam geri döndü. İri yarı bir adam;
“Nereye Havaca ?” dedi.
O ana kadar herkese cesaret veren anam ağlayarak; 
“ Kızım, Adeviye’m kaldı. Gâvura yem oldu.”dedi.
 Yola devam etti. Gitmemesi için kollarından tuttular.
“Bırakmam onu, bırakmam kuzumu! “diye bağırdı.
 Anamı yerlerde sürüyerek eve kadar getirdiler. Sanki cenaze evi kurulmuş herkes ağlıyordu.
            Genç bir kız kucağında Adaviye ile birlikte içeri girdi. “Nene kızını getirdim” dedi. Anam Adeviye’ye sarıldı. Onu bağrına bastı. Ağlayan insanlar artık gülüyorlardı. “
            Babam da hafifçe gülümsedi.
            “ Niye güldün baba” dedim.
            “Anam bacımı kucağına aldı diye kıskanmıştık. Ona güldüm” dedi.
            “Sonra neler oldu baba?”diye sordum.
            “Çok şeyler oldu oğlum.” dedi. Anlatmaya başladı;
            “Bu olaydan sonra uzunca bir zaman geçti. Biz Karsavuran ‘a yerleşmiştik. Ermeniler her tarafı kontrolleri altına almışlardı. Hacın’dan sık sık kötü haberler geliyordu. Çok insanımızı öldürmüşlerdi. Eli silah tutan erkeklerin tamamı dağlara çıkmış, çete olmuşlardı. Köyde yaşlılar erkekler, çocuklar ve kadınlar vardı.
            Bir gün köyümüze Kirkor adında bir Ermeni komutanı ve kamavorlar geldiler.”
            “Kamavor kim Baba?“ diye sordum.
            “Ermeni askerlerine kamavor denir.” dedi.
            Sonra tekrar anlatmaya başladı;
            “ Hepsi tepeden tırnağa silahlıydılar. Köyün içerisine dağıldılar, her tarafı didik didik aradılar. Silah, bıçak, balta ne buldularsa aldılar. Köyün yaşlı erkeklerini toplayıp muhtarın evine götürdüler. Bizler merakla muhtarın evine doğru koştuk. Eve yaklaştığımızda yaşlı adamlara kamavorların dipçiklerle vurduklarını gördük. Çirkin Memed denen bir adam vardı. Onu köyün orta yerinde bağırta bağırta dövdüler. Bir de Şerif Teyze’ye olmadık işkenceler yaptılar. Bunları gözlerimizle gördük. Bizleri kovaladılar. Evlerimize kaçtık. Kapılarımızı kapattık. Anamızın etrafına tavuk cücükleri (civciv) gibi toplandık. Bir müddet sonra kapı çalındı. İki Ermeni kamavor’u geldi.           “Havva! Havva! “ diye anama seslendi.
            Anam;
            “Ne var!” dedi.
            Kamavorlar;
            “ Muhtarın evine geleceksin.” dediler.
Anamın itiraz etmesi mümkün değildi. Çünkü kamavorların silahları bizlere doğru çevrilmişti. Anam bileğimden tuttu.
            “Gel oğlum, böyle yerlere erkeksiz gidilmez “dedi.
 Beni de yanına alarak muhtarın evine doğru yürüdük. İçeriye girdiğimizde dayak yedikleri her halinden belli olan yaşlı Türk erkekleri bir kenarda bitkin vaziyette duruyorlardı. Komutan Kirkor Şinikyan; önünde bir masa, elinde bir kırbaç, masada bir mavzer, belinde tabancası sandalyede oturuyordu. Ayağında çizme, bacağında kilot pantolon, üzerinde parka, asker giyimli, iri-yarı bir adamdı.
 Bizi görünce;
            “Ooo… Havva Hanım gel bakalım! ”
            Anam;
            “Geldik bakalım Kirkor Efendi(!) “
            Kirkor Şinikyan;
            “ Anlat bakalım. Çerkez Ali’nin mavzerleri nerede?”
            Anam;
            “Hangi mavzerler Kirkor Efendi? “
            Kirkor Şinikyan;
            “Çerkez Ali’nin iki mavzeri olacak. Biri Alaman, biri Fransız yapımı. Biz bunları biliyoruz. Hiç gizleme Havva Hanım sonra canın yanar.” dedi.
            Anam;
            “Canımız yanmaya alıştı Kirkor Efendi. Ondan korkmayız. Bunu bilesin. Evet, kocamın iki mavzeri vardı. Birini Haçbel’ de kocamın elinden senin adamların zorla aldılar. Çerkez Ali’yi de onsekiz yerinden bıçakladılar. Öldürmeyen Allah öldürmedi. Çerkez Ali tekrar iyi odu... İkinci silahı ile birlikte tekrar dağlara çıktı. Gidin ondan isteyin” dedi.
            Kirkor Şinikyan;
            “Çerkez Ali gibi adama güç mü yetermiş Hava Hanım ?”
Anam;
            “Zora dağların da sözü yoktur Kirkor Efendi. Zaman gelirse anlarsınız.” dedi.
            Kirkor  Şinikyan yaşlı Türklere dönerek;
            “Havva Hanım doğru mu söyler “ dedi. Oradakiler anamı doğruladılar. Sonra Kirkor Şinikyan bize;
            “ Gidebilirsiniz“dedi.
            Biz oradan ayrıldık. Ermeniler de köyü terk edip gittiler.”
            Babam durakladı. Ben araya girdim.
            “ Baba köyde gerçekten silah yok muydu? “ diye sordum.
            Babam;
            “ Vardı oğlum, olmaz olur mu? Elbette vardı. Çok aradılar ama bulamadılar. Onu nereye saklamıştık biliyor musun?” dedi.
            “Nereye ?”
            “Hayvanların saman yedikleri musluğa saklamıştık. Bulamadılar. İyi ki bulamadılar. Yoksa işimiz çok kötüydü. Anam yalan söylediği için bizleri hep öldürürlerdi.” dedi.
        Sonra babam gözlerimin içine baktı. Bir sırrını açıklar gibi;
            “Sana bir şey söyleyeyim mi oğlum. O silah bir köyü kurtardı.” Diye ilave etti.
            “Nasıl?”dedim.
            Babam anlattı;
            “Aradan bir zaman geçtikten sonra Ermeniler bir gece köyümüzü tekrar basmak istediler. Bu defa yaşlılar ne pahasına olursa olsun köyü korumaya karar verdiler. Hepimiz silahlandık. Bizim silahlarımız sapan taşlarıydı. Kadınlar ellerine dirgen, kazma, kürek, balta ne buldularsa aldılar. Köyde üç genç vardı. Onlar da bizim musluktaki mavzeri aldılar. Kuddüsi Ağabeyim onların en büyüğü olduğu için silahı o aldı. Diğerleri de mermileri taşıdı. Planlar kuruldu. Güya köyün bütün gençleri köydeymiş gibi herkes onların adını çağırarak;
            “Ali, Ahmet, Mustafa arkadan çevirin... Gâvur bu tarafta... Gâvur bu tarafa geliyor. Vurun aslanlarım… Haydi yiğitlerim... Çeteler yetiştiler.” diye herkes bağırdı, çağırdı. Tenekelere vurdular. Ortalık ana-baba günü oldu. Bir gürültü koptu. Arkasından mavzerle ateş ettiler. Silah sesini duyan Ermeniler kaçmaya başladılar. Onlar kaçınca bizler daha çok cesaretlendik. Görmeliydin o yaygarayı. Gâvurun kaçışını görmeliydin. Çocuklardaki sevinci, kadınların oynamasını görmeliydin.” Dedi. Babam hala o günkü gibi sevinçliydi. Bir müddet sonra derin bir nefes aldı.
            “ Ya İşte oğlum bu şekilde o mavzerin sayesinde köyümüze Ermeni’nin girmesine engel olduk. Bir daha da bizim köye gelemediler.” dedi.
            “Baba o zaman Anan ne yaptı?”diye sordum.
            “Asıl bu işleri planlayan anamdı oğlum.” dedi.
            “Gürültücü başı zaten o idi “dedi.
            “Kirkor Şinikyan ‘ı bir daha gördünüz mü ?”diye sordum.
            Babam gülerek;
“Gördük” dedi. Anlatmaya başladı;
“ Savaş bütün şiddetiyle devam ediyordu. Çetelerimiz her tarafta güçlenmeye başlamışlardı. Doğanbeyli’de Doğan Bey komutasında karargâh kurulmuştu. Artık planlı bir şekilde savaşılıyordu. Duyduk ki Şar’da çatışmalar olmuş. Kirkor Şinikyan bize yaralı olarak esir düşmüş.. Çatışma esnasında sağ kolundan yaralanmış. Oradan Doğanbeyli ‘ye Türk karargâhına götürüyorlardı. Bizim köye de uğradılar. Onu o zaman gördüm. Yanında bir de kamavor vardı. İlk gördüğümde gözlerime iri-yarı, heybetli görünen adam ufalmış ihtişamından eser kalmamıştı. Yaralı kolunu bir tülbentle boynuna asmışlardı. Yarası sargılıydı.
Köyümüzde yaşlı bir kadın vardı. Şerif Teyze.. Senin tanıdığın Mehmet BAYKAL ’ın anası. Ona Kirkor çok zulüm etmişti. O da itine Kirkor’un adını koymuştu. Bizler Kirkor...Kirkor diye iti çağırdık . Kirkor’un yanına kadar götürdük.
Şerif teyze Kirkor’a;
“ Gördün mü Kirkor Efendi? İte senin adını kurdum. Aslan yavrularının arkasında coli gibi geziyorsun. Ettiğin yanına kâr mı kaldı.” dedi.
Kirkor boynu bükük bir şekilde;
“Ne yapalım bacı. O günler öyleydi, bu günlerde böyle...” dedi.
Arkadan anam geldi;
“Ya Kirkor Efendi. Zora dağlarda dayanmıyor baksana...” dedi.
Kirkor;
“ Haklısın bacı... Haklısın. Ne dersen haklısın “dedi.       
“Dersini vermediniz mi ?” diye hiddetle sordum.
“Yok, oğlum “dedi. ”Kılına bile dokunmadık. O bizim esirimizdi. Esire dokunulmaz. Yemeğini yedirdik, suyunu içirdik. Yolcu ettik gitti. O da pişmandı ama iş işten geçmişti. Onu o gün Doğanbeyli ye götürdüler.
Orada Doğan Bey ‘in ayaklarına kapanmış, öpmek istemiş. Doğan Bey müsaade etmemiş. Kamberli Osman ‘a yalvarmış;
”Beni öldürmeyin, Hacın ‘ı size teslim edeyim” demiş.
 Kamberli Osman da onu Hacın ‘a götürmüş.
 Ermeniler ‘e;
 “Teslim olun” çağrısında bulunmuş.
 Karısı Yester ona;
“Sen vatan hainisin, alçak, şerefsiz” diye hakaretlerde bulunmuş.
Kimse Kirkor Şinikyan ‘ı dinlememiş.
Daha sonra mahkemelerde yargılanmış ve ölüm cezasına çarptırılmış.”
Babam biraz durakladı;
“Allah kimseyi Kirkor ŞİNİKYAN etmesin “dedi.
“Neden baba? “diye sordum.
“Bize göre katil, Ermenilere göre vatan haini. Daha ne olabilir ki.” dedi.
Düşündüm… Gözlerimin önüne; Çirkin Mehmet ‘in sır vermemek için köy meydanında yediği dayak, Şerif Teyzenin gördüğü işkenceler, Havaca‘nın söylediği yalan, yaşlıların dirgenleri, çocukların sapan taşları, genç kızların çığlıkları geldi.
Ne demişler “Zulüm payidar olmaz.”
“Başka bir şey hatırlıyor musun baba? “ diye sordum.
Babam gülerek;
“Hatırlamaz olur muyum.”dedi. Anlatmaya başladı;
“Biz köyde bir çete oluşturmuştuk. Çocuklar çetesi. Elimizde sapan taşları… Altımızda değnekten atlar. Aklımız sıra köyümüzü korumak için planlar kurardık. Uykularımız tavşan uykusuna dönüşmüştü, her çıtırtıda hemen uyanırdık. Yaşlıların bize cesaret verici konuşmalarına kendimizi kaptırırdık. Birlik beraberlik içerisinde olur, birbirimize daha sıkı sarılırdık. İnekleri güderken bile çocuklar topluca giderdik. En ufak bir karaltı görsek; ıslıklarla büyüklerimize haber verirdik.
 Bir gün çocuklar toplanmış harman yerinde oynuyorduk. Kumlupınar tarafından silah sesleri geldi. Silah seslerini duyunca topluca köyün içine kaçtık. “Ermeniler geliyor.” korkusuyla herkes silahlandı. Herkes savaş vaziyetini aldı. Bir müddet sonra Kumlupınar tarafından bizim çeteler görüldü. Herkes onları sevinçle karşıladılar. Sanki bayram yeri kurulmuştu. Günlerdir gülmeyi unutan insanlar leylim çektiler.  Kızlar, gelinler hep oynadılar. Çocuklardaki sevinci görecektin. Değnekten atlarımıza binerek sağa-sola koşturduğumuzu unutmam mümkün değil. Gelen çetelere silah sesleri soruldu. Onlar da; “Bir çatışma olduğunu, bir Ermeni’nin öldürüldüğünü, diğerlerinin kaçtıklarını, kendilerinden ölü ve yaralı olmadığını anlattılar. Öldürülen Ermeni’nin cesedinin Kumlu pınarın yakınlarında olduğunu” söylediler. Biz bunu duyduk ya durur muyuz? Çocuklar çetesi toplanarak değnekten atlarımıza bindik Kumlupınar’a doğru cesedi görmeye gittik. Bizim çete başımız bebekti. Bebek yaşça bizden büyük olan bir çocuktu.”
“Ona niye bebek diyorsunuz, adı yok mu ?” diye sordum.
“Niye bebek dediklerini bilmiyorum. Ona herkes bebek derdi. Adının ne olduğunu da bilmiyorum” dedi.
Sonra;
“Neyse. Bebek önde bizler arkada Kumlu pınara doğru yaklaştık. Gâvurun cesedi dağın yamacına doğru yatıyordu. Güneş de vurmuş, ceset kıp kırmızı görülüyordu. Bebek cesede yaklaştı. Birden “ene” dedi ama gerisin geriye kaçmaya başladı. Bizler de bebeğin arkasından köye kadar koştuk. Yani anlayacağın gâvurun cesedinden korktuk.” dedi. Babam başladı gülmeye. Bir tafradan da “hep o köpoğlu köpek bizi korkuttu” diye Bebek’e söylendi.
Dişçi Ahmet olarak bilinen Ahmet SAYGILI amcaya babamla arasındaki yaş farkını sordum. Babamın kendisinden iki üç yaş büyük olduğunu söyledi. Aynı köyde yaşadıkları için babamın bana anlattıklarını kendisine sordum. Anlattıklarının tamamını doğruladı. Kendisinin de o çocuklar çetesinde bir elaman olduğunu Kumlupınar’daki cesedi görmeye kendisinin de gittiğini, yaşı küçük olduğu için onlardan arkada kaldığını, cesede yaklaşamadığını, korkarak kaçtıklarını, köylerine Kirkor’un geldiğini, Şerif Teyze’ye eziyet ettiğini çok net hatırladığını “ söyledi. Dişçi Ahmet amca ile babamın anlattıklarının benzeşmesi beni çok rahatlattı.



BİR ZİYARET, BİR NOT

            Uzun zamandır Havaca’nın kızını, yani halam Fadıma’yı görmüyordum. 28 Kasım 2010 Cumartesi günü eşimi, abimi ve ablalarımı da alarak yaşadığı köye gittim. Yılların hasreti bizleri sarmaş dolaş etti. Ne de özlemişiz birbirimizi. Tanımadığımız çocukları ile tanıştık. Şu dünyanın hengâmesi yok mu, akrabalık bağlarını da zayıflatıyor galiba. Diyeceksiniz insan halasının çocuklarını tanımaz mı? Valla aynı sözü ben de diyorum:
            “İnsan halasının çocuklarını tanımaz mı?”
Demek ki araya mesafeler girince, aile kalabalık olunca ve biraz da ihmalkâr olunca hala çocukları da tanınmıyormuş, baba çocukları da. Şükür ki biz bir kısmını tanıma ve tanışma imkânını bulduk. Ya hayatta kardeşini bile görmeyenlere ne dersiniz?
Çok güzel bir gün geçirdik. Ben orada geçirdiğimiz o güzel günü değil de halam Fadıma’nın annesi Havaca’dan naklettiğini sizlerle paylaşmak istiyorum. Halama sordum:
“Hala, baban Hacın dönemi ile ilgili size bir şey anlatır mıydı?”
“Yok, babam anlatmazdı. Biz babamızın yanında pek oturmazdık. Ama bize anam anlatırdı.”
“Anan neler anlatırdı?”
“Anam bizi Ermeni komşularımız kurtardı, derdi.”
“Nasıl kurtarmışlar?”
“Anamların komşularından bir Ermeni varmış. O ermeni bir gün gizlice gelmiş, anama demiş ki:
“Hava bacı, bizim Ermeniler iyice azıttılar. Çok yakında Hacın’da bulunan ne kadar Türk varsa hepsini öldürecekler. Ne edin edin siz Hacın’dan kaçın!” demiş. Onun üzerine anam çocuklarını da almış Hacın’dan kaçmışlar.”
“Anan duyduğu haberi başkalarına söylememiş mi?”
“Söylemez olur mu, söylemiş. Ancak Kaytancızadeler çok zenginmiş. Bir de hatırı sayılı kişilermiş. “Bize bir şeyler yapmazlar” demişler. Ama onların hepsini Ermeniler öldürmüş.
“Anan Ermenilerin komşulukları hakkında neler dedi?”
“Hacın karışmadan önce çok iyi komşularmış. Bak anam bunu da dedi. “Bizim bir komşumuz vardı. Onlar Ermeniydi. Ama Allah var hiç zarar görmedik. O komşumuzun eşi sabah kalktığında ben onun eline ibrikle su dökerdim, o da benim kocamın eline su dökerdi. Kardeş gibiydik biz onlarla. Namusumuzu bile güvenirdik. Kimse kimseye yan gözle bakmazdı. Bağa, bahçeye giderdik. Mesela biz kapımızı bile kilitlemezdik. Kilitleyecek olsak bile anahtarımızı onlara verirdik.”dedi.

O günkü komşuluğu düşündüm. Gerçekten de bu kadar dost olan iki milletin arası nasıl açıldı. Birbirine asırlarca dost olarak yaşayan bu iki millet nasıl kanlı bıçaklı düşman oldular. Bence asıl düşünülmesi gereken can alıcı soru bence bu. Yıllardır dost olarak yaşayan bu insan neden birbirlerine düşman oldular? Bu düşmanlığı kim körükledi?
Halam anası Havaca’dan duyduğu bir başka olayı daha anlattı ki akıllara durgunluk veren bu olayı da sizlerle paylaşmak istiyorum.
Ermeniler Hacın’da artık katliamlara başlamışlar. Hatta benim dedemi bile her yerinden bıçaklamışlar. Hacın’dan her gün kötü haberler dalga dalga yayılmış. Türkler çeteler toplamaya, Hacın’daki akrabalarını kurtarmak için planlar kurmaya başlamışlar. Önce köylerde yağma yapan Ermeni kamavorlarına karşı silahlı mücadeleye girmişler. Şar’da Türklere yaptığı zulümle tanınan Kirkor Şinikyan’ı yaralı olarak ele geçirmişler. Onun yakalandığı haberi Karsavuran Köyü’ne ulaşmış. Kirkor Şinikyanla birlikte çok sayıda Silahsız Ermeni de esir alınmış. Bu esirleri Hacında kalan Türk esirlerle değiştirmek için Hacın’a doğru yola çıkmışlar. Şar-Hacın yol güzergâhındaki Karsavuran Köyü’ne de esirlerin uğrayacakları öğrenilmiş.
Bunu öğrenen Karsavuran Köyü’nde ne kadar insan varsa “Gâvur geliyor. Onlar bizimkileri öldürüyorlar, biz de onları öldürelim” diye eteklerine taş toplamışlar. Esirler köye getirmiş. Onları taşlamak için toplanan köylüler bir de ne görsünler, gelen gâvur dedikleri kişiler onların komşuları. Onları görünce utanmışlar. Herkes elindeki taşı usulca yerlere atmış. Aman komşumuz görmesin, bize ne derler, diyerek. Onlarla köyde sarmaş dolaş olmuşlar. Herkes komşusunu almış ve evine yemeğe götürmüş. Onları yedirip içirmişler. Yaralı olanları tedavi etmişler. Esirler Kavsavuran Köyü’nden ayrılırken de onlarla kucaklaşmışlar. Helallik dilemişler.
Şimdi bu sahne gözlerimin önüne gelince tüylerim diken diken oluyor. Neden diyorum. Neden, onca dostluk düşmanlığa dönüştü? Bu sorunun cevabını ben de her gün defalarca araştıracak olan Ermenilerdir. Ermenilerin aklı başına gelmeli artık diyorum. Vatansız kalmanın hesabını Türklerden sormak yerine, Fransızların kışkırtmalarına neden alet oldukların hesabını önce terör örgütü kurarak Ermenileri ayaklandıran bir avuç eşkıyadan sormalılar. Daha sonra da Fransızlardan… Ama öyle anlaşılıyor ki Ermeniler hala Fransızların ve batı âleminin maşası olmaya devam ediyorlar.
Tarihi hakikatleri araştırdıkça hep gözlerimin önüne PKK geliyor. Sizce yanılıyor muyum?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder