17 Nisan 2013 Çarşamba

DOĞANBEYLİ DE BİR GÜN


DOĞANBEYLİ DE BİR GÜN

            26 ŞUBAT 2001 Okul Müdürü olarak çalıştığım; Fatih Sultan Mehmet İlköğretim Okulu’nda yoğun bir çalışma anında telefonum çaldı. Arayan ilçe kaymakam vekili…
            “Ahmet Bey; biraz önce TRT’den Mustafa Bey aradı. Ermeni meselesi ile ilgili çekimler yapmak üzere tekrar geleceklermiş. Bizden yardım istiyor ne yapalım ?”dedi.
            Mustafa Bey ilçemize gelerek daha önce TRT adına program hazırlayan bir yapımcıydı. Samimi olduğu her halinden belli olan bu insana yardımcı olmak istiyordum. Benim de Ermeni-Türk ilişkileri üzerine Saimbeyli bölgesinde çalışmalar yaptığımı bilen Kaymakam Vekili onun için benden yardım talebinde bulunmuştu. Tereddütsüz kabul ettim. Daha sonra bir araya gelerek detayları konuştuk. Benim görevim tarihi yaşayan az sayıda insanı tespit etmek ve onlarla o günleri konuşmaktı.
            27 Şubat günü Halk Eğitim Müdürlüğüne ait araçla Kutluay Topdemir, Zeki Bektaş ve ben eski adı Rumlu olan Doğanbeyli Köyü’ne gittik.
Çirişli Bekir, Süleyman İnce ve Süleyman İnce’nin eşi

            Kahve önünde duran köylüler bizleri sevgi ile karşıladılar. Bizimle ilgilendiler. Bazılarını tanıdığımız insanlarla ayaküstü sohbet ettik. Köye geliş sebebimizi onlara kısaca izah ettim. Bize olan ilgileri bir kat daha arttı. Çünkü buranın insanları en az bizim kadar duygulu, en az bizim kadar yaralıydı. Bu insanlar ya şehit torunları, ya gazi çocuklarıydı. Ermeni zulmünü birinci derecede yaşayan bu insanların gözyaşları henüz kurumamıştı. Heyecanlıydılar. Büyüklerinden duydukları olayları bir çırpıda anlatmak istiyorlardı. Bu insanlar televizyon ekranlarında seyrettiğim tarih profesörlerine hiç benzemiyorlardı. Bunların kendileri tarihti. Duyguları samimi, bakışları kararlıydı.
            Bir kat daha güvendim kendimize... Millet kararlı, millet ölmemişti.  Genç insanlara dokunsan ağlayacaklar, haydi desen kükreyeceklerdi. İsyan ediyorlardı; vurdumduymaz, duysa aldırmaz insanlara. Belki evinde yiyecek ekmeği yok, karnı açtı. Ama gönlü tok, başı dikti. Bu insanların sohbetleri ne kadar güzel, duyguları ne kadar coşkulu olsa da ben zulmü yaşayanları arıyordum.
            “Bizi köyün en yaşlısına götürün “dedim.
Köyün en yaşlısı yerine olayları en duygulu anlatan Süleyman İnce’nin evine götürdüler. Bizimle eve kadar gelen genç bizden önce eve girdi. Yaşlı bir kadın ve o yaşlarda bir ihtiyar delikanlı bizleri kapıda karşıladı. Ev sahibi içtendi. Gözleri gülüyordu. Kim olduğumuzu bilmeden kucakladı. Yaşlı teyze yılların yorgunluğuyla bükülmüş beline aldırmadan evin döküntülerini topluyordu. Kendimize uygun yerler bulduk. Oturduk. Önce hal hatır sorduk. Kendimizi tanıttık. Aile büyüklerimi söyleyince bize olan ilgileri bir kat daha arttı. Geliş maksadımızı anlatabilmek için;
            “Süleyman Emmi yaşın kaç?” diye sordum.
            Kendini yaşından daha genç gösterebilmek maksadıyla, ses tonunu yükseltip, başını kaldırdı.
            “Yetmiş beş” dedi.
            “Olmadı Süleyman Emmi, sen çok genç çıktın“
            “Tabii gencim evlat “
            Teyzeye döndüm;
            “Sen kaç yaşındasın teyze?”
            Süleyman Emmi, teyzenin konuşmasına fırsat bırakmadan;
            “ Benim kadar “ dedi.
            Bizim aradığımız insanlar bunlar değildi. Derdimizi anlattım.
Süleyman Emmi;
            “Ben çok şey bilirim evlat.” dedi.
            “Bize bilen değil, yaşayan lazım Süleyman Emmi”
            “ O zaman Çirişli Bekir’i çağıralım. “ dedi.
            “Zahmet olur, onun yanına biz gidelim “dedim.
            “ Olmaz evlat! Kendisi buraya gelecek kadar dinçtir.”dedi. Bizimle birlikte gelen adamı gönderdi. Onun kapıdan çıkmasıyla birlikte Süleyman Emmi anlatmaya başladı.
            “ Benim babamın kulakları çok büyüktü. Kim ona kulağının neden bu kadar büyük olduğunu sorarsa; o her defasında Ermeni eseri derdi.
            Araya girdim.
            “ Ne demek Ermeni eseri Süleyman Emmi?”
            Anlatmaya başladı;
            “ Bizim buralarda Ermeniler bir zamanlar çok şımarmışlar, Osmanlı Devleti zayıflamaya başlayınca bunu fırsat bilen Ermeniler, Türklere çok zulüm yapmışlar. Babamın da kulağı bu zulümden nasibini almış. İki Ermeni bir araya gelir babamın kulağını biri bir tarafa, biri diğer tarafa çekermiş. Bu şekilde de babamın kulağı uzamış.” dedi.
            Gözlerimizin önüne iri kulaklı bir adam getirdik ve hiç yoktan gülümsedik. Süleyman amca da gülümsedi.
            “Sizler babamın kulağını görmediniz. Ha babam!”dedi.  Avuçlarını gösterdi. Bu defa hepimiz güldük.
            “ Gerçekten çok büyük müydü? “dedim. Tereddütsüz;
            “ Vallahi çok büyüktü.”

            Kapı çalındı. Ufak-tefek bir adam içeri girdi. Sevimli yüzlü,  yılların yorgunluğunu, ak düşmüş sakallarının arasına ne kadar saklamaya çalışsa da yüzündeki kırışıklar arasında çile motifleri görülüyordu.
            Selam verdi.
 Hep birlikte ayağa kalktık. Selamını aldık. Sırayla herkesle tokalaştı. Ellerini öptüm. Nasırlaşmış elleri yılların acımasızlığına meydan okur gibi sertti. Ellerimi sağlam tuttu. Sürekli gülümseyen yanaklarına gözleri destek veriyordu.  Sanki bizleri yıllardır tanıyormuş gibi kucakladı. Yanaklarımdan öptü. Ellerinden tuttum, sedire oturtturdum.
            “ Özür dilerim Bekir Emmi. Seni buraya kadar yorduk, bizi bağışla “dedim. Gülümsedi.
            “ Ne yorulması be evlat, şeref duydum. “dedi. Hal hatır sorduk. Önce arkadaşlarımı, sonra kendimi tanıttım.
            Derin bir oh çekti.
            “Hey gidi günler, hey!”dedi. Durakladı. Tekrar;
            “ Vay Çerkez Ali, vay!”dedi.
            “ Ne adamdı be, dağ gibiydi. Cesurdu. Demek sen onun torunusun? “
            “ Evet, Bekir Emmi… Hasan’ın oğluyum. Bilir misin? “
            “ Çerkez Ali’nin Hasan’ı bilmez miyim? Feramuz, Mürsel, Teyfik, Hakkı… Hepsini bilirim. Hakkı buralarda yol yaptırdı. Bu köye geldiğinde benim evde kalırdı. Allah Rahmet etsin. Çok dostluğunu gördük.” dedi.
            “Bekir Emmi, kaç yaşındasın?” diye sordum.
Biraz düşündü;
” Doksan ikiyi geçtim.” dedi.
“Bekir Emmi, Doğanbeyli baskınını hatırlıyor musun?” dedim.
“ Hatırlamaz mıyım? Çok iyi hatırlıyorum.” dedi.
“Peki, bize anlatır mısın?“dedim.
Bir iç çekti. Başladı anlatmaya;
“Harman zamanıydı. Ben 11–12 yaşlarındaydım. O günlerde Ermeniler iyice azmıştı. Korkulu günler geçiriyorduk. Bizim evde erkek yoktu. 75–80 yaşlarında bir ebem, anam ve ben vardık. Harman yeri köyün biraz üst tarafındaydı. Tarlalar biçilmiş, saplar harman yerine toplanmıştı. Akşam olduğu zaman ebem harman yerinde otların arasında yatardı. Gece mal gelir de sapları yer diye. Anamla ben evde yatardık. Anam biraz genç ve dul olduğu için ebem bizim evde yatmamızı öğütlerdi. İşte böyle bir geceydi. Uyumuşuz. Gece yarısı kapımız çalındı. Hem kapı çalınıyor, hem de ebem “Kalkın gâvur geldi!” diye bağırıyordu. Korkuyla kalktık. Bütün köy ayaklanmıştı. Her taraftan silah sesleri geliyordu. Nereye gideceğimizi, ne yapacağımızı şaşırdık. Allah başa vermesin çok kötü bir geceydi.” dedi. Gözlerinden iki damla yaş aktı. Hıçkırık boğazına düğümlendi. Anlatmaya devam etti; ”Ebem bizi evden çıkarttı. Herkesin toplandığı bir eve götürdü. İçeri girdik ki ana-baba günü. Köylünün çoğu orada… En az seksen-yüz kişi var. Herkes; “Susun! Susun!” dedi. Dışarıdan silah sesleri, bağrışmalar-çağrışmalar geliyordu. Bizler ses çıkartmamaya çalışıyorduk. Korkudan büzüşen tavuk cücükleri gibi birbirimize sarılıyorduk. Evi yaylım ateşine tuttular. Yanımızda insanlar öldü. Bir kısmı kapıdan çıkmak istedi. Onları öldürdüler. Bir müddet sonra içerisinde bulunduğumuz evi yaktılar. Bizler içerideydik. Ne yapacağımızı şaşırdık. Ateşler her tarafımıza yayılmaya başladı. Gara Ayşe adında bir kadın vardı. Bağıra bağıra yanarak öldü. İçimizdeki aklı başında adamlar duvarı delmeye başladı. Evin duvarını deldiler. Bitişiğindeki eve geçtik. Bir müddet sonra o evde yakıldı. O evin de duvarını deldiler. Üçüncü eve geçtik. Silah sesleri hiç susmuyor, sağımızda-solumuzda insanlar öldürülüyordu.  Bazıları belki kapıdan kaçar da kurtulurum diye kapıdan kaçmak istedi. Onları da öldürdüler. Üçüncü evi de yaktılar. Artık gidecek yerimiz kalmamıştı. Duvarı delseler bile bitişikte ev yoktu. Ne yapacağımızı şaşırdık. Alevler her tarafı sarmıştı. Diri diri yanacaktık. İçimizdekiler;
“Burada yanarak ölmektense hep birlikte kapıdan-pencereden kaçalım. Yarımızı öldürürlerse de yarımız kaçarız.” dediler.
“Kaçmaya karar verdik. Kaçmadan önce herkesin dere boyu kaçmalarını söylediler. Planlar kuruldu. Evin çatısı alevlerle üzerimize gelmeye başladı. Bizler kapıdan-pencereden kaçmaya başladık. Dışarı çıkanı kurşunladılar. Ebem orada öldürüldü. Bir sürü insan orada öldürüldü. Dere boyu kaçanlar kurtuldu. Yolu şaşırıp yamaca kaçanların tamamı öldürüldü. Çok insan öldürüldü oğlum, çok insan öldürüldü.”
Gözyaşlarına engel olamadı. Etrafa bir sessizlik çöktü. Bekir Emmi ağlıyordu. Bir müddet konuşamadı. Bu arada evin yaşlı kadını ayran getirdi. Buz gibi ayranı yüreğimiz yanarak içtik. Bekir Emmi’nin anlattıkları inanılır gibi değildi. İçtiğimiz ayran yüreğimizin yangınını almadı. İyice yaktı sanki.
Babam aklıma geldi. O da Melek Hanım’ın söylediği ağıtı okuduğumda ağlamıştı. Demek ki zulmü görenleri ağlatacak olaylar olmuştu. Bu gözyaşlarında kim bilir hangi gerçekler su olup akıyordu da bir türlü kurumuyordu. Göz pınarları demek ki bir yığın acı hatıralarla doluydu.
“Çok insan öldürdüler.” dedi Bekir Amca. Boğazına düğümlenen hıçkırığı yuttu. O gülümseyen yanakları solmuş, gözlerini bir hüzün kaplamıştı. Daldı. Bir müddet sonra kendisini toparlayarak anlatmaya devam etti;
“Dağlara düştük. Aç-susuz, baskına uğramayan Türk köylerine gittik. Anam ellerimi sıkı sıkı tuttu.  Bırakmadı. Çünkü kimsemiz kalmamıştık. Bir anam, bir ben… Bize kol-kanat geren ebem de katledilmişti. Çok kötü günler geçirdik. Ben yine şanslıydım. Anam yanımdaydı. Ellerimi tutuyordu. Tarlalarda kenger topladık, ot topladık, yemlik topladık yedik. Ekmeğe hasret kaldık. Korkusuz bir yudum su içemedik.

Aradan birkaç gün geçti. Köylülerimizle bir araya geldik. Ermenilerin köyümüzden gittikleri haberini aldık. Hep birlikte köye gitmeye karar verildi. Köye doğru yola çıktık. Ne olur ne olmaz diye yine saklanarak, dere boyu gidiyorduk. Köye yaklaşmıştık. Yamaca doğru ölü insanlar yerlerde yatıyorlardı. Akbabalar, köpekler insan etleri yiyorlardı. Etrafı kötü bir koku sarmıştı. Herkes yakınlarının cenazesini arıyor. Her cenaze başında bir figan kopuyordu. Yamaca doğru bir kadın cesedi gördüm. Ona doğru gitmek istedim. Anam elimi bırakmadı.  Birlikte gittik. Kadın hafif yana doğru yatmıştı. Bir çocuk ağlaması duyduk. Anam cesedi hafif bize doğru çevirdi. Kucağında bir çocuk, ölü anasının memesini emiyordu. Orada bulunan herkes bunu gördü. Yürek dayanacak gibi değildi, yürek dayanacak gibi değildi.” dedi. Başını iki yana salladı. Cebinden bir mendil çıkarttı. Önce gözlerini, sonra burnunu sildi.
 Adeta şoke olmuştuk. Düşünemiyorduk.
Siz bu satırları okuma bahtsızlığına sahip olan insanlar; bir saniye gözlerinizi kapatıp ölü annesinin memelerini emmeye çalışan o kundaktaki bebenin yerinde olmayı düşünebilir misiniz? Siz o bebek olmak ister miydiniz? Ya da o bebeği o halde görmek ister miydiniz?
Babam geldi aklıma. Babamın gözyaşları geldi. Dayanamadım! Yanaklarımdan iki damla gözyaşımın bıyıklarıma doğru aktığını hissettim. Babam haklıydı. Bekir Emmi haklıydı. Bir türlü ağlamayı beceremeyen zavallılara nispet ağladığım için mutluydum. Çünkü anlıyordum. Bu topraklar kolay vatan olmamıştı.
Bekir Emmi’ye döndüm. Boğazıma düğümlenen hıçkırıkla;
“ O çocuk yaşadı mı?” diye sordum.
Evet, anlamında başını salladı. Bir müddet konuşamadık. Söyleyecek söz kalmamıştı. Hıçkırıklar boğazımıza düğümleniyordu. Bir sessizlik çökmüştü odaya. Benim olduğu gibi, herkesin gözlerinin önünde ölü annesini emen çocuk şekillenmişti. Erkekliğe leke sürmemek için gözyaşlarımızı dışarı akıtamıyordum. Sukut! Sukut! Sukut!  Herkes susuyor. Herkes bir şeyler hayal etmeye çalışıyordu. Beynimizde oluşan depremler, dışarıya sessizlik olarak yansıyordu. Bu sessizlik içerisinde ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Göz göze geldiğim insanlar, gözlerini bile konuşturmamak için sakladılar. Sukutu sevmiştik. Ya da sessizlikten medet umuyorduk.

Birden odadaki sessizliği evin gelininin; “buyurun yemek hazır.” sözleri bozdu. Herkes birbirini yemeğe davet etti. Evin maharetli gelininin çok kısa sürede hazırlamış olduğu yemeği yerken her lokma boğazımıza düğümlendi.  Laf olsun diye başka konuları konuşmaya çalışsak da gözlerimizin önünden ölü annesini emen çocuk gitmedi. Bizlere rahat bir hayat bırakabilmek için her türlü zorluğa katlanan, acıyı çeken, yokluktan nasibini alan, toprağı vatan yapmak için can verenleri düşündükçe bu günkü halimizden utanmaya başladım. Hele memleketin en güzel yerlerinde yaşayıp da geçmişine sövenler gözlerimin önüne gelince tiksindim. Tiksinmek ne kelime... Tiksintinin bile hafif kaldığını hissettim.
Ev sahibi Süleyman Emmi;
”Kusura bakmayın alelacele oldu. Gelin komşuya ekmek yapmaya gitmişti. Zaten burada misafir… Bir daha gelmeden önce haber edin. Size bir kuzu keseyim hoca!“ dedi.
Vallahi Süleyman Emmi, bu yemek kuzudan da iyiydi. Bacımın eline sağlık dedim. Laf olsun diye, “Oğlan nerede?” diye sordum. Sormaz olaydım.
Gelin;
“Sizlere ömür.” dedi.
Süleyman Emmi;
“ Oğlumu kaybettik.” diye ekledi.
Odaya bir sessizlik çöktü. Sorduğuma pişman oldum. Konuyu değiştirmek istedim. Süleyman Emmi, oğlunu anlattı. Anlattıkça ilgi duydum. Sonunda Süleyman Emmi’nin oğlu benim okul arkadaşım çıktı. Yaşıtım olan bir insanın on yıl önce öldüğü haberini almak içimi burktu. Geride bıraktığı boncuk gibi çocukların babasız bir hayatı yaşamaları her halde kolay değildi. Üzüntülerimi belirtecek kelimeler bulamadım. “Allah sabır versin. Mekânı cennet olsun. “ demekten başka yapacak hiçbir şey yoktu.
Tekrar tarihin derinliklerine dönmek istiyordum. Baktım Bekir Emmi biraz rahatlamış.
Anlat bakalım Bekir Emmi, sonra ne oldu?
Bekir Emmi güldü. Aslında ağlamamak için güldü. Lafına kaldığı yerden devam etti;
“Köye geldik. Evlerden hâlâ dumanlar çıkıyordu. Yerlerde insan ölüleri vardı. Köyün köpekleri de öldürülmüştü. Etrafta birkaç tavuk geziyordu. Başka da canlı yoktu. Köyde ne kadar canlı mal varsa; inek, öküz, koyun, keçi hepsini Ermeniler alıp götürmüşlerdi. Evler yağma edilmiş, sağa sola buğdaylar, unlar dağıtılmış, kısacası her yer talan edilmişti. Başka köylerden gelen insanlarla bizim köylüler birleşerek mezarları kazdılar, ölüleri gömdüler. Tekrar günlük hayatımızı yaşamaya başladık. Bir daha da köyümüze Ermeniler gelemediler. İnşallah da gelemezler.” dedi.
Odadaki herkes; “İnşallah!” dedi.
Sohbetin sonunda sordum.
“Burada sizin gibi başka yaşlılar var mı?”
Bekir Emmi;
“ Kâhaların Mustafa var.” Fakat çok yaşlı olduğunu, derdini anlatmakta güçlükler çektiğini söyledi.


“Olsun gidelim.” dedim.
Beni kırmadılar. Kâhaların Mustafa’nın (Mustafa ŞAHİN) evine gittik. Bizi kapıda Mustafa Şahin’in gelini karşıladı. İçeriye girdiğimizde doksan beş, doksan altı yaşlarındaki Kâhaların Mustafa Amca bir sedirin üzerine uyuyordu. Uyku sersemi olmuştu. Bizleri görünce kalkmaya çalıştı. Yardım ettik, doğruldu. Yılların yorgunluğunu her haliyle üzerinde taşıdığını hissettiğim bu insanı uykusundan uyandırmak ağırıma gitti. Defalarca özür diledim. Ancak bir daha bu insanı canlı görememenin sıkıntısı ile konuşmak istiyordum. Belki de bir daha görmek nasip olmayacaktı. Ağzından üç beş cümle duymak istiyordum. Biraz bekledik. Mustafa Emmi biraz toparlandıktan sonra;
 “Hoş geldiniz çocuklar” dedi.
Kim olduğumuzu sordu. Kendimizi tanıttık. Babamı ve dedemi söyleyince gözleri doluverdi.
“Vay Çerkez Ali, vay!” dedi.
Hüzünlendim.
“Tanır mısın?” dedim.
“Kim tanımaz ki!” dedi.
Dalıverdi. Yılların ötesine gittiği belliydi. Kim bilir neler düşünüyordu?
 “Mustafa Emmi, Ermeni baskınını hatırlıyor musun?” dedim.
“Vay! Vay!” dedi.
“Hangi baskını?” diye ilave etti.
“Doğanbeyli baskını!“
 “Bir defa basmadılar ki!”
 Bizimle Mustafa Emmi’nin yanına gelen köylü;
“Büyük baskını, büyük baskını! “diye bağırdı.
Mustafa Emmi, ağlamaya başladı. Zoraki hıçkırıklar arasında düğümlenen bir sesle;
“Bizden beş kişi gitti, beş kişi gitti!”
Bir müddet konuşamadı, Kâhaların Mustafa Emmi. Bizlerde söyleyecek söz bulamadık.
Her şey sözle anlatılmaz ki, Mustafa Amcanın bu gözyaşları daha ne anlatacaktı bize. Yürek acı doluydu. Seksen yıldır bir kor gibi yanan yüreği, gözyaşları da söndüremiyordu.
Belli belirsiz bir sesle;
“İyi ki ebem öldü!” dedi.
“Neden?” diye sordum.
“Kim bakacaktı o garıya, kim bakacaktı.”
Hıçkırıklara boğuldu.
Mustafa Amca’nın ailesinden beş kişi katledilmişti. Bunlar; anası, babası, ninesi ve iki kardeşi.
Bir de yaralı kardeşini omuzlarına alarak en az on beş km sırtında götürdüğünü bizlere ağlayarak anlattı.
Aslında Mustafa Amca çok şey biliyordu. Çok şey yaşamıştı. Ancak anlatamıyordu. Her konuya başladığımızda gözyaşları sel oluyordu. Daha fazla yormak istemedik. Vedalaşıp Doğanbeyli’den ayrılırken geriye baktığımda; Doğanbeyli beyaz karlarla kaplıydı. Hava soğuktu. Fakat yürekler yangın, umutlar karaydı.
            Aradan aylar geçti.  Doğanbeyli’ye bir daha gitme fırsatım olmadı. Bir gün Doğanbeyli’li birine rastladım. Ona ; “Kâhaların Mustafa Emmi ne yapıyor?” diye sordum.
 “Sizlere ömür. Rahmetli oldu.” dedi. 
Sanki yüreğimin” cız” ettiğini hissettim. Tarihten bir yaprak daha kopmuştu. Artık anlattıkları bir hikâye gibi kulaklarımızda kalacaktı. Bizden sonraki nesillere biz bunları anlatmaya çalışsak da büyük oranda tesir etmeyeceğini biliyorum. Ama benim gözlerimin önünden;” vay, vay!” diye iç çeken Kâhaların Kara Mustafa’sının boğazına düğümlenen hıçkırıkları, göz çukurlarına biriken damlalar ve derinden “vay...!” çekişi  hiç gitmeyecek.
Mekânın

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder