DOĞANBEYLİ
DE BİR GÜN
26 ŞUBAT 2001 Okul Müdürü olarak
çalıştığım; Fatih Sultan Mehmet İlköğretim Okulu’nda yoğun bir çalışma anında
telefonum çaldı. Arayan ilçe kaymakam vekili…
“Ahmet Bey; biraz önce TRT’den
Mustafa Bey aradı. Ermeni meselesi ile ilgili çekimler yapmak üzere tekrar
geleceklermiş. Bizden yardım istiyor ne yapalım ?”dedi.
Mustafa Bey ilçemize gelerek daha
önce TRT adına program hazırlayan bir yapımcıydı. Samimi olduğu her halinden
belli olan bu insana yardımcı olmak istiyordum. Benim de Ermeni-Türk ilişkileri
üzerine Saimbeyli bölgesinde çalışmalar yaptığımı bilen Kaymakam Vekili onun
için benden yardım talebinde bulunmuştu. Tereddütsüz kabul ettim. Daha sonra
bir araya gelerek detayları konuştuk. Benim görevim tarihi yaşayan az sayıda
insanı tespit etmek ve onlarla o günleri konuşmaktı.
27 Şubat günü Halk Eğitim
Müdürlüğüne ait araçla Kutluay Topdemir, Zeki Bektaş ve ben eski adı Rumlu olan
Doğanbeyli Köyü’ne gittik.
Çirişli Bekir, Süleyman İnce ve Süleyman İnce’nin eşi
Kahve önünde duran köylüler bizleri
sevgi ile karşıladılar. Bizimle ilgilendiler. Bazılarını tanıdığımız insanlarla
ayaküstü sohbet ettik. Köye geliş sebebimizi onlara kısaca izah ettim. Bize
olan ilgileri bir kat daha arttı. Çünkü buranın insanları en az bizim kadar
duygulu, en az bizim kadar yaralıydı. Bu insanlar ya şehit torunları, ya gazi
çocuklarıydı. Ermeni zulmünü birinci derecede yaşayan bu insanların gözyaşları
henüz kurumamıştı. Heyecanlıydılar. Büyüklerinden duydukları olayları bir
çırpıda anlatmak istiyorlardı. Bu insanlar televizyon ekranlarında seyrettiğim
tarih profesörlerine hiç benzemiyorlardı. Bunların kendileri tarihti. Duyguları
samimi, bakışları kararlıydı.
Bir kat daha güvendim kendimize...
Millet kararlı, millet ölmemişti. Genç
insanlara dokunsan ağlayacaklar, haydi desen kükreyeceklerdi. İsyan
ediyorlardı; vurdumduymaz, duysa aldırmaz insanlara. Belki evinde yiyecek
ekmeği yok, karnı açtı. Ama gönlü tok, başı dikti. Bu insanların sohbetleri ne
kadar güzel, duyguları ne kadar coşkulu olsa da ben zulmü yaşayanları
arıyordum.
“Bizi köyün en yaşlısına götürün
“dedim.
Köyün en yaşlısı yerine olayları en duygulu anlatan
Süleyman İnce’nin evine götürdüler. Bizimle eve kadar gelen genç bizden önce
eve girdi. Yaşlı bir kadın ve o yaşlarda bir ihtiyar delikanlı bizleri kapıda
karşıladı. Ev sahibi içtendi. Gözleri gülüyordu. Kim olduğumuzu bilmeden
kucakladı. Yaşlı teyze yılların yorgunluğuyla bükülmüş beline aldırmadan evin
döküntülerini topluyordu. Kendimize uygun yerler bulduk. Oturduk. Önce hal
hatır sorduk. Kendimizi tanıttık. Aile büyüklerimi söyleyince bize olan
ilgileri bir kat daha arttı. Geliş maksadımızı anlatabilmek için;
“Süleyman Emmi yaşın kaç?” diye
sordum.
Kendini yaşından daha genç gösterebilmek
maksadıyla, ses tonunu yükseltip, başını kaldırdı.
“Yetmiş beş” dedi.
“Olmadı Süleyman Emmi, sen çok genç
çıktın“
“Tabii gencim evlat “
Teyzeye döndüm;
“Sen kaç yaşındasın teyze?”
Süleyman Emmi, teyzenin konuşmasına
fırsat bırakmadan;
“ Benim kadar “ dedi.
Bizim aradığımız insanlar bunlar
değildi. Derdimizi anlattım.
Süleyman Emmi;
“Ben çok şey bilirim evlat.” dedi.
“Bize bilen değil, yaşayan lazım
Süleyman Emmi”
“ O zaman Çirişli Bekir’i çağıralım.
“ dedi.
“Zahmet olur, onun yanına biz gidelim
“dedim.
“ Olmaz evlat! Kendisi buraya
gelecek kadar dinçtir.”dedi. Bizimle birlikte gelen adamı gönderdi. Onun
kapıdan çıkmasıyla birlikte Süleyman Emmi anlatmaya başladı.
“ Benim babamın kulakları çok
büyüktü. Kim ona kulağının neden bu kadar büyük olduğunu sorarsa; o her
defasında Ermeni eseri derdi.
Araya girdim.
“ Ne demek Ermeni eseri Süleyman
Emmi?”
Anlatmaya başladı;
“ Bizim buralarda Ermeniler bir
zamanlar çok şımarmışlar, Osmanlı Devleti zayıflamaya başlayınca bunu fırsat
bilen Ermeniler, Türklere çok zulüm yapmışlar. Babamın da kulağı bu zulümden
nasibini almış. İki Ermeni bir araya gelir babamın kulağını biri bir tarafa,
biri diğer tarafa çekermiş. Bu şekilde de babamın kulağı uzamış.” dedi.
Gözlerimizin önüne iri kulaklı bir
adam getirdik ve hiç yoktan gülümsedik. Süleyman amca da gülümsedi.
“Sizler babamın kulağını görmediniz.
Ha babam!”dedi. Avuçlarını gösterdi. Bu
defa hepimiz güldük.
“ Gerçekten çok büyük müydü? “dedim.
Tereddütsüz;
“ Vallahi çok büyüktü.”
Kapı çalındı. Ufak-tefek bir adam
içeri girdi. Sevimli yüzlü, yılların
yorgunluğunu, ak düşmüş sakallarının arasına ne kadar saklamaya çalışsa da
yüzündeki kırışıklar arasında çile motifleri görülüyordu.
Selam verdi.
Hep birlikte ayağa
kalktık. Selamını aldık. Sırayla herkesle tokalaştı. Ellerini öptüm. Nasırlaşmış
elleri yılların acımasızlığına meydan okur gibi sertti. Ellerimi sağlam tuttu.
Sürekli gülümseyen yanaklarına gözleri destek veriyordu. Sanki bizleri yıllardır tanıyormuş gibi
kucakladı. Yanaklarımdan öptü. Ellerinden tuttum, sedire oturtturdum.
“ Özür dilerim Bekir Emmi. Seni
buraya kadar yorduk, bizi bağışla “dedim. Gülümsedi.
“ Ne yorulması be evlat, şeref duydum.
“dedi. Hal hatır sorduk. Önce arkadaşlarımı, sonra kendimi tanıttım.
Derin bir oh çekti.
“Hey gidi günler, hey!”dedi.
Durakladı. Tekrar;
“ Vay Çerkez Ali, vay!”dedi.
“ Ne adamdı be, dağ gibiydi.
Cesurdu. Demek sen onun torunusun? “
“ Evet, Bekir Emmi… Hasan’ın
oğluyum. Bilir misin? “
“ Çerkez Ali’nin Hasan’ı bilmez
miyim? Feramuz, Mürsel, Teyfik, Hakkı… Hepsini bilirim. Hakkı buralarda yol
yaptırdı. Bu köye geldiğinde benim evde kalırdı. Allah Rahmet etsin. Çok
dostluğunu gördük.” dedi.
“Bekir Emmi, kaç yaşındasın?” diye
sordum.
Biraz düşündü;
” Doksan ikiyi geçtim.” dedi.
“Bekir Emmi, Doğanbeyli baskınını hatırlıyor musun?” dedim.
“ Hatırlamaz mıyım? Çok iyi hatırlıyorum.” dedi.
“Peki, bize anlatır mısın?“dedim.
Bir iç çekti. Başladı anlatmaya;
“Harman zamanıydı. Ben 11–12 yaşlarındaydım. O günlerde
Ermeniler iyice azmıştı. Korkulu günler geçiriyorduk. Bizim evde erkek yoktu.
75–80 yaşlarında bir ebem, anam ve ben vardık. Harman yeri köyün biraz üst
tarafındaydı. Tarlalar biçilmiş, saplar harman yerine toplanmıştı. Akşam olduğu
zaman ebem harman yerinde otların arasında yatardı. Gece mal gelir de sapları
yer diye. Anamla ben evde yatardık. Anam biraz genç ve dul olduğu için ebem
bizim evde yatmamızı öğütlerdi. İşte böyle bir geceydi. Uyumuşuz. Gece yarısı
kapımız çalındı. Hem kapı çalınıyor, hem de ebem “Kalkın gâvur geldi!” diye
bağırıyordu. Korkuyla kalktık. Bütün köy ayaklanmıştı. Her taraftan silah
sesleri geliyordu. Nereye gideceğimizi, ne yapacağımızı şaşırdık. Allah başa vermesin
çok kötü bir geceydi.” dedi. Gözlerinden iki damla yaş aktı. Hıçkırık boğazına
düğümlendi. Anlatmaya devam etti; ”Ebem bizi evden çıkarttı. Herkesin
toplandığı bir eve götürdü. İçeri girdik ki ana-baba günü. Köylünün çoğu orada…
En az seksen-yüz kişi var. Herkes; “Susun! Susun!” dedi. Dışarıdan silah
sesleri, bağrışmalar-çağrışmalar geliyordu. Bizler ses çıkartmamaya çalışıyorduk.
Korkudan büzüşen tavuk cücükleri gibi birbirimize sarılıyorduk. Evi yaylım
ateşine tuttular. Yanımızda insanlar öldü. Bir kısmı kapıdan çıkmak istedi.
Onları öldürdüler. Bir müddet sonra içerisinde bulunduğumuz evi yaktılar.
Bizler içerideydik. Ne yapacağımızı şaşırdık. Ateşler her tarafımıza yayılmaya
başladı. Gara Ayşe adında bir kadın vardı. Bağıra bağıra yanarak öldü.
İçimizdeki aklı başında adamlar duvarı delmeye başladı. Evin duvarını deldiler.
Bitişiğindeki eve geçtik. Bir müddet sonra o evde yakıldı. O evin de duvarını
deldiler. Üçüncü eve geçtik. Silah sesleri hiç susmuyor, sağımızda-solumuzda
insanlar öldürülüyordu. Bazıları belki
kapıdan kaçar da kurtulurum diye kapıdan kaçmak istedi. Onları da öldürdüler.
Üçüncü evi de yaktılar. Artık gidecek yerimiz kalmamıştı. Duvarı delseler bile
bitişikte ev yoktu. Ne yapacağımızı şaşırdık. Alevler her tarafı sarmıştı. Diri
diri yanacaktık. İçimizdekiler;
“Burada yanarak ölmektense hep birlikte kapıdan-pencereden
kaçalım. Yarımızı öldürürlerse de yarımız kaçarız.” dediler.
“Kaçmaya karar verdik. Kaçmadan önce herkesin dere boyu
kaçmalarını söylediler. Planlar kuruldu. Evin çatısı alevlerle üzerimize
gelmeye başladı. Bizler kapıdan-pencereden kaçmaya başladık. Dışarı çıkanı
kurşunladılar. Ebem orada öldürüldü. Bir sürü insan orada öldürüldü. Dere boyu
kaçanlar kurtuldu. Yolu şaşırıp yamaca kaçanların tamamı öldürüldü. Çok insan
öldürüldü oğlum, çok insan öldürüldü.”
Gözyaşlarına engel olamadı. Etrafa bir sessizlik çöktü.
Bekir Emmi ağlıyordu. Bir müddet konuşamadı. Bu arada evin yaşlı kadını ayran
getirdi. Buz gibi ayranı yüreğimiz yanarak içtik. Bekir Emmi’nin anlattıkları
inanılır gibi değildi. İçtiğimiz ayran yüreğimizin yangınını almadı. İyice
yaktı sanki.
Babam aklıma geldi. O da Melek Hanım’ın söylediği ağıtı
okuduğumda ağlamıştı. Demek ki zulmü görenleri ağlatacak olaylar olmuştu. Bu
gözyaşlarında kim bilir hangi gerçekler su olup akıyordu da bir türlü
kurumuyordu. Göz pınarları demek ki bir yığın acı hatıralarla doluydu.
“Çok insan öldürdüler.” dedi Bekir Amca. Boğazına
düğümlenen hıçkırığı yuttu. O gülümseyen yanakları solmuş, gözlerini bir hüzün
kaplamıştı. Daldı. Bir müddet sonra kendisini toparlayarak anlatmaya devam
etti;
“Dağlara düştük. Aç-susuz, baskına uğramayan Türk köylerine
gittik. Anam ellerimi sıkı sıkı tuttu.
Bırakmadı. Çünkü kimsemiz kalmamıştık. Bir anam, bir ben… Bize kol-kanat
geren ebem de katledilmişti. Çok kötü günler geçirdik. Ben yine şanslıydım.
Anam yanımdaydı. Ellerimi tutuyordu. Tarlalarda kenger topladık, ot topladık,
yemlik topladık yedik. Ekmeğe hasret kaldık. Korkusuz bir yudum su içemedik.
Aradan birkaç gün geçti. Köylülerimizle bir araya geldik.
Ermenilerin köyümüzden gittikleri haberini aldık. Hep birlikte köye gitmeye
karar verildi. Köye doğru yola çıktık. Ne olur ne olmaz diye yine saklanarak,
dere boyu gidiyorduk. Köye yaklaşmıştık. Yamaca doğru ölü insanlar yerlerde
yatıyorlardı. Akbabalar, köpekler insan etleri yiyorlardı. Etrafı kötü bir koku
sarmıştı. Herkes yakınlarının cenazesini arıyor. Her cenaze başında bir figan
kopuyordu. Yamaca doğru bir kadın cesedi gördüm. Ona doğru gitmek istedim. Anam
elimi bırakmadı. Birlikte gittik. Kadın
hafif yana doğru yatmıştı. Bir çocuk ağlaması duyduk. Anam cesedi hafif bize
doğru çevirdi. Kucağında bir çocuk, ölü anasının memesini emiyordu. Orada
bulunan herkes bunu gördü. Yürek dayanacak gibi değildi, yürek dayanacak gibi
değildi.” dedi. Başını iki yana salladı. Cebinden bir mendil çıkarttı. Önce
gözlerini, sonra burnunu sildi.
Adeta şoke olmuştuk.
Düşünemiyorduk.
Siz bu satırları okuma bahtsızlığına sahip olan insanlar;
bir saniye gözlerinizi kapatıp ölü annesinin memelerini emmeye çalışan o
kundaktaki bebenin yerinde olmayı düşünebilir misiniz? Siz o bebek olmak ister
miydiniz? Ya da o bebeği o halde görmek ister miydiniz?
Babam geldi aklıma. Babamın gözyaşları geldi. Dayanamadım!
Yanaklarımdan iki damla gözyaşımın bıyıklarıma doğru aktığını hissettim. Babam
haklıydı. Bekir Emmi haklıydı. Bir türlü ağlamayı beceremeyen zavallılara
nispet ağladığım için mutluydum. Çünkü anlıyordum. Bu topraklar kolay vatan
olmamıştı.
Bekir Emmi’ye döndüm. Boğazıma düğümlenen hıçkırıkla;
“ O çocuk yaşadı mı?” diye sordum.
Evet, anlamında başını salladı. Bir müddet konuşamadık.
Söyleyecek söz kalmamıştı. Hıçkırıklar boğazımıza düğümleniyordu. Bir sessizlik
çökmüştü odaya. Benim olduğu gibi, herkesin gözlerinin önünde ölü annesini emen
çocuk şekillenmişti. Erkekliğe leke sürmemek için gözyaşlarımızı dışarı
akıtamıyordum. Sukut! Sukut! Sukut!
Herkes susuyor. Herkes bir şeyler hayal etmeye çalışıyordu. Beynimizde
oluşan depremler, dışarıya sessizlik olarak yansıyordu. Bu sessizlik içerisinde
ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Göz göze geldiğim insanlar, gözlerini bile
konuşturmamak için sakladılar. Sukutu sevmiştik. Ya da sessizlikten medet
umuyorduk.
Birden odadaki sessizliği evin gelininin; “buyurun yemek
hazır.” sözleri bozdu. Herkes birbirini yemeğe davet etti. Evin maharetli
gelininin çok kısa sürede hazırlamış olduğu yemeği yerken her lokma boğazımıza
düğümlendi. Laf olsun diye başka
konuları konuşmaya çalışsak da gözlerimizin önünden ölü annesini emen çocuk
gitmedi. Bizlere rahat bir hayat bırakabilmek için her türlü zorluğa katlanan,
acıyı çeken, yokluktan nasibini alan, toprağı vatan yapmak için can verenleri
düşündükçe bu günkü halimizden utanmaya başladım. Hele memleketin en güzel
yerlerinde yaşayıp da geçmişine sövenler gözlerimin önüne gelince tiksindim.
Tiksinmek ne kelime... Tiksintinin bile hafif kaldığını hissettim.
Ev sahibi Süleyman Emmi;
”Kusura bakmayın alelacele oldu. Gelin komşuya ekmek
yapmaya gitmişti. Zaten burada misafir… Bir daha gelmeden önce haber edin. Size
bir kuzu keseyim hoca!“ dedi.
Vallahi Süleyman Emmi, bu yemek kuzudan da iyiydi. Bacımın
eline sağlık dedim. Laf olsun diye, “Oğlan nerede?” diye sordum. Sormaz
olaydım.
Gelin;
“Sizlere ömür.” dedi.
Süleyman Emmi;
“ Oğlumu kaybettik.” diye ekledi.
Odaya bir sessizlik çöktü. Sorduğuma pişman oldum. Konuyu
değiştirmek istedim. Süleyman Emmi, oğlunu anlattı. Anlattıkça ilgi duydum.
Sonunda Süleyman Emmi’nin oğlu benim okul arkadaşım çıktı. Yaşıtım olan bir
insanın on yıl önce öldüğü haberini almak içimi burktu. Geride bıraktığı boncuk
gibi çocukların babasız bir hayatı yaşamaları her halde kolay değildi.
Üzüntülerimi belirtecek kelimeler bulamadım. “Allah sabır versin. Mekânı cennet
olsun. “ demekten başka yapacak hiçbir şey yoktu.
Tekrar tarihin derinliklerine dönmek istiyordum. Baktım
Bekir Emmi biraz rahatlamış.
Anlat bakalım Bekir Emmi, sonra ne oldu?
Bekir Emmi güldü. Aslında ağlamamak için güldü. Lafına
kaldığı yerden devam etti;
“Köye geldik. Evlerden hâlâ dumanlar çıkıyordu. Yerlerde
insan ölüleri vardı. Köyün köpekleri de öldürülmüştü. Etrafta birkaç tavuk
geziyordu. Başka da canlı yoktu. Köyde ne kadar canlı mal varsa; inek, öküz,
koyun, keçi hepsini Ermeniler alıp götürmüşlerdi. Evler yağma edilmiş, sağa
sola buğdaylar, unlar dağıtılmış, kısacası her yer talan edilmişti. Başka
köylerden gelen insanlarla bizim köylüler birleşerek mezarları kazdılar,
ölüleri gömdüler. Tekrar günlük hayatımızı yaşamaya başladık. Bir daha da
köyümüze Ermeniler gelemediler. İnşallah da gelemezler.” dedi.
Odadaki herkes; “İnşallah!” dedi.
Sohbetin sonunda sordum.
“Burada sizin gibi başka yaşlılar var mı?”
Bekir Emmi;
“ Kâhaların Mustafa var.” Fakat çok yaşlı olduğunu, derdini
anlatmakta güçlükler çektiğini söyledi.
“Olsun gidelim.” dedim.
Beni kırmadılar. Kâhaların Mustafa’nın (Mustafa ŞAHİN)
evine gittik. Bizi kapıda Mustafa Şahin’in gelini karşıladı. İçeriye
girdiğimizde doksan beş, doksan altı yaşlarındaki Kâhaların Mustafa Amca bir
sedirin üzerine uyuyordu. Uyku sersemi olmuştu. Bizleri görünce kalkmaya
çalıştı. Yardım ettik, doğruldu. Yılların yorgunluğunu her haliyle üzerinde
taşıdığını hissettiğim bu insanı uykusundan uyandırmak ağırıma gitti. Defalarca
özür diledim. Ancak bir daha bu insanı canlı görememenin sıkıntısı ile konuşmak
istiyordum. Belki de bir daha görmek nasip olmayacaktı. Ağzından üç beş cümle
duymak istiyordum. Biraz bekledik. Mustafa Emmi biraz toparlandıktan sonra;
“Hoş geldiniz
çocuklar” dedi.
Kim olduğumuzu sordu. Kendimizi tanıttık. Babamı ve dedemi
söyleyince gözleri doluverdi.
“Vay Çerkez Ali, vay!” dedi.
Hüzünlendim.
“Tanır mısın?” dedim.
“Kim tanımaz ki!” dedi.
Dalıverdi. Yılların ötesine gittiği belliydi. Kim bilir
neler düşünüyordu?
“Mustafa Emmi,
Ermeni baskınını hatırlıyor musun?” dedim.
“Vay! Vay!” dedi.
“Hangi baskını?” diye ilave etti.
“Doğanbeyli baskını!“
“Bir defa basmadılar
ki!”
Bizimle Mustafa Emmi’nin
yanına gelen köylü;
“Büyük baskını, büyük baskını! “diye bağırdı.
Mustafa Emmi, ağlamaya başladı. Zoraki hıçkırıklar arasında
düğümlenen bir sesle;
“Bizden beş kişi gitti, beş kişi gitti!”
Bir müddet konuşamadı, Kâhaların Mustafa Emmi. Bizlerde
söyleyecek söz bulamadık.
Her şey sözle anlatılmaz ki, Mustafa Amcanın bu gözyaşları
daha ne anlatacaktı bize. Yürek acı doluydu. Seksen yıldır bir kor gibi yanan
yüreği, gözyaşları da söndüremiyordu.
Belli belirsiz bir sesle;
“İyi ki ebem öldü!” dedi.
“Neden?” diye sordum.
“Kim bakacaktı o garıya, kim bakacaktı.”
Hıçkırıklara boğuldu.
Mustafa Amca’nın ailesinden beş kişi katledilmişti. Bunlar;
anası, babası, ninesi ve iki kardeşi.
Bir de yaralı kardeşini omuzlarına alarak en az on beş km
sırtında götürdüğünü bizlere ağlayarak anlattı.
Aslında Mustafa Amca çok şey biliyordu. Çok şey yaşamıştı.
Ancak anlatamıyordu. Her konuya başladığımızda gözyaşları sel oluyordu. Daha
fazla yormak istemedik. Vedalaşıp Doğanbeyli’den ayrılırken geriye baktığımda;
Doğanbeyli beyaz karlarla kaplıydı. Hava soğuktu. Fakat yürekler yangın,
umutlar karaydı.
Aradan
aylar geçti. Doğanbeyli’ye bir daha
gitme fırsatım olmadı. Bir gün Doğanbeyli’li birine rastladım. Ona ; “Kâhaların
Mustafa Emmi ne yapıyor?” diye sordum.
“Sizlere ömür. Rahmetli oldu.” dedi.
Sanki yüreğimin” cız” ettiğini
hissettim. Tarihten bir yaprak daha kopmuştu. Artık anlattıkları bir hikâye
gibi kulaklarımızda kalacaktı. Bizden sonraki nesillere biz bunları anlatmaya
çalışsak da büyük oranda tesir etmeyeceğini biliyorum. Ama benim gözlerimin
önünden;” vay, vay!” diye iç çeken Kâhaların Kara Mustafa’sının boğazına
düğümlenen hıçkırıkları, göz çukurlarına biriken damlalar ve derinden “vay...!”
çekişi hiç gitmeyecek.
Mekânın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder