YANIK
ŞEHRİN HİKÂYESİ
BAŞLARKEN
Ben bu şehirde doğdum. Babam, babamın babası, onun babası
da… Yalnız ben değil; binlerce insan bu şehirde doğdu, bu şehirde yaşadı, bu
şehirde öldü. Bu şehir dillere destan, türkülere konu, yüreklere sızı oldu. Bu
şehirde bostanlar göverdi, bu şehirde atlanıp bağa girildi, bu şehirde sevdalar
kül oldu.
Bu
şehrin havasını soluyanlar, suyunu içenler, bir dilim kepekli ekmeğini yiyenler;
her gittiği yerde bu şehri anlattı. Bu şehre uğrayan herkesin bir hikâyesi
oldu. Kimisi evinin bahçesindeki akasya
ağacına kaptırdı gönlünü, kimisi farklı dinden insanlara… Her dinden insan
yaşadı bu şehirde… Her dilden her ırktan…
Kimisi
bir türlü silemedi hafızasından taş fırınlarda pişirilen kepekli somun
ekmeğini, kimisi bostanlardan topladığı kızılcık kirazlarını…
Kimisinin
dilinde:
“Göver bostanım göver
Su gelir bendin döver
Ben bu elde garibim
Her gelen beni döver
Kiraz dalında sıra
Yârim gitti mısıra
Koyun olsam melesem
Yârimin ardı sıra” oldu.
Kimisi de:
“Gürgeninin gazeli
Neredeydin ezeli
Nerde olsa severler
Senin gibi güzeli” dedi.
Kimisi de:
“Atladım girdim bağa
Alnım değdi yaprağa
Sevdiğimi verseler
Girmem kara toprağa
Alnım değdi yaprağa
Sevdiğimi verseler
Girmem kara toprağa
Kayalar
kertilir mi
Ağ terlik yırtılır mı
Ergen kız, cahil oğlan
İnkardan kurtulur mu
Ağ terlik yırtılır mı
Ergen kız, cahil oğlan
İnkardan kurtulur mu
Çıktım
dam loğlamaya
İndim yar yollamaya
Yar gedikten aşarken
Başladım ağlamaya
İndim yar yollamaya
Yar gedikten aşarken
Başladım ağlamaya
Ey
gelinler, ey kızlar
Vebalım boynunuza
Vurun, vurun öldürün
Ya alın koynunuza” dedi.
Vebalım boynunuza
Vurun, vurun öldürün
Ya alın koynunuza” dedi.
Kimisi de:
“Ey
mantıvar mantıvar
Mantıvarın vakti var
Mantıvara gelenin
Cennette beş tahtı var
Mantıvarın vakti var
Mantıvara gelenin
Cennette beş tahtı var
Mantıvarım açıldı
Korkuları saçıldı
Anasına müjd'olsun
Kızın bahtı açıldı
Ey hezine hezine
Kürkü düşmüş dizine
Oturmuş yol üstüne
Kimse bakmaz yüzüne
Söğüde yılan aktı
Dalını kıra kıra
Bana bir yiğit baktı
Terini sile sile
Karşıda koyun kuzu
Kıvrım kıvrım boynuzu
Yok demem, yoksul demem
Yiğide verin kızı
Mantıvarım ağvan ol
Kaza bela savan ol
Ne gelene yüz çevir
Ne gideni kovan ol
Mezdeğinin güründen
Ok işlemez püründen
Bir incecik nur doğmuş
Muhammed'in nurundan
Kimisi de:
“Entarisi
al basma
Alıp duvara
asma
Sen benimsin
ben senin
Her söze
kulak asma”
diye türküler söyledi basma fistanlı kızlara.
Kimisi de:
“Dadaloğlu
al yanağın gülünden
Misk kokuyor saçlarının telinden
İnce belli nazlı yârin dilinden
Birkaç sene bekleyelim Hacın’ı” diye türküler söylerken, kimisi de:
Misk kokuyor saçlarının telinden
İnce belli nazlı yârin dilinden
Birkaç sene bekleyelim Hacın’ı” diye türküler söylerken, kimisi de:
“Hacın oldu GANLI GUYU
Uyu Osman oğlum uyu
Hücumunan alınmadı
Yıkılasın Sultan Suyu” diye ağıtlar yaktı.
Bu
şehirde rüzgâr deli de esti, okşar gibi de... Bu şehirde sular boz bulanık da
aktı, dupduru da…
Bu
şehirde aşık da yetişti, terörist de…
Bu
şehirde gül de koktu, barut da…
Bu
şehirde dostluk ta oldu, düşmanlık da…
Neydi
bu şehirde yaşananlar? Bu şehri insanlar neden yüreklerinde taşıdılar yıllarca?
Kuşaklar değişti, bu şehre özlem neden değişmedi? Neden herkes bu şehrin
küllerinde aradı geçmişini? Bir avuç toprağını koklamak, bir yudum suyunu içmek
için neden kilometrelerce yollar aşıldı?
Neden
koca koca devletler bu şehre göre politikalar ayarladı?
Bu
şehir neresiydi? Bu şehrin sırrı neydi?
Hacın’dı
bu şehrin anamın dilindeki adı. Başkaları ona kendi dillerince Hadchın, Hadjin,
Hadsechın, Hachin, Haçin de dedi. Daha ilerilere gittiğimizde ona Badimon, Mazot
Xac diyenlerde oldu. Ama biz hep Hacın bildik. En son Saimbeyli olduğu halde
hep “Hacın” dedik.
Hacın
bir acının adıydı. Hacın bir kültürün adıydı. Hacın bir dostluğun, Hacın bir
sevdanın, Hacın tarih kokan yanık bir şehrin adıydı.
O
şehir bir zamanlar bağlı olduğu şehir kadar büyüktü. O şehir kendi
coğrafyasından çok büyüktü. O şehir kendi coğrafyasından yine de çok büyük.
Dünyanın
her yerinde o şehirden bir insan bulursunuz. Bir iz, bir eser, bir koku, bir hikâye
bulursunuz.
Biz
o şehri adım adım dolaştık. Suyunu içip, ekmeğini yedik. Ocak başlarında
insanları ile oturup dertleştik. Elimize bir maşa alıp yanan ocağın küllerini
karıştırdık. Ateş söndü sanıyorduk. Küller ateşi boğup söndürdü sanıyorduk.
Oysa aradan doksan yıl geçmesine, nesiller değişmesine rağmen değişen pek bir
şey yoktu. Hâlâ yürekler yanıyordu. Hâlâ bir söz söylediğinizde bin ah
işitiyordunuz.
Hacın
Yanık Şehrin Hikâyeleri’ni yazıyordum. Birkaç dostumla birlikte şehrin en güzel
yerlerinden birisi olan Obruk Şelalesi’ne gitmiştik. Şelale’ye vardığımızda
elinde fotoğraf makineleri olan bir grupla karşılaştık. Ayaküstü tanışıp,
sohbet ettik. Arkadaşım benim Saimbeyli
hakkında araştırmalar yaptığımı, bilgi ihtiyaçları olursa bana
sorabileceklerini söyledi. İçlerinden, doktor olan birisi:
“Burada
çok Ermeni öldürülmüş, doğru mu?” dedi.
Ben
de ona:
“Ermeni
kadar da Türk öldü!”dedim.
Aynı
doktor:
“1909
da Şar’da Gizik Duran Ermenileri bir kiliseye toplamış ve o Ermenileri kilsede
canlı canlı yakmış!” dedi.
Doktor
Bey’e:
“Kim
söylüyor bunu?” diye sordum. Bir gazete adı vererek o gazete de tanınmış bir
tarihçinin bunları yazdığını söyledi.
“Bu
işi Gizik Duran mı yapmış?”diye ısrarla sordum.
Doktor
Bey:
“Evet!”dedi.
“Emin
misiniz?”diye tekrar ettim.
“Doktor
Bey:
“Evet,
eminim! Hem de 1909’da olmuş bu hadise. Yani tehcirden önce olmuş. O zaman çok
Ermeni katledilmiş!”
“Bakın,
dedim. Bunun doğru olması mümkün değil. Siz doktorsunuz. Size sorarım, sizce on
iki yaşındaki bir çocuğun onlarca insanı bir kiliseye kaba kuvvet kullanıp
toplaması ve onları ateşe vermesi mümkün mü?”
“On
iki yaşındaki çocuk yapamaz tabii.”dedi.
“Sizin
dediğiniz tarihte, Gizik Duran daha on iki yaşında bir çocuk. Bırakın Şar’ı,
Gizik Duran o yaşta Cumhurlu köyünden başka bir yeri bile görmüş değildir. Bu
düpedüz bir yalan!”dediğimde, bizi can kulağı ile dinleyen bir bayan:
“Artık
gizlemenin bir anlamı yok. Biz gerçekleri söylemeliyiz. Çok sayıda Ermeni’yi
bizler öldürdük! Ama sizler bunları gizliyorsunuz!”dedi.
“Bakın
Hanımefendi. Eğer bir gerçek öğrenmek istiyorsanız ben size bir gerçeği
açıklıyorum. Ermeniler benim ailemden kırk kişiyi öldürdüler. Bundan daha fazla
nasıl bir gerçek olur ki.”dedim.
Konuştuğumuz
kişilerin kimliklerinin çok önemli olmadığını düşünüyorum. Ama bir gerçeğin de
altını çizmek istiyorum. Biz daha kendi insanımıza bile kendi acılarımızı
anlatamamışız. Başkalarına ağlayacağız diye kendi ölülerimizi unutmuşuz.
Konuştuğumuz kişilerin bu milletin “kültürlü” saydığı insan tabakasından olmuş
olması beni oldukça fazla üzmektedir.
Acılarımızın
bir kısmını hep birlikte okuyalım:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder