17 Nisan 2013 Çarşamba

PAN MEHMET


PAN MEHMET
            1920 Martı çok kötü gelmişti Hacın’
Pan Mehmet'in çocuklarının katledildiği mağaranın bu günkü hali.
a. Fransızlar Hacın’ı işgal etmişlerdi. Hükümet konağına Fransız Bayrağı çekilmişti. Ermeni terör örgütleri azdıkça azmıştı. Hacın’dan kaçabilen Türk ailelerden bazıları köylere akrabalarına sığınmışlardı. Kaçamayanlar Ermenilerin vicdanına terk edilmişti.
            Zeliha’nın beyi Mehmet Yemen de askerdi. Ev başsız kalmıştı. Yemen’e türküler yakılmaya, yemende canlar bırakılmaya başlanmıştı.
Zeliha’da yanık bir ses vardı. Küçük oğlu Hüseyin’i uyuturken gözlerinin önüne eşi Mehmet gelir başlardı yanık yanık söylemeye:
“Kışlanın önünde redif sesi var
Bakın çantasında acep nesi var
Bir çift pabuç ile bir de fesi var
            Ano yemendir gülü çemendir
            Giden gelmiyor acep nedendir
            Burası huştur yolu yokuştur
            Giden gelmiyor acep ne iştir”
            Zeliha yemen türküsüne başlar, oğlu Hüseyin’in gözleri ağırlaşır uykuya dalıverirdi. Büyük oğlu Feramuz Yemen türküsünü dinledikçe gözü kapıya çivilenir. Sanki babasını asker kıyafeti, elinde silahı, boynunda dürbünü kapıdan giriverecek sanırdı. Keşke babam kapıdan giriverse… Hemen boynuna sarılırım diye gönlünden geçirirdi. En çok da babasını ayağı çizmeli kapıdan girecek diye beklerdi.
            Annesi ona her defasında: “Oğlum baban Osmanlıda zabit. Yemen ellerinde düşmana karşı kahramanlar gibi savaşıyor. Babanı gören düşmanlar kaçacak delik arıyorlar. Senin baban kahraman... O hiçbir şeyden korkmaz. Seni evimize evimizin erkeği olarak bıraktı. Sen babanın vekilisin. Sen bizim erkeğimizsin. Hiçbir şeyden korkma oğlum.  Baban senin korktuğunu duyarsa çok üzülür. Sonra baban geldiğinde komşular ona ne derler. Senin oğlun korkak… Bak sen yiğit bir adamsın bu oğlun sana layık olamadı derler.”
            Bu sözler Feramuz’un içine oturur. Korksa da korkusunu belli etmez. Hemen yan binada oturan amcası var ama evi babası ona emanet etmiş. Anası öyle diyor. Anası ona yatalım demeden yatmıyor. Ya anasından önce yatar ve uykuya dalarsa… Ya kendisi uyurken babası kapıdan içeri girerse… Babası ona, “Sen nasıl evin erkeğisin, uykucu seni, bir de erkek olacaksın” derse. Feramuz öldü demektir. Gözkapaklarını uyku ağırlaştırır ama o yine de uyumamak için direnirdi.
            Son günlerde Ermeni eşkıyalarının iyice azdıklarını gördükçe sorumluluğu bir kat daha artıyordu. Tedbir olsun diye bir sopa yapmıştı. Sopa kapının arkasında dururdu. Bir de kuş avlanan lastik yapmıştı. Onu yastığının altına koyar, en ufak bir çıtırtıda ilk işi kuş lastiğini eline almak ve daha önceden hazırladığı küçücük taşları ceplerine doldurmak olurdu. Bu taşlar onun silahının mermileriydi. Habersizce kapıdan girecek her kim olursa olsun ilk işi onun kaşlarının ortasından kuş lastiği ile vurmayı planlardı. Hatta bir kere kardeşi Fadiş habersizce kapıdan girmiş ve Feramuz onu lastik taşı ile vurmuştu. Ev halkı hep bilirdi Feramuz’un bu halini… Onun için de kapıya yaklaşınca mutlaka ses verirlerdi.
            Feramuz anasının yanık yanık Yemen Türküsü’nü söylemesi ile kendisinden geçti. Kardeşleri Ahmet ve Fadiş çoktan uyumuşlardı. Hüseyin anasının söylediği Yemen Türküsü ile uykuya daldı. Ama Feramuz babası kapıdan giriverecek beklentisi ile gözlerine gelen uykuları kovmaya çalıştı.
            Anası;
            “Hadi, Feramuz yat oğlum” deyince irkiliverdi. Bir anda hayalleri darmadağınık oldu. Ne babası kapıdan girdi. Ne de yengesi Fadime, “Feramuz… Ben geldim.” dedi.
            Etrafa bir sakinlik çöktü. Köpekler bile havlamadı.
            Zeliha, yere serdiği yatağa önce kucağında uyuyan Hüseyin’i yatırdı. Sonra oğlu Feramuz’a:
            “Hadi yatalım oğlum.” dedi.
            Kapıyı arkadan sürgüledi. Ocaklığa bekçi attı. Bu da sabaha kadar yansın… Hem odayı aydınlatsın, hem de içeriyi ısıtsın diye aklından geçirdi.
            “Bekçi” odun demekti. Ocaklığa uzun bir odun dikine konulur. O odun saatlerce yanardı. Hem odayı ısıtır. Hem de ışıtırdı.
            Zeliha kapıyı sürgüleyip, bekçiyi ocağa yerleştirip, gelip yatağa yatacağı zamana kadar oğlu Feramuz uyumamak için elinden geleni yapıyordu.
            Önce kuş lastiğini kontrol etti. Lastik sağlamdı. Mermi yerine kullandığı taşları yokladı. Yeteri kadar vardı. Anasına seslendi.
            “Ana sopam kapının arkasında mı?”
            Anası,
            “He...” dedi.
            Feramuz kendine göre tedbirlerini almıştı.
            Anası yatağa vardı. Kızı Fadiş yorganı tekmelemiş, üzeri açılmıştı. Anası Zeliha söylendi.
“Bu kız da hiç yatmasını bilmiyor. Üşütecek.” diye. Bir taraftan da kızı Fadiş’in üzerini yorganla iyice örttü.
Ahmet, zaten derin uykulardaydı. Yorganın altına büzüşmüş kim bilir kaçıncı rüyayı görüyordu.
Zeliha, Feramuz ile Hüseyin’in arasına sokuldu.
            “Hadi, Allah rahatlık versin evladım. Uyuyalım.” Dedi Feramuz’a.
 Bu defa Feramuz’u uyku tutmadı. Babasını düşündü.
            “Ana, babamın atı var mı?”
            “Var oğlum.”
            “Atı hızlı koşar mı?”
            “Koşar”
            “Atın gemi de var mı?”
            “Var oğlum.”
            “At koşarken babam yerden taş alabilir mi?”
            “Alır oğlum.”
            “Beni de alabilir mi?”
            “Alır oğlum.”
            “Ana, babam ne zaman gelecek.”
            “Az kaldı oğlum. Yola çıkmış bile.”
            “Ana kim söyledi yola çıktığını.”
            “Güvercinler söyledi.”
            “Emmimin güvercini mi?”
            “Evet oğlum.”
            “Güvercin babamı görmüş mü?”
            “Görmüş oğlum. Baban güvercine demiş ki, git oğluma selam söyle. Evin emaneti oğlumundur. Anasına, kardeşine sahip olsun. Ben yakında oğlumun yanına geleceğim. Ona çizme geçtireceğim. Bir de at alacağım.”
            “Essah mı ana?”
            “Essah oğlum.”
            “Hele emmimin güvercini dün yoktu. Yemen’e mi gitmiş?”
            “Evet oğlum.”
            “Ana, Yemen uzak mı?”
            “Uzak oğlum. Çok uzak. Orda bizim askerlerimiz var. Senin baban askerlerin en büyüğü... Onların komutanı. Altında yağız bir atı var. Belinde kılıcı. Ayağında çizmesi. Omzunda tüfeği. Ha unutmayım. Dürbünü de var.”
            “Yemeklerini kim yapıyor ana?”
            “Düşündüğün şeye bak. Osmanlı’nın aşçıları var. Koca koca kazanlar var. Her gün etli yemek yiyorlar. Kazan kazan pilavlar pişiyormuş. Baban hiç aç kalmıyormuş”
            “Ama biz kalıyoruz ana.”
            “Olsun oğlum. Baban gelince bize de getirecek. Biz de o zaman bol bol yiyeceğiz.
            “Ana, ben de asker olacağım. Babam gibi. Çizmem de olacak. Atım da…”
            “Olacaksın oğlum.”
            “Ana, ben seni hiç üzmeyeceğim.”
            “Üzmezsin oğlum. Hadi uyu artık. Sabah erken kalkacağız. Evin erkeği erken kalkar. Malları birlikte yemleriz. Ben Çataloluktan su getiririm. Sen buzağılara saman verirsin. Bakarsın baban da gelir. Seni ata bindirir. Hacın’ın her yerini birlikte at sırtında gezersiniz. Ermeniler sizden korkarlar.”
            “Ama Ermeni çocukları beni her gün dövüyorlar. Bize “pis dacikler” diyorlar.
            “Aldırmayın oğlum. Baban gelince onların sesi kesilir. Şimdi onlar azdılar. Bizim erkeklerimiz hep askere gittiler ya… Onlar gelmeyecekler sanıyorlar. Baban yanında arkadaşları ile gelecekler. Gör o zaman onları. Bak sana bir daha dacik derler mi?”
            Zeliha bir defa konuşmaya başlamıştı. Anlattıkça anlatıyordu. Feramuz’un onu dinlediğini sanıyordu. Feramuz anasının anlattıklarını dinlerken uykuya teslim olmuştu. Rüyalara dalmıştı artık.
            Zeliha baktı oğlu Feramuz da uyumuş. Onu dinleyen de kalmamış. Kendi kendine iç dünyasında söylenmeye başladı.
            “Gel be adam, gel artık. Vallahi dayanır halim kalmadı. Çocuklara artık yalan söylemekten bıktım. Korkuyorum. Sen gelmeden bizi öldürecekler. Herkes kaçtı. Nazir Efendi’yi, Gelin Ayşe’yi öldürdüler. Sıra bizde… Gel evimin eri, damımın direği… Gel artık. Gel… Gel…”

            Zeliha söylendi de kim duydu ki? Mehmet Yemende aklı Hacın’da… Telef oldu Yemende Osmanlı ordusu. Kazan kazan etler nerede? Aç susuz kaldılar. Üst-başsız Yemen çöllerinde can derdine düştüler. Onun için dediler ya;
“Ano Yemen’dir, gülü çemendir
Giden gelmiyor acep nedendir”
Mehmet nasıl gelsin ki? Mehmet de Yemen çöllerinde can derdine düşmüş. Zeliha da bilir ama çocukların önünde nasıl desin ki?
Zeliha uyku ile uyanıklık arsında kocası Mehmet’i düşünürken bir çıtırtı duydu. Önce ahırdan geldi diye düşündü. Hayvanlar tepinirler bazen. Sonra çıtırtılara sesler karıştı. Kulak kabartıp dinlemeye başladı. Sesler git gide gürültüye dönüştü. Gürültüye çığlıklar karıştı. Pencereden içeriye bir ışık huzmesi girdi. İçerisi aydınlandı. İçerisi aydınlandı ama Zeliha’nın yüreği karardı.
“Eyvah!” dedi. “Eyvah! Eyvah!”
Ne olduğunu anlamadan… Ne düşüneceğini bilmeden pencereye koştu. Pencereden dışarı baktı. Alevler göğü tutmuştu. Dışarıda yangın vardı. Aklına bitişikteki kayını geldi. Ona haber vermek istedi. Kapıya yöneldi. Tam kapıya vardı. Sürgüyü açtı. Tesadüfün bu kadarı olur. Kadıya birileri dipçikle vurdu. Kapı Zeliha’nın üzerine devrildi. Zeliha bağırmaktan başka bir şey yapamadı. İçeriye eli silahlı adamlar doldu. Zeliha’yı ayakları altında tepelediler. Çocuklar uyku sersemliğinde ne olduğunu bile anlamadan silahların dipçiklerine hedef oldular.
Feramuz uyandı. Eli bir anda kuş lastiğine ve taşlarına uzandı. Lastik eline gelmedi. Bir küçük taş avuçlarına sıkıştı kaldı. Yakasından tutup kendisini havaya kaldıran eli ısırmak istedi. Ayakları yerden kesildi. Gücü yetmedi karşısındaki adama.
“Ana…” diye bağırdı ancak.
Anası:
“Yavrum…” dedi.
Çığlıklar göğü tuttu.
İçeri giren adamlar her yeri dağıttı. Çocuklar analarının etrafına toplandı. Zeliha can havli ile kapının arkasındaki Feramuz’un sopasını almak istedi. Hiç değilse bir ikisine sopa ile vurmak istedi. Bir türlü başaramadı. Sağdan soldan dipçik darbeleri vücudunun çeşitli yerlerine acımasızca indi.
            Çocukların ağıtları, Zeliha’nın çığlıkları evin içerisini kapladı. İçeri girenler arasında bulunan iri yarı adam;
            “Kesin sesinizi!” diye bağırdı. Arkasından ilave etti.
            “Alın bunları dışarı. Evi ataşe verin.”
            Emir yerine anında getirildi. Ocaklıkta bulunan bekçi evin orta yerinde serili yatakların üzerine getirildi. Ev alev aldı. Çocuklar dışarı çıkartıldı. Zeliha yerlerde sürüklendi. Çocuklar Zeliha’ya sarıldılar. Bilinmeyen bir yere doğru hepsi birden tekme tokat sürüklenerek götürüldüler.  Feramuz bir ara evlerine baktı. Evleri alevler içerisinde eriyip gidiyordu.
            “Ah lastiğim olsaydı. Şu elimdeki taşı onun meşinine bir taksaydım. Anamı yerlerde sürükleyen şu adamın kafasına lastik taşını bir sıksaydım.”
            Yapamadı. Kahroldu. Koruyamadı anasını ve kardeşlerini. Acizliğine ağladı. Ağladı… Ağladı. Babasına nasıl hesap verecekti. Ne diyecekti. Diyeceği sözü yoktu ki. Anası yerde sürükleniyor. Kardeşleri anasına sarılıyor. Kendisi bir şey yapamıyor.
            Aldılar bilinmeyen bir yere götürdüler. Karanlık bir yere. Attılar mağaranın derinliklerine. Ses yordamı ile ana evlatlarını etrafına topladı. Her yer zifiri karanlık. Çocukları korku tepeden tırnağa sardı.
 Zeliha:
“ Korkmayın. Babanız gelecek.” Dese de kendisi de inanmadı söylediklerine. Ne gelen oldu ne giden. Sadece mağaranın kapısında bekleyen nöbetçilerin konuşmalarından başka ses de duymadı. Neredeydiler? Bu mağara hangi mağaraydı? Yoksa öldüler mi? Ya da düş mü görüyorlar. “Düş olabilir” dedi Zeliha… Düşse uyanması lazım... Kendi kendisine bir cimdik attı. Canı yandı. Uyanmadı. “Düş değilmiş” dedi. “Düş değilmiş…”
Sabah olmaya, tan yeri ağarmaya başladı. Mağaranın önündeki adamlar belli belirsiz görülür oldu.  Eli silahlı üç adam mağaranın önünde nöbet tutuyordu. Zeliha ve çocukları mağaranın dibinde bir köşeye sıkışmışlardı.
Zeliha bu mağarayı hatırladı. Bu mağara küçük Katolik kilisesinin altındaki mağaraydı. Hemen üst taraflarında Katolik kilisesi vardı. “Şükür” dedi içinden. “Şükür” ne de olsa bir kilise yakınlarında bir yerlerdeydiler. Ne de olsa papaz din adamıdır. Birazdan gelir bu canilerin elinden kendilerini alırlar. Çocukları kurtulsa yeter. Kendisi ölse de önemli değil.
“Korkmayın” dedi çocuklara. “Korkmayın. Küçük kilisenin yanındayız. Birazdan papaz efendi gelir. Bizi kurtarır. Papaz da gâvur olmadı ya…”
Dediği gibi oldu. Gün iyice ağarmaya başlayınca mağaranın önünde sesler çoğalmaya başladı. Kapıda birkaç eli silahlı birkaç da silahsız adam belirdi. Adamlar içeriye baktılar. Zeliha bakanlar arasında papaz efendiyi gördü. Yüreğine bir su serpildi. Papaz Efendi içeriye şöyle bir baktı. Sonra döndü gitti.
Zeliha;
“Papaz efendi.” diye selendi. Papaz efendi duymadı bile. Ya da duymak istemedi. Zeliha mağaranın ağzına doğru koştu. Mağaranın ağzına yaklaştı. Eli silahlı adam Zeliha’nın bağrına dipçikle var güzü ile vurdu. Zeliha çocuklarının önüne sırt üstü yıkıldı. Çocuklar ananlarına sarıldılar. Silah sesleri mağaranın içerin de ardı ardına duyuldu.  Kurşun yağdı Zeliha’nın ve çocukların üzerlerine. Kanlar fışkırdı hepsinin her yerinden. Vücutları kevgire döndü. Çığlık bile atamadı kimse.
Feramuz can havli ile elindeki taşı kendilerine silah sıkan iri yarı adama atmak istedi. Doğruldu yerinden. Elini kaldırmaya gücü yetmedi. Onu doğrulduğunu gören iri yarı adam;
“Daha gebermemiş” dedi. Feramuz’a yaklaştı. Silahının dipçiği ile Feramuz’un kafasına bütün hıncı ile vurdu. Feramuz’un beyni parçalandı. Avucunun içerisinde taş sıkılı kaldı.
Zeliha, Feramuz, Fadiş, Ahmet ve Hüseyin hep birlikte küçük Katolik kilisesinin altındaki mağarada katledildi.
Onlar gibi yüzlerce çoluk çocuk, kadın, genç, yaşlı aynı akıbeti paylaştılar.
Aradan aylar geçti. Mehmet Yemen çöllerinden canını zor kurtardı. Bir deri bir kemik memleketi Hacın’a geldi. Eşi Zeliha ve çocuklarının kendisini hasretle beklediklerini düşünerek hep hayaller kurdu. Birlikte Yemen’e gittiği arkadaşlarının çoğu açlıktan ve susuzluktan ölmüşlerdi. O da çoktan ölebilirdi. Çocuklarına kavuşma hayali ona güç vermişti. Yaşamalıydı. Onu bekleyen eşi ve çocuklarına ölmeden ulaşmalıydı. Aylarca aç susuz yol yürüdü. Yolda yolakta ne

bulduysa yedi. Ne yemedi ki. İnsandan başka hangi canlıyı bulduysa yediler. Hayatta kalmak, eşine ve çocuklarına kavuşmak istiyordu. Memleketi Hacın’a yaklaştıkça yüreği güm güm atmaya başladı. Tatlı bir heyecan sardı bütün vücudunu. Kolay mı 3 yıldır eşini ve çocuklarını görmüyordu. Küçük oğlu Hüseyin o gittikten sonra dünyaya gelmişti. Hüseyin’in olduğundan bile haberdar değildi. Çocuklarını düşündü. “Üç yılda üç yaş daha büyümüşlerdir.” diye aklından geçirdi.
Sis’e (Kozan)  geldi. Sis eski Sis değildi. Bir hanın yanına yaklaştı. İnsanlar Hacın’da çok büyük savaşların olduğunu konuşuyorlardı. Kulak kabarttı. Duydukları boğazına bir hançer gibi saplandı. “Yok canım. Bizim Ermeniler bu anlatılan Ermeniler değillerdir.  Bizim komşularımız iyi insanlardır. İşte insanlar böyle… Ufak tefek olaylar olduysa büyüttükçe büyütüyorlar. Yapmazlar.” dedi. “Yapmazlar. Nasıl yaparlar ki? Onlarla biz yıllardır beraber yaşıyoruz. Hiç kötülüklerini görmedik. Biz bir aile gibiyiz. Bir ara ortalık karışmıştı. Güvenlik için onları Osmanlı Halep’e yollamışlardı. Onlar bize mallarını teslim etmişti. Biz hiç zarar vermeden onlar gelene kadar onları korumuştuk. Yok canım. Bizim komşularımız iyidir. Onlar da bizim ırzımızı, çocuklarımızı korurlar.”
Kendisini eski günlerdeki dostlukla avutmak istese de yine de kalbine bir vesvese girmişti. Bir an önce Hacın’a varmalıydı. Çok yorgundu. Sis’te yatmak istiyordu. Ama kalbi rahat değildi. Yatamadı. Geceden yine yollara düştü. Yayan yapıldak. Yol uzadıkça uzadı. Yolda gördüğü her hana uğradı. Aynı konular orda da konuşuluyordu. “Hacın kan gölü olmuş” diyorlardı. “Sağ insan kalmamış” demeleri yüreğine bir bıçak gibi saplanıyordu. Sağ insan kalmazsa Zeliha kalır mı? Feramuz, Fadiş, Ahmet kalır mı?

Yemen çölünden zor geldi, Toroslar’dan yol almak.
Gürleşen’de akrabaları vardı. Önce onlara uğradı. Her yer yas havasında. Kimsenin ağzını bıçak açmıyor. Eşini ve çocuklarını kime sorduysa kimseden doğru dürüst bir cevap alamamıştı.
“Bir an önce Hacın’a gitmeliyim” dedi.
Akrabaları;
“Yorgunsun. Hele biraz dinlen birlikte gideriz” dediler. Yollamadılar Mehmet’i. Bir kuru ekmekle karnını doyurdular. Yere bir çul attılar. Mehmet kolunu yastık yaptı. Çulun üzerine uzandı. Derin uykulara daldı. Uyudu. Uyudu. Uyudu. Saatlerce ayıkamadı. Akrabaları onu öldü sandılar. Arada bir inlemesi olmasa herkes öldüğüne inanacaktı.
Köyde Mehmet’in Yemenden geldiği konuşuldu. Herkes dizini dövdü. Haberi var mı? Diyenler oldu. Söylesek mi, söylemesek mi? Tartışmaları yaşandı. Kimse söylemek istemedi. Adam zaten insanlıktan çıkmış. Bir de çocuklarının akıbetini duyarsa hepten aklını yer diyenlerin sözü galip geldi. Kimse ona eşi ve evlatlarının öldüğünü söyleyemedi.
Aradan birkaç gün geçti. Mehmet kendisini topladı. Akrabaları hiçbir şey olmamış gibi davranmaya çalıştılarsa da o olumsuz bir şeylerin olduğuna iyice kanaat getirdi.
Akrabalarına;
“Beni Hacın’a götürün” dedi.
 “Yok. Olmaz.” dedilerse de o direndi.
Kimseye aldırmadan düştü yollara. Onun kararlı halini gören akrabaları da birlikte yürüdüler.  Ona yolda yavaş yavaş Hacın’ın halini anlattılar.
Bir yaşlı;
“Mehmet, Hacın yok artık. Sonra hayal kırıklığına uğrama. Koca Hacın yandı bitti. Orada hiç insan kalmadı. Çocuklarını ve eşini bulamadık. Nerede olduklarını bilmiyoruz.” dedi.
Hamurcu gediğine geldiler. Hacın yoktu. Her yerden daha dumanlar çıkıyordu. Kötü bir koku her yeri sarmıştı. Ölü ve yanık kokusu mideleri bulandırıyordu. Taş üstünde taş, ev üstünde ev kalmamıştı. Gözlerine inanamadı Mehmet. Deliye döndü. Başladı Hamurcu’dan aşağı koşmaya. Koştu. Koştu. Koştu. Tepe mahalleye, Çataloluğa evinin olduğu yere kadar koştu. Evi yerle bir olmuştu. Dumanlar hala evinden çıkıyordu. Eşi ve çocuklarının evin enkazı altında kalmış olabileceğini düşündü. Elleri ile enkazı kaldırmaya çalıştı. Onunla gelenler ona engel oldular. Mehmet’in feryadı gökleri tuttu. Herkes delirdi sandı. O deliler gibi bir oyana bir bu yana koştu. Sesine ses veren olmadı. Çığlıklarına eşi cevap vermedi.
Gelenlerle birlikte cesetleri aramaya başladılar. İçlerinden bir tanesi; “Türkleri genellikle mağaralarda öldürdüklerini duydum” dedi. Herkes bildikleri mağaralara doğru koştu. Nerede mağara varsa baktılar. Her mağarada onlarca ölü vardı. Hepsi tanınmaz vaziyetteydi. Herkes akrabasını ve çocuklarını aramaya başladı. Üzerlerindeki kıyafetlerden tahmin etmeye çalıştılar. Çıplak cesetler çoktu. Parçalanmış kafalar, kesilmiş kollar, delik deşik edilmiş vücutlar… Bakmaya yürekler dayanmadı. Herkes günlerce yakınlarının cesetlerini aradı. Her geçen gün Hacın’ı daha kötü bir koku sardı. İnsanlar cesetlere yaklaşamaz oldular.
Küçük Katolik kilisesinin altındaki mağarada çocuk ve kadın cesedi olduğu haberi duyuldu. Mehmet o mağaraya koştu. Sanki içine doğmuştu.
 “Zeliha orda” dedi.
Mehmet önde diğerleri arkada koştular. Mağarada dört çocuk bir kadın cesedi vardı. Cesetlere kurt düşmüştü. Birçoğu parça parça olmuştu. Tanınacak gibi değildiler. Mehmet cesetlere baktı. Çocukları nereden tanıyacaktı. Kadın cesedine yaklaştı. Baktı, baktı, baktı. Zoraki duyulan bir sesle:
“Bu Zeliha!” dedi.
Herkes dona kaldı. Kimsenin ağzını bıçak açmadı. Mehmet, Zeliha’yı parmağındaki yüksükten tanımıştı. Kanlar içerisindeki cesedin belindeki kuşağı çıkarttı Mehmet. Bir daha kısık bir sesle;
“Bu Zeliha,” dedi.
Kara Hürü ve Kaytancılardan Naime doğruladı Mehmet’i. Onlar da üzerindeki kıyafetten tanıdılar.
Çocukların cesedine yöneldi. En büyüğüne baktı. Cesedin ellerini ellerine aldı.
“Bu Feramuz!” dedi.
Feramuz’un avucunda bir türlü atamadığı taş hâlâ duruyordu.
Kızı Fadiş’i ve oğlu Ahmet’i tahmin etti. Bir çocuk cesedi daha vardı.
“Bu kim?” diye çevresindekilere sordu.
“O da oğlun. Hüseyin.” dediler.
Hiç görmediği oğlu Hüseyin’in cesedi ile karşılaşmak Mehmet’i yıktı. Olduğu yere yığıldı.
Mağara üzerine yıkıldı sanki. Nefes alamaz oldu. Üzerine yıkılan mağara değildi. Onun dünyası yıkıldı.
Gençliğinde davul çalıp, mani söyleyen Mehmet gitti. Yerine bütün hayalleri ölmüş, dünyası yıkılmış, sadece yaşamış olmak için yaşayan bir Mehmet geldi. Ona herkes “Pan Mehmet” dedi.
Pan Mehmet hayatını bir süre yalnız yaşadı. Çevresindeki insanlar böyle yaşamasına razı olmadılar. Onun aslı Göksun’un Altınova Köyü’nden İsmail Efendi’nin kızı olan fakat Gürleşen Köyünde Kara Hürü’nün yanında kalan kimsesiz Medine ile evlendirdiler. Medine’den dört çocuğu oldu. En büyük oğluna Mustafa adını verdi. Katledilen oğlu Feramuz’un diğer adı Mustafa’ydı. Büyük kızına katledilen kızı Fadiş’in adını verdi. Hüseyin’in adını ikinci oğluna verdi. İkinci oğlu Hüseyin altı yaşına geldiğinde aniden hastalandı ve yüksek ateşten öldü.   Diğer kızına katledilen eşi Zeliha’nın adını verdi. En küçük oğluna yine katledilen oğlu Ahmet’in adını verdi.
1939 yılında hayata gözlerini yumana kadar katledilen eşi Zeliha ve çocuklarının yasını tuttu. İnsanlarla çok az konuştu. Güldüğünü gören olmadı. Hep yalnız yaşamayı tercih etti. Bağlarda bekçilik yaptı. Günü ağaç diplerinde yalnız başına düşünmekle geçti.
Yaşı çok fazla değildi ama herkes onu çok yaşlı birisi olarak gördü.
Mezarı Saimbeyli mezarlığındadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder