17 Nisan 2013 Çarşamba

TEKE HASAN


TEKE HASAN
(ZULÜMDEN KURTULAN SON TÜRK)
            “Kalkın” dedi Fatma. “Kalkın. Burası zindan oldu artık. Bir an önce gitmeliyiz buralardan.”
            Çocuklar uyku sersemliği ile ayaklandılar.
            “Nereye gidiyoruz ana?”
            “Sormayın çocuklar. Gidiyoruz.”
            Gideceklerdi. Neresi olursa olsun gideceklerdi. Artık Hacın’da yaşanmazdı. Hacın demek cehennem demekti. Kaçan canını kurtarırdı. Kaçamayan sadece canını vermekle yetinmezdi. Her şeyini verirdi. Fatma kadın her şeyini vermek istemiyordu. Dört çocuğu vardı. Çocuklarını kurtarmak istiyordu. Eşi Mustafa zaten gözden mağdurdu. İki gözü de görmüyordu. Ah onun gözleri bir görse, Fatma kadın bu kadar telaşlanmayacaktı. Mustafa yürekli bir adamdı. Ama ne fayda ki iki gözü de dünyaya hep karanlık bakıyordu. Gece ile gündüz onun için hiç fark etmezdi. Onun için de eşi Fatma’ya seslendi.
            “Hadi hanım. Kaldır çocukları. Bir an önce yola koyulalım. Gün ağarmadan obruğu çıkalım.”
Herkes telaşa kapıldı. Dışarıdan sesler geldi. 
“Herkes gidiyor.” dedi Mustafa. “Herkes gidiyor.”
Yükte hafif pahada ağır ne varsa hepsini almaya koyuldu Fatma kadın. Mustafa çıkıştı.
“Ne alıyorsun hanım? Çocukları sar sırtına. Başka şey alma. Yürüyün.” dedi.
Fatma itiraz etmedi. Edecek imkânı da yoktu. Ne götürebilirdi ki. Bir eşekleri, dört çocukları vardı. Hemen ahıra koştu. Semeri eşeğin sırtına bağladı.
“Haydin” dedi.
Çocuklar koştular. Mustafa elinden tutacak bir el bekledi. Fatma koştu Mustafa’nın elinden tuttu. Üç çocuk eşeğe bindiler. Bir çocuk eşeğin ipinden tuttu. Fatma bir eli ile kocası Mustafa’nın elini, diğer eli ile oğlu Ahmet’in elinden tuttu. Ahmet de eşeğin ipini eline aldı.
Çatal oluktan yola koyuldular. Önlerinden gidenlere yetişmek için biraz hızlı gitmek istiyorlardı. Ancak her “hızlı gidelim” sözünden sonra Mustafa ayaklarını bir taşa takıyor. Tam düşe ki, eşi Fatma koluna yapışıyor. Mustafa düşmekten kurtuluyor.
Tepe mahalleyi aştılar. Obruk yoluna düştüler. Önde gidenlere yavaş yavaş yetişmeye başladılar. Daha doğrusu onlar yetiştiklerini sandılar. Oysa Sultansuyu’nda Ermeni ve Fransız askerleri gitmekte olan Türk aileleri durdurmuşlardı. Kaçmalarına izin vermek istemiyorlardı. Herkes sorguya çekildi. Bazısı azarlandı. Bazısı işkenceden geçti. Kimine yol verildi. Kimi de gerisin geriye tekrar evlerine gönderildi. Kimse itiraz bile edemedi. Nasıl etsinler ki, itiraz edenlerin başına neler geldi. Eşlerinin yanlarında yedikleri dayaklar kanlarına dokundu. Yapılan işkenceler insanları insanlıktan çıkarttı. En çokta dünkü kendilerine “ağam” diyenlerin şimdi ağam dedikleri insanları sorguya çekmesi insanların ağırına gitti.
Sorgu sırası Mustafa’ya geldi. Eli silahlı adam sordu;
“Siz nereye gidiyorsunuz?”
Mustafa tereddütsüz,
“Köye gidiyoruz.”
“Köyde ne yapacaksınız?”
“Haber geldi. Anam hastaymış.”
“Sen gidince iyi mi olacak?”
“Anadır. Hasta gününde evladını yanında görmek ister. Yol verin gidelim.”
“Ana hastalığı bahane, siz buradan kaçıyorsunuz.”
“Neden kaçalım? Burada evimiz ocağımız, bağımız, bostanımız var. Hastamızı göreceğiz yine geleceğiz.”
“Hepiniz birden mi göreceksiniz?”
“Hanımla benim gitmem lazım. Benim gözlerim görmüyor. Hanım anama bakacak. Burada da çocuklara bakacak kimse yok.”
“Kör gözlerinle amma da laf bellemişsin ha. Yıkın şu körü de aklı başına gelsin” diye adamlarına emretti. Ne olduğunu anlamadan Mustafa’yı dövmeye başladılar. Eşi Fatma araya girmek istedi. İstedi istemesine ama dipçiği bağrında buldu. Sırt üstü yıkıldı. Çocuklar başladılar ağlaşmaya. Silahlar çevrildi çocuklara. İri yarı adam sert bir sesle bağırdı.
“Kesin zırlamayı. Bir daha zırlarsanız hepinizi kurşuna dizerim. Yalan söylemenin bedelini ödeyecek bu köpek.”
“Yalan söylemedi.”dedi Fatma. “Kaynanam gerçekten hasta…”
“Kes sesini karı. Sen birazdan hastayı tedavi edersin.”
İki adam tuttu Mustafa’yı.  Zorla dut ağacının altına götürdüler. Dut ağacına iki ip bağlanmıştı. İşkence etmek istedikleri adamı herkese ibreti âlem olsun diye dut ağacına baş aşağı asıyorlardı. Mustafa’yı da astılar. Direndi ama kimseye gücü yetmedi. Fatma kadın ancak bağırdı çağırdı. Çocuklar ağlaştı. Eşi ve çocuklarının yanında işkence görmek Mustafa için ölümden beterdi. “Keşke ölsem” diye dua etti. Ölmedi. Sırtına inen sopaların acısını bir süre sonra hissetmez oldu. Baktılar yiyeceği kadar sopayı yemiş artık tepki vermiyor ipleri kesiverdiler. Mustafa baş aşağı yere çakıldı.
“Alın bu iti” dedi eli silahlı adam.
Eşi Fatma ve çocukları sarıldılar Mustafa’ya. Ağlamaktan başka bir şey yapamadılar.
Korkak ve kısık bir sesle;
“Gidebilir miyiz?” dedi Fatma kadın.
“Gidebilirsiniz. Ancak çocuğun birisi burada kalacak. Geri dönmezseniz o çocuğun ancak ölüsünü görürsünüz.” Dedi eli silahlı adam.
Ciğeri yandı Fatma kadının. Evladı düşman eline bırakmak kolay mı?
“Ya hiç biriniz gitmezsiniz. Ya da çocuğun birisi burada kalır.” Söz kesin ve kararlıydı. İtirazlar para etmedi. Çocuklar arasından Hasan adeta kurban seçildi. Hasan Hacın’da kaldı. Üç çocuğunu, eşi Fatma’yı alarak obruk şelalesine doğru yol aldı Mustafa. Hasan arkadan baka kaldı.  Anası Fatma’nın ayağının biri gitti biri gitmedi. Geri dönse biliyor ki hepsi ölecek. Dönmese ciğerinin bir parçası düşman elinde kaldı. Çaresizdi. Çaresizlik kötü şeydir. Sadece gücün gözyaşlarına yeter. O da gözyaşlarını bıraktı. Ağladı. Ağladı. Ağladı.
Hasan da çaresizdi. Yaşı daha ne ki? On yaşında ya var ya yok. Nereye sığınacak? Kimin yanında kalacak? Ona kim bakacak. O daha çocuk. Hacın’da kimi kimsesi kalmadı. Hısım–akrabası, eşi-dostu yok. Ne yapacağını bilmez bir şekilde giden ailesinin arkasından ağladı durdu. Onun ağladığını gören eli silahlı adam;
“Ne zırıldıyon lan sıpa” diye çıkıştı. Hasan’ın kulağının dibine iki de tokat indirdi. 
Hasan korktu. Hasan ağladı. Hasan çaresiz, Hasan kimsesizdi.
“Hadi bakalım. Doğru evinize” dedi eli silahlı adam.
Hasan korku ile uzaklaştı oradan. Koşa koşa evlerine vardı. Evde kimse yok. Ev sessiz. Ev ürkek. Ev korkulu rüya... Hasan içeri giriyor korkuyor. Dışarı çıkıyor. Ermeni çocukları etrafını sarıyor. Her birisi bir şeyler söylüyorlar. Tekme, tokat vuruyorlar. Taş atıp ıslık çalıyorlar. Hasan korkak bir kuş gibi... Ne edeceğini nereye gideceğini bilmiyor.
Türk evlerine doğru koşuyor. Evlerde kapılar kapalı. Kimseler kalmamış.
“Ahmet Emmi. Ali Dayı. Ayşe Teyze…” diye evlere doğru çağırıyor. Hiçbir evden ses gelmiyor. Kimse kapıyı açmıyor. Kimse “gel içeri” demiyor. Ağlıyor. Korkuyor. Ve çaresizliğe yenik düşüyor.
  Hiç beklemediği yerde omzundan bir el tutuyor.
“Gel Hasan… Gel yavrum.”
Uzanan el Ermeni hemşire Mınıs’ın eliydi.
“Mınıs Hala” diye sarılıyor Hasan.
Mınıs Hasan’ı bağrına basıyor. Bir ana şefkati ile.
“Korkma yavrum. Korkma. Hadi gidelim.”
Mınıs Hasan’ı alıyor, evine götürüyor. Götürüyor götürmesine de bir taraftan da korkuyor.
Kızına;
“Hasan’ın bizde olduğunu kimseye deme.” Diye tembih ediyor.
Hasan aylarca Hemşire Mınıs’ın evinde kalıyor. Mınıs, kendi soydaşlarından Hasan’ı koruyabilmek için onu un çuvallarının arkasına yatırıyor.
Hasan gizli gizli evlerine gidiyor. Hacın’da yaş yaşayan Türk ailelere ulaşmak istiyor. Hiç kimseye ulaşamıyor. Çünkü Hacında kalan Türk ailelerin tamamı güvenlik gerekçesiyle toplanıyor. Belli yerlere yerleştiriliyor.
217 kişilik bir grup hükümet konağının altına, bir o kadar sayıda Türk’te kale-kilise altındaki mağaralara yerleştiriliyor.
İşgalci gücün kaymakamı Çalyan Karabit kendi anılarında; “217 Türk’ün 7–8 Mart tarihinde esir alındığını, 5 Temmuz tarihinde sadece 3 Türk’ün hayatta kaldıklarını” yazıyor.
Hacın’da bulunan Türk evleri her gün yağmalanıyor. Yağmalanan evler ateşe veriliyor. Korkudan dışarıya bir türlü çıkamayan Hasan’a dışarıda olan olayları hemşire Mınıs anlatıyor. Hemşire Mınıs’ın kızı da Ermenilerin Türk ailelere yaptığı insanlık dışı olaylardan çok etkileniyor.
Türklerin mahallesine yakın yerde evleri olan Mınıs, Türk ailelere sürekli yardım etmek istiyor.
Mınıs’ın kızı Melek Hanımın elinde büyüdüğü için sürekli Melek Hanımın evine gidiyor. Melek Hanım o günlerde olan olayları ağıt olarak söylüyor. Melek Hanım okuma yazma bilmediği için söylediği ağıdı Mınıs’ın kızı yazdı.
Hasan Mınıs’a hep hala diye konuşurdu. Yine öyle konuştu.
“Hala, evimize gitmek istiyorum.”
“Ama seni görmesinler.”
“Tamam. Görülmeden geri gelirim.”
Önce Mınıs kapıdan çıktı. Sağa sola baktı. Sokak çok sessizdi. Hasan’a işaret etti. “Git” dercesine. Hasan evden çıktı. Mahallelerine doğru yola koyuldu. Mahalleleri duman içerisindeydi. Evlerine yaklaştı. Evleri talan edilmiş ve ateşe verilmişti. Evin etrafında Ermeni çocukları zafer kazanmış gibi marşlar söylüyorlardı. Kimseye görülmeden oradan uzaklaştı. Gittiği yoldan tekrar Mınıs’ın evine geliyordu. Karşısından baktı kendisini tanıyan çocuklar geliyor. Onlara görülmemek için yolu değiştirdi. Sokaklar çıkmaz sokaktı. Yolu bir değiştirdi tekrar aynı yola dönemedi. Yol uzadıkça uzadı. Bilmediği mahalleye geldi. Bu mahallede hiç kimseyi tanımıyordu. Yaşlı bir adam;
“Ne geziyorsun evladım?” dedi.
“Eve gidiyorum amca.” Diye lafı geçiştirdi.
 Biraz ileri vardı. Karşısından kalabalık bir genç grubunun geldiğini gördü. Kapısı açık gördüğü ilk kapıya girdi. Bir evin zemin katıydı burası. İçeriye girdiğinde aşağıya doğru merdivenle inilen bir yer olduğunu gördü. Gelen gençlerin kedisini göreceklerini düşünerek hiç bilmediği bu evin zemin katında bulunan mağara gibi yerde büyük bağ kazanları olduğunu gördü. Kocaman bir mağaraydı bu girdiği yer. İçerisi bakır kaplarla doluydu. Köşede bir tenekede altınlar olduğunu gördü. Birazını alıp cebine koymayı düşündü. Merdivenin başında sesler geldi. Hemen büyük bir bağ kazanının arkasına gizlendi. İçeriye adamlar girdi. İçerisi altın dolu tenekeyi mağaranın en dibine yerleştirdiler. Ön taraflarına da bazı eşyaları yerleştirdiler.
Sonra adamlar çıktı gitti. Hasan korkudan titriyordu. Bir an önce oradan çıkıp kaçmak istedi. Öyle de yaptı. Merdivenlerden tırmandı ve arkasına bile bakmadan oradan uzaklaştı.
Eve vardığında karanlık olmuştu. Mınıs Hasan’ı kapıda karşıladı. Kimseler görmesin diye çabucak içeri aldı. Hasan’ı iyi bir azarladı.
 Önüne bir tabak yemek verdi.
“ Çabuk karnını doyur. Sonra seninle konuşacaklarım var.”
Hasan karnını doyurdu. Mınıs çok tedirgindi. İkide bir kapıya çıkıyor, gelip giden var mı diye dışarıya bakıyordu.
O gün çok kötü olaylar olmuştu. Ermeniler kudurdukça kudurmuştu. Yağmalamadıkları ev, öldürmedikleri insan bırakmamışlardı. Hayatta kalan tek Türk Hasan’dı. Mınıs onun öldürülmesini istemiyordu. Hemşireydi. Onun görevi hangi milletten olursa olsun insanları yaşatmaktı. Ama bir taraftan da korkuyordu. Bu çocuğu kendisinin koruduğu bilinse kendisine de kötülük yaparlar hatta vatan hainliği ile suçlarlardı.
İki arada bir derede kalmıştı. Bu çocuğu evinden yollaması gerekiyordu ama nasıl yollayacaktı.
Hasan yemeğini yedi. Hasanı un çuvalının olduğu yere evin en kuytu yerine çekti.
“Bak Hasan. İşler çok kötü olmaya başladı. Senin Hacın’dan kaçman lazım. Sabah erkenden Kirkot suyuna kendini vereceksin. Suyun aktığı yöne doğru gideceksin. Ne olursa olsun geri dönmeyeceksin. Seni yakalayan olursa bizi tanımıyorsun. Ben haber aldım. Aşağılarda Türk çeteleri varmış. Dere seni oraya götürür. Kurban olayım dereden çıkma. Dere boyu git. İleride bir köprü var. Taşköprü. Orayı geçene kadar dereden çıkma. Köprüyü geçtikten sonra güvendesin. Tamam mı?” dedi.
 Hasan’ın başka çaresi yoktu.
“Tamam, hala” dedi.
O gece Hasan o evde son defa un çuvalının arkasında uykuya daldı. Sabah olmadan Mınıs Hasan’ı uyandırdı. Her yer karanlıktı. Üstünü başını sıkıca giydirdi. Beline azığını bağladı. Hasanla helalleşti. “Sakın yakalanma” diye iyice tembih etti. Yanaklarından öptü. Hasan’a sarıldı. Helalleştiler. Hasan son defa Mınıs hemşirenin gözlerine baktı. Mınıs’ın gözleri sulanmıştı.
Kapıdan önce Mınıs, arkasından Hasan çıktı. Evin 10–15 metre uzağına kadar Mınıs Hasan’ı yolcu etti.
Hasan arkasına bile bakmadan Kirkot çayına en yakın yerden derenin içerisine girdi. Dere Hasan’ı götürecek kadar fazlaydı. Hasan bazı yerlerde suyu boyladı. Bazı yerlerde derenin susuz yerlerinde yürüdü.
Kirkot deresi hükümet konağına yakın bir yerden akıyordu. En çok oradan korkuyordu. Orada yakalanma ihtimali her yerden fazlaydı. Hükümet konağına 300 metre mesafede bulunan su değirmeninin altında derenin kenarında bulunan bir mağaraya geldi. Mağara ağaçların arasındaydı. Yorulmuştu. Sırılsıklam ıslanmıştı. Titriyordu.
Mağaranın içerisine girdi. Belindeki azığını çıkartıp yemek istedi. Elini çıkınına attı. Azık-mazık yoktu. Suda eriyip gitmişti.
Biraz durdu. Dinlendi. Yolcu yolunda gerekti. Tekrar kendisini kirkot suyuna bıraktı. Hükümet konağına yaklaştı. Silah seslerini duydu. Silah seslerine acı feryatlar karıştı. Hükümet konağının önü mahşer yeriydi. Makineli tüfekler Türk bedenlere doğru yönlendirilmişti. Onlarca insanın Ermeni kamavorları tarafından katledildiğini gördü. Korkudan ne yapacağını şaşırdı. Kendisini Kirkot suyuna teslim etti.
200 metre ileride Kirkot suyuna Obruk suyu karıştı. Su iyice çoğaldı. Aldı Hasan’ı bir kuş hafifliğinde taştan taşa vurmaya başladı. Hasan çaresiz. Hasan mecalsiz. Hasan kirkot ile obruk dersinin birleşen azgın sularında ölüm ile kalım arasında Göksu’ya doğru yol almaya başladı. Hacın çayı taştan taşa vurdu Hasan’ı. Bir ara şuurunu kaybetti. Gözlerini açtığında kendisini bir taşın üzerinde buldu. Sağa sola baktı. “Neresi burası?”  Mınıs Halanın “Taşköprü” dediği yere gelmiş miydi acaba. İleride bir köprü gördü. Kemerli bir köprü… “Burası olsa gerek” diye düşündü. Yorgunluktan kıprar hali kalmayan bedenini zorladı. Zoraki taşın üzerine doğruldu. Mınıs hala ona “Taş köprünün oralar güvenli” demişti. “Bağırsam mı acaba?” diye düşündü. Ya burası Taşköprü değilse? Zaten ölü gibiydi. Hacın çayına bir daha girmezdi. Hacın çayı burada kabardıkça kabarmıştı. Boz-bulanık akıyordu. Şansını denemeliydi. Bağırmaya başladı.
“Kimse yok mu?”
Hacın çayının gümbürdemesi Hasan’ın sesini bastırdı. Hasan kendi sesini bile duymadı. Bir daha, bir daha, bir daha bağırdı. Orada ne kadar kaldı bilmiyor. Ama hep bağırdı. Bir suya baktı. Bir taşa. Titriyordu. Korkuyordu. Ne yapacağını bilmiyordu. Su da kabardıkça kabarıyordu sanki. Suyun rengi de değişmişti. Kan akıyordu sanki. Yanından bir cesedin geçtiğini gördü. İyice korktu. Avazı çıktığı kadar bağırdı.
Türk çeteleri, hükümet konağının önünde Türklerin katledildiği, katledilen insanların cesetlerinin Hacın çayına atıldıkları haberini almışlardı. Dağlardan dereye doğru indiler. Belki dereye atılanlar arasında ölmeyenler olabilirdi. Onları kurtarmalıydılar. Bu Hasan için bir şans oldu.
Çeteler taşın üzerinde bir çocuğun olduğunu gördüler.
“Kimsin sen?” diye selendiler.
“Ben Hasan’ım. Ben Hasan’ım.” Dedi Hasan.
Çeteler Hasan’ı kurtardılar. Hasan donmak üzereydi. Hasan’dan bilgiler aldılar. Hasan’ı güvenli bir yere götürdüler.
Hacın’da yaşayan diğer Türklerin tamamı katledildi. Kimisinin cesedi Hacın çayına atıldı. Kimisi de sokak köpeklerine yemek oldu.
Hasan, Hacın’dan sağ kurtulan son Türk olarak kayırlara geçti.
Ben Hasan amcayı çocukluğumda tanıdım. O yıllara ait anılarını herkesle paylaşırdı. Ben de defalarca dinledim. Çocukluk anılarının bir yerinde ; “Kapısı açık gördüğü ilk kapıya girdi. Bir evin zemin katıydı burası. İçeriye girdiğinde aşağıya doğru merdivenle inilen bir yer olduğunu gördü. Gelen gençlerin kedisini göreceklerini düşünerek hiç bilmediği bu evin zemin katında bulunan mağara gibi yerde büyük bağ kazanları olduğunu gördü. Kocaman bir mağaraydı bu girdiği yer. İçerisi bakır kaplarla doluydu. Köşede bir tenekede altınlar olduğunu gördü. Birazını alıp cebine koymayı düşündü. Merdivenin başında sesler geldi. Hemen büyük bir bağ kazanının arkasına gizlendi. İçeriye adamlar girdi. İçerisi altın dolu tenekeyi mağaranın en dibine yerleştirdiler. Ön taraflarına da bazı eşyaları yerleştirdiler.” Diye yer alan mağaranın olduğu yerde şimdi benim babamın evi var. Teke Hasan amca sık sık bizim eve gelir ve anılarını bizimle paylaşırdı. Biz de onu can kulağı ile dinlerdik. Hasan Amca şimdi hayatta değil. Yaşadıkları ile birlikte sırlarını da aldı. Hakkın rahmetine yürüdü.
Mekânın cennet olsun, kanlı kuyudan sağ kurtulan son Türk!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder