17 Nisan 2013 Çarşamba

YANIK ŞEHRİN HİKÂYESİ BAŞLARKEN


YANIK ŞEHRİN HİKÂYESİ
BAŞLARKEN
            Ben bu şehirde doğdum. Babam, babamın babası, onun babası da… Yalnız ben değil; binlerce insan bu şehirde doğdu, bu şehirde yaşadı, bu şehirde öldü. Bu şehir dillere destan, türkülere konu, yüreklere sızı oldu. Bu şehirde bostanlar göverdi, bu şehirde atlanıp bağa girildi, bu şehirde sevdalar kül oldu.
Bu şehrin havasını soluyanlar, suyunu içenler, bir dilim kepekli ekmeğini yiyenler; her gittiği yerde bu şehri anlattı. Bu şehre uğrayan herkesin bir hikâyesi oldu.  Kimisi evinin bahçesindeki akasya ağacına kaptırdı gönlünü, kimisi farklı dinden insanlara… Her dinden insan yaşadı bu şehirde… Her dilden her ırktan…
Kimisi bir türlü silemedi hafızasından taş fırınlarda pişirilen kepekli somun ekmeğini, kimisi bostanlardan topladığı kızılcık kirazlarını…
Kimisinin dilinde:
“Göver bostanım göver
Su gelir bendin döver
Ben bu elde garibim
Her gelen beni döver

Kiraz dalında sıra
Yârim gitti mısıra
Koyun olsam melesem
Yârimin ardı sıra” oldu.
Kimisi de:
“Gürgeninin gazeli
Neredeydin ezeli
Nerde olsa severler
Senin gibi güzeli” dedi.

Kimisi de:
Atladım girdim bağa 
Alnım değdi yaprağa 
Sevdiğimi verseler 
Girmem kara toprağa 
Kayalar kertilir mi 
Ağ terlik yırtılır mı 
Ergen kız, cahil oğlan 
İnkardan kurtulur mu 
Çıktım dam loğlamaya 
İndim yar yollamaya 
Yar gedikten aşarken 
Başladım ağlamaya 
Ey gelinler, ey kızlar 
Vebalım boynunuza 
Vurun, vurun öldürün 
Ya alın koynunuza
” dedi.
Kimisi de:
Ey mantıvar mantıvar
Mantıvarın vakti var
Mantıvara gelenin
Cennette beş tahtı var

Mantıvarım açıldı
Korkuları saçıldı
Anasına müjd'olsun
Kızın bahtı açıldı

Ey hezine hezine
Kürkü düşmüş dizine
Oturmuş yol üstüne
Kimse bakmaz yüzüne

Söğüde yılan aktı
Dalını kıra kıra
Bana bir yiğit baktı
Terini sile sile

Karşıda koyun kuzu
Kıvrım kıvrım boynuzu
Yok demem, yoksul demem
Yiğide verin kızı

Mantıvarım ağvan ol
Kaza bela savan ol
Ne gelene yüz çevir
Ne gideni kovan ol

Mezdeğinin güründen
Ok işlemez püründen
Bir incecik nur doğmuş
Muhammed'in nurundan
Kimisi de:
Entarisi al basma
Alıp duvara asma
Sen benimsin ben senin
Her söze kulak asma” diye türküler söyledi basma fistanlı kızlara.
Kimisi de:
Dadaloğlu al yanağın gülünden
Misk kokuyor saçlarının telinden
İnce belli nazlı yârin dilinden
Birkaç sene bekleyelim Hacın’ı” diye türküler söylerken, kimisi de:
                                                                                              
“Hacın oldu GANLI GUYU
Uyu Osman oğlum uyu
Hücumunan alınmadı
Yıkılasın Sultan Suyu” diye ağıtlar yaktı.

Bu şehirde rüzgâr deli de esti, okşar gibi de... Bu şehirde sular boz bulanık da aktı, dupduru da…
Bu şehirde aşık da yetişti, terörist de…
Bu şehirde gül de koktu, barut da…
Bu şehirde dostluk ta oldu, düşmanlık da…
Neydi bu şehirde yaşananlar? Bu şehri insanlar neden yüreklerinde taşıdılar yıllarca? Kuşaklar değişti, bu şehre özlem neden değişmedi? Neden herkes bu şehrin küllerinde aradı geçmişini? Bir avuç toprağını koklamak, bir yudum suyunu içmek için neden kilometrelerce yollar aşıldı?
Neden koca koca devletler bu şehre göre politikalar ayarladı?
Bu şehir neresiydi? Bu şehrin sırrı neydi?
Hacın’dı bu şehrin anamın dilindeki adı. Başkaları ona kendi dillerince Hadchın, Hadjin, Hadsechın, Hachin,  Haçin de dedi.  Daha ilerilere gittiğimizde ona Badimon, Mazot Xac diyenlerde oldu. Ama biz hep Hacın bildik. En son Saimbeyli olduğu halde hep “Hacın” dedik.
Hacın bir acının adıydı. Hacın bir kültürün adıydı. Hacın bir dostluğun, Hacın bir sevdanın, Hacın tarih kokan yanık bir şehrin adıydı.
O şehir bir zamanlar bağlı olduğu şehir kadar büyüktü. O şehir kendi coğrafyasından çok büyüktü. O şehir kendi coğrafyasından yine de çok büyük.
Dünyanın her yerinde o şehirden bir insan bulursunuz. Bir iz, bir eser, bir koku, bir hikâye bulursunuz.
Biz o şehri adım adım dolaştık. Suyunu içip, ekmeğini yedik. Ocak başlarında insanları ile oturup dertleştik. Elimize bir maşa alıp yanan ocağın küllerini karıştırdık. Ateş söndü sanıyorduk. Küller ateşi boğup söndürdü sanıyorduk. Oysa aradan doksan yıl geçmesine, nesiller değişmesine rağmen değişen pek bir şey yoktu. Hâlâ yürekler yanıyordu. Hâlâ bir söz söylediğinizde bin ah işitiyordunuz.
Hacın Yanık Şehrin Hikâyeleri’ni yazıyordum. Birkaç dostumla birlikte şehrin en güzel yerlerinden birisi olan Obruk Şelalesi’ne gitmiştik. Şelale’ye vardığımızda elinde fotoğraf makineleri olan bir grupla karşılaştık. Ayaküstü tanışıp, sohbet ettik.  Arkadaşım benim Saimbeyli hakkında araştırmalar yaptığımı, bilgi ihtiyaçları olursa bana sorabileceklerini söyledi. İçlerinden, doktor olan birisi:
“Burada çok Ermeni öldürülmüş, doğru mu?” dedi.
Ben de ona:
“Ermeni kadar da Türk öldü!”dedim.
Aynı doktor:
“1909 da Şar’da Gizik Duran Ermenileri bir kiliseye toplamış ve o Ermenileri kilsede canlı canlı yakmış!” dedi.
Doktor Bey’e:
“Kim söylüyor bunu?” diye sordum. Bir gazete adı vererek o gazete de tanınmış bir tarihçinin bunları yazdığını söyledi.
“Bu işi Gizik Duran mı yapmış?”diye ısrarla sordum.
Doktor Bey:
“Evet!”dedi.
“Emin misiniz?”diye tekrar ettim.
“Doktor Bey:
“Evet, eminim! Hem de 1909’da olmuş bu hadise. Yani tehcirden önce olmuş. O zaman çok Ermeni katledilmiş!”
“Bakın, dedim. Bunun doğru olması mümkün değil. Siz doktorsunuz. Size sorarım, sizce on iki yaşındaki bir çocuğun onlarca insanı bir kiliseye kaba kuvvet kullanıp toplaması ve onları ateşe vermesi mümkün mü?”
“On iki yaşındaki çocuk yapamaz tabii.”dedi.
“Sizin dediğiniz tarihte, Gizik Duran daha on iki yaşında bir çocuk. Bırakın Şar’ı, Gizik Duran o yaşta Cumhurlu köyünden başka bir yeri bile görmüş değildir. Bu düpedüz bir yalan!”dediğimde, bizi can kulağı ile dinleyen bir bayan:
“Artık gizlemenin bir anlamı yok. Biz gerçekleri söylemeliyiz. Çok sayıda Ermeni’yi bizler öldürdük! Ama sizler bunları gizliyorsunuz!”dedi.
“Bakın Hanımefendi. Eğer bir gerçek öğrenmek istiyorsanız ben size bir gerçeği açıklıyorum. Ermeniler benim ailemden kırk kişiyi öldürdüler. Bundan daha fazla nasıl bir gerçek olur ki.”dedim.
Konuştuğumuz kişilerin kimliklerinin çok önemli olmadığını düşünüyorum. Ama bir gerçeğin de altını çizmek istiyorum. Biz daha kendi insanımıza bile kendi acılarımızı anlatamamışız. Başkalarına ağlayacağız diye kendi ölülerimizi unutmuşuz. Konuştuğumuz kişilerin bu milletin “kültürlü” saydığı insan tabakasından olmuş olması beni oldukça fazla üzmektedir.
Acılarımızın bir kısmını hep birlikte okuyalım:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder