17 Nisan 2013 Çarşamba

HACI KASIMOĞLU (SAĞIR HACI)


HACI KASIMOĞLU (SAĞIR HACI)
Benim yaşımdakiler pek bilmez onu. Bilmesi de imkânsız. Ama hayat öyle bir çizgi ki, kiminle nerede, nasıl karşılaşacağınızı bilmiyorsunuz. Hiç beklemediğiniz bir yerde, beklemediğiniz bir zamanda, beklemediğiniz bir cümle sizi alıyor ve bilmediğiniz bir dünyaya sürüklüyor. Sürüklendiğiniz dünya belki de içinde yıllardır yaşadığınız bir dünyadır da siz o dünyadan haberdar değilsiniz.
Belki yalan gibi gelir bu sözlerim size… Belki de cahilce bir yaklaşım diye değerlendirebilirsiniz. İsterseniz her gün geçtiğiniz sokağa bu gün farklı bir gözle bakmayı deneyin. İsterseniz elinizde okumakta olduğunuz bu kitabı bir kenara bırakıp, pencereye doğru yaklaşın. Dışarıdaki dünyayı yeniden görmeye çalışın. Farklı bir gözle, farklı bir anlayışla, farklı bir kavrayışla baktığınızda aslında daha önce var olup da dikkatinizi çekmeyen şeyleri ne kadar ihmal ettiğinizi göreceksiniz. Aslında hep dünya telaşıdır yaşadıklarımız. Hep ilgi duyduklarımızı görür, dünyayı hep onunla değerlendiririz. Eğer yanık bir şehrin hikâyesini merak etmemiş olsaydınız bu kitap sizin elinizde olmazdı. Bu kitapta sizi ilgilendiren bir şeyler yer almasaydı çoktan bu kitabı okunmayacaklar arasına koymuştunuz. Eğer buraya kadar okumuşsanız, demek ki sizin dikkatinizi çeken bir şeyler var demektir. Benim de hep dikkatimi çekerdi Bilal Kasımoğlu… Zaman zaman onunla konuşurdum. Fikirlerinden faydalanmaya çalışırdım.
29 Ekim 2010 günüydü. Bayram törenleri bitmiş, herkes dağılmıştı. Hükümet konağına doğru yürüyordum. Önümden de Bilal abi ağır ağır evine doğru gidiyordu. Biraz hızlı yürüyerek ona yaklaştım. Benim yaklaştığımı fark edince geriye döndü bana baktı. Ona selam verdim. Hal hatır sordum. Zaman kaybetmeden de:
“Bilal Abi, baban kaç doğumluydu, hatırlıyor musun?” dedim.
O hiç tereddüt etmeden:
“1261, yani 1845 doğumlu” dedi.
“Bilal Abi, ayıp olmasın ama sen kaç doğumlusun?”
“1923”
Bilal Abi doğum tarihini söyleyince hemen kendi kendime bir hesap yaptım. Demek ki Bilal Abi’nin babası Hacın savaşında hayattaymış. Hem de 1920 yılında yetmiş beş yaşında aklı başında bir adammış… Hemen sordum:
“Bilal Abi, senin baban Hacın’ın yerlisi mi?”
“Tabi yerlisi. Babam doğma büyüme Hacınlı!”
“Babana kim derler?”
“Babama Sağır Hacı, derler”
“Baban ne zaman öldü?”
“1938 yılında… Atatürk’ten bir ay önce öldü.”
“Sen hatırlıyor musun?”
“Tabi hatırlarım, hatırlamaz olur muyum? O zaman ben 15 yaşındaydım.”
“Baban Hacın’la ilgili bir şeyler anlatır mıydı?”
“Ne gibi?”
“Yani yakınlarından kimseyi Hacın’da savaşta kaybetmiş miydi?”
“En çok kayıp benim sülalem verdi. Sülalemden 65 kişi katledildi!”
“Kimler katletti?”
“Kimler olacak, Ermeniler katlettiler!”
“Yakınların eli silahlı asker miydi?”
“Ne silahı, hepsi sivil vatandaştı. Kadınlar, kızlar, bebekler vardı. En yakın Ömer Abimi, Elif yengemi, ablam Fatma’yı, beş yeğenimi, amcalarımı, çocuklarını… Soyumu geçirdiler.”
Bilal Abinin “soyumu geçirdiler” derken gözleri doluverdi. Baktım çok hüzünleniyor konuyu değiştirmek istedim.
“Bilal Abi, babanın hiç resmi var mı?”
“Var, kardeşim Hüsnü’de…”
Bilal Abi ile konuşmayı bir süre erteledim. Çünkü o çok duygulanmıştı. Bir süre önce de ağır bir rahatsızlık geçirmişti. Ona bir zarar vermek istemiyordum. Ondan ayrılarak doğru kardeşi Hüsnü Kasımoğlu’nu aramaya çıktım. İlçemiz bir caddeden ibaret olduğundan dolayı Hüsnü Abi’yi bulmakta hiç zorlanmadım. Ona babasının resminin olup olmadığını sordum. Tabi ki aldığım cevap “Evet var!” oldu.
O gün cumaydı. Cuma namazından sonra Hüsnü Abi ile birlikte evlerine gittik. Eşi Ayten Ablayı da uzun zamandır görmemiştim. Ayten Abla beni görünce çok sevindi. Çünkü Ayten Abla bizim mahallenin kızıydı. Beni de çocukluğumdan beri çok severdi. Aynı sıcaklıkla karşıladı.
Ayten Abla’nın babası rahmetli İbrahim Emmi mahallenin sucusuydu. Şimdiki nesil “sucuyu” pek bilmez. Nereden bilsinler ki? Şimdi sular evde akıyor. Benim çocukluğumda evlerde çeşmeler yoktu. Herkes sularını kovalarla dereden getirirdi. Parası olanlar da İbrahim amcaya su taşıtırlardı evlerine. İbrahim amca omzuna bir uzun değnek alırdı. O değneğin de her iki ucuna bir çengel takarDı. O çengellere de teneke bağlardı. O tenekelerle evlere su taşırdı. Ondan dolayı da ona “Sucu İbrahim” derlerdi. Hey gidinin Sucu İbrahim’i, hey… Su taşımaya giderken onun sesi mahallede yankılanırdı. “Sucuuuuuuu” diye bağırırdı. Boş tenekelere vurarak sesini duyurmak isterdi. O bir renkti. Öldüğünde çok yaşlanmıştı. Kim bilir ondan ne hatırAlar vardı. Çocukluk işte. Onu dinlemeyi, hayat hikâyesinden ders almayı düşünmedik.
Ayten Abla’yı gördüğümde hep aklıma Sucu İbrahim geldi. Ben sucu İbrahim Emmi’yi düşünürken Ayten Abla kayınbabası Sağır Hacı’nın resmini buldu. O resmi ilk elime aldığımda kendi kendime, “İşte bu adam” dedim. “İşte bu adam Hacın’ın küllerinde; oğlu Molla Ömer’i, eşini, kızını, gelini Elif’i, torunlarını ve birçok akrabasını bıraktı. Adeta kaybettiklerinin feryadını duymamak için kulakları küstü dünyaya…
 “Sağır Hacı” dediler ona. Sonra bir türlü kurumayan gözlerini kaybetti. Hem sağır hem kör oldu. Herkes tam unutuldu derken Hacın’ın küllerinde buldum Sağır Hacı’yı. Yani Sağır Hacı’nın hikâyesini ve unutulmuş fotoğrafını. Üflediğimde siyah beyaz fotoğrafın tozlarını, altından; kan, gözyaşı ve feryat çıktı. Bir acı hikâyeydi onun hikâyesi. Oğlu Ömer Hacın’da adliyede mübaşirdi. Çok güzel de sesi vardı. Hükümet konağında bir tekke vardı. Namaz vakitleri Ömer, hükümet konağının bahçesine çıkar vakit ezanlarını okurdu. Devletin memurları bilirler ki namaz vakti gelmiş. Herkes hükümet konağının bahçesindeki çeşmeden abdestini alırdı. Sonra da tekkeye geçerlerdi. Ömer, hem adliyede mübaşirlik yapar, hem de o tekkede müezzinlik yapardı. Müezzinlik yaptığı için de ona herkes “Molla Ömer “ derdi.
1920 Şubat’ına kadar da bu hep böyle oldu.
Fransızlar Hacın’ı işkâl etmişlerdi. Ancak Hacın Müslümanları bunun geçici bir durum olduğunu düşünüyorlar, kendi hayatlarını aynı eski düzenden devam ettirmeye çalışıyorlardı.
Şubat ayının ortalarıydı. Hacın Kaymakamı Çalyan Karabit hastalanmış, hasta yatağında yatıyordu. Hükümet konağının hâkimiyeti Cebeciyan’ın elindeydi.
Mübaşir Molla Ömer, her zaman olduğu gibi hükümet konağının bahçesine çıktı. Başladı öğle ezanını okumaya.
“Allah-u Ekber…  Allah-u Ekber… “
O anda Cebeciyan odasında Hacın’da yapacağı katliamları planlıyordu. Ezan sesine kulak kabarttı. Odadakilere dönerek:
“Kim bu zırlayan?” dedi.
Odada bulunanlardan birisi:
“Sağır Hacı’nın eşeği!” cevabını verdi.
Cebeciyan çok hiddetli bir ses tonu ile:
“Susturun şu eşeği…” diye avazı çıktığı kadar bağırdı. O güne kadar kimse Cebeciyan’ı böyle görmemişti. Odada bulunanlar hep birlikte dışarı doğru koşarlarken, Cebeciyan arkadan seslendi.
“O eşeği bana getirin!”
Molla Ömer henüz ezanı yarı etmişti ki, kaymakamlık binasından çıkan kalabalık bir grup ona çullandı. Neye uğradığını şaşırdı Ömer. Bir yandan ezanı bitirmeye uğraşırken, diğer yandan kafasına inen dipçik darbelerine karşı koymaya çalışıyordu. Herkes birbiri ile yarışır gibi Molla Ömer’e ellerine ne geçirdilerse vurdular. Sendeledi Ömer. Yere kapaklandı. Üzerine çıkıp başladılar tepelemeye… Ömer’in ağzından tek kelime çıkıyordu ancak o da “Allah…”  Her darbede sadece “Allah” dedi Ömer. 
Her biri bir yerinden tuttu. Kimi kolundan, kimi bacağından… Sürüklediler onu hükümet konağının içine doğru. Kadı Halil Efendi personeline yapılanları gördü. Onlara engel olmak için kapıya doğru koştu. Kapıdan giren ilk silahlı kişi kadı Halil Efendi’yi bir dipçik darbesi ile yere yıktı.  Hükümet konağında çalışan Türk memurlar neyin ne olduğunu anlamaya çalışırken kapıdan Cebeciyan’ın hiddetli sesi duyuldu.
“Kim karşı gelmeye çalışırsa onu kurşunlayın!”
Herkes olduğu yerde çivilenmiş gibi kaldı.
Molla Ömer’i Cebeciyan’ın odasına götürdüklerinde ayakta duracak hali kalmamıştı. Kapıdan içeri girer girmez Cebeciyan, Molla Ömer’e tekme tokat saldırdı. Molla Ömer yere düştü. Bu defa Cebeciyan Molla Ömer’in üzerine çıktı. Tekmelemeye başladı. Bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu:
“Ne zırlıyordun lan? Sen kimden izin aldın da zırlamaya başladın?
Kapattılar odanın kapısını. Molla Ömer kendinden geçene kadar dövdüler. Bir ara baygınlık geçirdi. Bir kova su getirdiler. Hava buz gibi soğuktu. Nasıl soğuk olmasın ki, Hacın’da kar dizde... Şubat’ın ortası… Kirkot Deresi kuş uçsa tutacak gibi deli akıyordu. Saçaklardan gövde kalınlığında buzlar sarkıyordu. Aldırmadılar havanın soğuğuna… Bir kova suyu boşalttılar Molla Ömer’in tepesinden aşağıya. Boğulacak gibi oldu önce Ömer… Sonra soğuğu hissetti. Dişleri birbirine değdi. Vücudu zangırdadı. Ağzından yarım bir ses çıktı.
“Allah”
Cebeciyan deliye döndü. Hırsını alana kadar vurdu, vurdu, vurdu… Öğle ile akşam arası ne kadar zamansa o kadar dayak yedi Molla Ömer. Akşam mesaisi bitti. Ancak Cebeciyan’ın hırsı bitmemişti.
Mesai bitince memurlar birer ikişer kaymakamlığı terk etmeye başladı. Herkesin aklında Molla Ömer… “Acaba ona ne yaptılar? Suçu neydi? Birisi onu ihbar mı etti?”  gibi sorular dilden dile dolaştı. Hiç kimse o ezan okuduğu için başına bu işler geldi diye düşünmedi. Düşünemezdi de… Her gün okunurdu hükümet konağının bahçesinde ezan. Her gün devlet memurları hükümet konağında özel olarak ayrılan tekkede namazlarını kılarlardı. Bu işte başka bir iş vardı. Ezana da mı karışacaktı yoksa artık Ermeni? “Yok, canım” dedi herkes içinden. Kimse ezana karışamaz. Olur mu? Ama olmuştu işte…
Artık Osmanlının borusu ötmez olmuştu. Kemal Paşa da daha yeni toparlanıyordu. Onun askerleri henüz Hacın’a gelmemişlerdi. Devir Fransız’ın devriydi. Baksana hükümet konağında hangi bayrak dalgalanıyordu. Gönderde hangi bayrak vardı? Tabi ki Fransız bayrağı… O zaman onun dediği olurdu.
Hükümet konağından çıkan Türkler soluğu Kasımoğulları’ndan Hacı Ağa’nın evinde aldılar. Kasımoğulları Hacın’da hatırı sayılı bir aileydi. Hem kalabalık bir nüfusa sahiptiler, hem de hatır gönül bilirdiler. Hacı Ağa o zaman yetmiş beş yaşlarında, kişiliği oturmuş, herkesin saygı duyduğu eşraftan bir kişiydi. Evi İslam Mahallesi’ndeydi. Kale Kilise’nin aşağılarında, doğu taraftaydı. Geleni gideni çok olurdu. Ama bu gün başka bir gündü. Molla Ömer’in tutuklandığını duyanlar Hacı Ağa’nın evine akın ettiler. Evin önü akşam karanlığında birden kalabalıklaştı.
Hacı Ağa akşam namazına durmuştu. Farzını ya kıldı ya kılmadı. Dışarıdaki sesleri, ayak tıkırtılarını, fısır fısır konuşmaları duydu. Namazda içine bir korku düştü. Namazı çabuk bitirdi. Tespih bile çekmeden kapıya çıktı. Kapıda ilk gördüğü kişi Kadı Halil Efendi oldu. “Hayırdır inşallah” dedi yarım ağız… Önde Kadı Halil Efendi ve birkaç kişi Hacı Ağa’ya selam verdiler. Daha içeriye buyur beklemeden içeriye doğru yürüdüler. Hacı Ağa bu gelişe ve içeriye girişe bir anlam veremedi.
“Hayırdır Kadı Efendi, yaramaz bir durum mu var?”
Kadı Halil Efendi kısık bir sesle:
“İçeri gel hele Hacı Ağa, konuşacaklarımız var.”
İçeri girdiler. Evde bir telaş başladı. Söze Kadı Halil Efendi başladı.
“Hacı Ağa, sen aklı başında bir adamsın. Duyacakların seni rahatsız edecek biliyorum. Ancak soğukkanlı olmak zorundayız. Sebebini henüz bilmediğimiz bir olayla karşı karşıyayız. Senin Ömer’i Cebeciyan tutukladı.”
“Nasıl olur Kadı Efendi. Benim oğlumu neden tutuklar ki?”
“Sebebini biz de bilmiyoruz. Biraz bekleyelim anlaşılır.”
“Oğlum şimdi nerede?”
“Hükümet konağında”
“Yanında din gardaşlarımızdan kimse var mı?”
“Yok, Hacı Ağa.”
“Desene durum vahim!”
Bir sessizlik çöktü odaya. Bir süre kimse konuşmadı. Hacı Ağa sakalını eline aldı. Daldı bir süre… Sonra Kadı Efendi’ye dönerek:
“Bak Kadı Efendi. Sen benden akıllı adamsın ama beni iyi dinle… Artık Hacın’da kötü şeyler olacak. Bu bir başlangıç… Bu gün mübaşir tutuklanıyorsa demek ki yarın Kadı tutuklanacak. Beni dinlerseniz başınızın çaresine bakın!”
Söz ortaya bomba gibi düştü. Herkes birbirine baktı. “Yok, olmaz canım” diyenler de oldu. “Hacı Ağa doğru söylüyor” diyenler de…
Gece geç saatlere kadar Hacı Ağa’nın evinin etrafında Türkler dolaştı. Ama yapacak bir şeyleri yoktu. Hava soğuktu. Fazla dayanamadılar. Herkes evine çekildi. Tam yatmışlardı ki Hacı Ağa’nın kapısı çalındı. Korku ile karışık uyandılar. Kapıyı kendisi açtı Hacı Ağa. Bir de ne görsün. Eli silahlı kişiler evin etrafını sarmışlar. İri yarı, kaba saba bir adam:
“Kasımoğulları’ndan Hacı’nın evi burası mı?” diye sordu.
“Evet” dedi Hacı Ağa.
“Gelinin Elifi kocası Ömer istiyor. Onu almaya geldik” dedi öndeki çirkin yapılı adam.
“Olmaz” dedi Hacı Ağa. “Gece yarısı gelinin orada ne işi var? Ben giderim oğlumun yanına…”
 Çamın ışığında ayakkabılarını aramaya başladı.
Çirkin yapılı adam aynı kararlılıkla:
“Hacı zorluk çıkartma. Biz Elif’i almaya geldik. Cebeciyan’ın emridir.”
“Ne emri be adam? Allah’ın emrinde de gece yarısı kadın kısmısı yalnız bir yere gönderilmez!
Çirkin yapılı adam pişkin pişkin cevap verdi.
“Kızın da gelsin o zaman”
Deliye döndü Sağır Hacı. Kapıyı gelenlerin yüzüne çarptı. Kapı bütün şiddeti ile kapandı. Kapanması ile kapıya güçlü bir darbe vuruldu. Kapı içeriye doğru parçalandı. Parçalar Hacı Ağa’nın başına çarptı. Başı döndü Hacı Ağanın. Kulağı sesleri duymaz oldu. Gözleri karardı. Sendeledi olduğu yerde.
 Çirkin yapılı adam elindeki tüfeğin dipçiği ile indirdi Hacı Ağa’nın bağrına. Yetmiş beş yaşındaki adam sırtı üstü evin odasına devrildi. Silahı dayadı diğerleri Hacı Ağa’nın başına. Gürültüye herkes uyandı. Oğlu Hüseyin ve Mürsel… Eşi, Arap Kızı… Gelini Elif ve çocukları…
Hepsine birileri silahları doğrulttu. Çirkin yapılı adam bağırdı.
“Hanginiz Ömer’in eşi?”
Elif kısık bir sesle:
“Benim” dedi.
Çirkin yapılı adam çekti Elif’in kolundan kendine doğru çekti.
“Hadi, seni herifin istiyor!”
Kimse engel olamadı. Sürükleyerek evden çıkarttılar onu.
Arap Kızı:
“Ben de geliyorum” diye ileri atıldı.
Arap Kızı, Hacı Ağa’nın eşinin adıydı. Kimse onun adını bilmezdi. Herkes ona “Arap Kızı” derdi.
Arap Kızı’nın kolundan başka birisi tuttu. İki kadını sürükleyip gecenin karanlığında kayıplara karıştılar.
Çocuklar ağlaştılar. Hacı Ağa çaresizdi. Çaresizliğin ne demek olduğunu ilk defa o gün iliklerine kadar hissetti. Hüseyin ile Mürsel dışarı çıkıp gecenin karanlığına bağırdılar. Evlerden çıralar yandı. Herkes koştu geldi gecenin soğuğunda. Herkes çaresizdi. Kimse bir şey yapamadı. Herkes bir yerlere bağırdı. Herkes sesini akrabalarına duyurmaya çalıştı.  Hacı Ağa sesleri duymadı. Başına aldığı darbe ile kulakları sesleri duyamaz oldu. Kulaklarından kan geldiğini gecenin karanlığında kimseler görmedi.
Vakit, gece yarısını çoktan geçmişti Elif ile Arap Kızı’nın hükümet konağına vardıklarında. Yol boyunca taciz ettiler onları. Yol boyunca yemedikleri küfür kalmadı. Bir kaplan kesilmişti kaynana Arap Kızı, ne zaman gelinine el atacak olsalar önlerine geçti çirkin suratlı adamların. Yüzlerini tırmaladı. Ellerini ısırdı. Hem kendisinin hem de gelini Elif’in namusuna halel getirmedi.
Hükümet konağında Ömer’in olduğu odaya onları aldılar. Ömer baygındı. Gaz lambasının ışığında Ömer’in morarmış yüzü çok çirkin görünüyordu. Elif tanımakta güçlük çekti eşini. Beyaz gömleği kıpkırmızı kan olmuştu.
“Ömer, Ömer” diye seslendi Ömer’e… Ömer’den ses gelmedi. Arap Kızı “yavrum” diye boynuna sarıldı oğlu ömerin. Feryadı yeri göğü inletti.
Yine ses gelmedi Ömer’den. Her iki kadın bağırarak başladılar ağlamaya. Ömer bağırtıya cevap verdi.
“Elif”
Elif, “Konuştu ana, konuştu bak. Elif, dedi.”
Her ikisi de sevinciler. Sarıldı Elif kocasına:
“Ömer’im yanındayım. Geldim Ömer’im!”
Sabaha kadar Ömer’i uyutmamaya çalıştılar.
Gün ağarırken kapı açıldı. Pis pis gülen bir adam girdi odaya. Alay ederek Elif’e seslendi.
“Bu artık yaşamaz! Sen de bana kalırsın.”
“Elif aldırmadı söylenene. Duymamış gibi davrandı. Adam bu defa Arap Kızı’na döndü:
“Sen de çok güzelsin…” dedi.
Arap Kızı ters ters baktı adama. Adam pis pis sırıttı. Birden kapıda iki kişi daha belirdi. Adamı azarladılar.
“Birazdan memurlar gelir. Bir terslik olsun istemiyorum.” dedi. İçlerinden birisi.
Bir sessizlik çöktü odaya. Etrafı düzenlediler birden… Dışarıdan sesler geldi. Ama üç gün kimse ile görüştürmediler Ömer’i, Elif’i ve Arap Kızı’nı…
Ancak üçüncü günün gecesinde Cebeciyan geldi odaya… Sarhoştu. Kadınlara sarkıntılık etmeye çalıştı. Kadınlar direndi. Onlar direndikçe Cebeciyan küplere bindi. Emretti etrafındaki silahlı adamlara:
“Çocuklarını getirin bunların!”
Gece yarısı beş çocuk getirildi hükümet konağına… Ağlaştılar çocuklar.
“Ne zırlıyorsunuz” diye tokatlar indi çocukların rastgele yerlerine…
Kadınları tehdit etti Cebeciyan…
“Benimle olmazsanız bu çocukları öldürürüm!”
Olmadı kadınlar Cebeciyan’la. O da dediğini yaptı. Beş çocuğu hiç acımadan öldürdü.
Yanan sobada bir demir kızdırdılar. Kıpkırmızı oldu demir parçası. Cebeciyan sarhoş sarhoş Elif’i yine tehdit etti.
“Sıra eşinde. Benim olmazsanız onu da öldürürüm.”
Elif kükredi birden.
“Seninle birlikte olduğumu bilmek zaten onun için ölümden de beter. Böyle ölmesi daha hayırlı olur!” dedi.
Kızgın demiri birden bastırdı Ömer’in boynuna çirkin gülüşlü adam. Sonra öfkesini alamadı vurdu demirle Ömer’in kafasına kafasına. Anası bağırdı. Elif bağırdı. Kimse duymadı bağırtılarını. Yine gece oldu. Yine el ayak çekildi. Yine kimseler bir haber alamadılar Molla Ömer’den. Arap Kızından, Elif’ten ve çocuklardan…
Molla Ömer artık zor nefes alıyordu. Beş çocuğun cesetleri üst üste yığılmıştı odanın bir köşesine. Elif’in üstü başı yırtılmıştı. Yüzü gözü mosmordu. Arap kızı küle dönmüştü. Bet beniz kalmamıştı. Ömer’inin kanlı başını kucaklıyordu. Dudaklarında hep aynı söz vardı. “Yavrularım, yavrularım, yavrularım”
Odada yanan soba çoktan sönmüştü. Gecenin sessizliği buz olmuştu artık. Bir grup eli silahlı adam gecenin karanlığında hükümet konağından çıkarttılar onları. Tepe mahalleye doğru götürdüler. Molla Ömer çoktan şuurunu kaybetmişti. Beş çocuk zaten cansızdı. Arap Kızı kendinden geçmişti. Elif artık hiçbir şey hissedemez olmuştu. Gecenin karanlığında daha karanlık bir yere istif eder gibi yığdılar onları.
Aradan doksan yıl geçti. Koca doksan yılda çok şey değişti Hacın’da… Değişen dünya mıydı? Değişen biz miydik? Değişen anlayışlar mıydı? Bir türlü karar veremedik. Ama değiştik. Molla Ömerler bir “Allah-u Ekber” için can verdi. Hacı Ağalar, “Sağır Hacı” Elifler namus için kefensiz sarıldı toprağa… Dünyayı bile tanıma fırsatı bulmadan tazecik canlar veda ettiler kirletilmiş dünyanın kirliliğine…
Takvimler 30 Ekim 2010 Cumartesini gösteriyordu eski Hacın, yeni Saimbeyli’de… Vakit ikindi vaktiydi. Molla Ömerler can vermiş olsalar da Saimbeyli’de ezan okunuyordu. İkindi namazı eda edilince cemaat yavaş yavaş dağılmaya başladı. Benim gözlerim camiden birlikte çıktığımız cemaat içerisinde yer alan 1923 doğumlu Bilal Kasımoğlu’nu arıyordu. Benden sonra çıktı camiden Bilal Abi… Yanına yaklaştım:
“Nasılsın Bilal Abi?” dedim.
Her zamanki halim selim, kimseyi incitmeyen ses tonu ile cevap verdi.
“Şükür iyiyim. Sen nasılsın?”
Koluna girdim hemen. Merkez Caminin yanındaki ilçenin tek parkına kol kola girdik Bilal Abi’yle birlikte.
Önce sağlığının nasıl olduğunu sordum ona. İyi olduğunu görünce:
“Abi, bir lafımız yarım kalmıştı. Ona devam edelim mi?” dedim.
Sanki kendisi de benden böyle bir davranış beklermiş gibi:
“Abimi öldürdükleri mağarayı ben biliyorum” dedi.
“Beni o mağaraya götürebilir misin?”
“Araba varsa gidelim!”
Hiç vakit kaybetmeden arabamın yanına gittik.
“Sür” dedi Bilal Abi “Tepe Mahalleye…”
Bilal Abinin dediği yere sürdüm arabayı. Tepe mahalleye çıktık. Ben Kaleye yankın bir yere gideceğimizi sanıyordum. Tam virajı dönecektim ki:
“Dur, dur… Burada dur…” dedi.
Durdum. Arabanın kapısını kendisi açtı. Daha ben arabadan inmeden Bilal Abi, sanki Abisi Molla Ömer’i sağ bulacak gibi hızlı adımlarla ahşap bir evin önüne vardı. Arakasından yetiştim.
“Nereye gidiyoruz Bilal Abi?”
Eli ile önümüzde bulunan ahşap evin üst tarafını gösterdi.
“Burada belediye hanı vardı. O hanın altında da bir mağara…”
Tam biz konuşuyorduk ki ahşap evin kapısı açıldı. Çıkan adama:
“Burada bir mağara olacaktı. O mağara nerede?” diye seslendi Bilal Abi. Adam evin ahırını gösterdi.
“Ahırda!”
Yıkık sökük bir ahırın kapısını açtığımızda karşıma böyle bir mağaranın çıkacağını hiç beklemiyordum. Ama ilerlemiş yaşına rağmen Bilal abi beni oraya götürürken çok kararlıydı. İtiverdi ahırın derme çatma kapısını. İçerisi karanlıktı. Gözlerimiz karanlığa biraz alışınca
İşaret parmağı ile ilerisini göstererek, titrek ve heyecanlı bir sesle:
“İşte burası, işte burası benim abimi boğdukları yer,” dedi.
Gözlerime inanamadım. Gösterdiği yerde kocaman bir mağara vardı.
Devam etti Bilal abi:
“Gâvurlar hiç acımamışlar ona. Karısını da öldürmüşler. Çocuklarını da…”
Çekinerek sordum:
“Neden öldürmüşler?”
“Abimi ezan okuduğu için öldürmüşler!”
Bir çırpıda anlattı abisinin hikâyesini. Hikâye aynı hikâyeydi. Gözleri dolu doluydu Bilal Abi’nin. Ona babasını sordum.
“Benim ailemden 65 kişiyi Ermeniler katlettiler. Babam o zaman 75 yaşındaymış. Önce kulakları sağır olmuş. Daha sonra çektiği çilelere ağlaya ağlaya gözlerini kaybetmiş.” Sesi titredi birden Bilal Abi’nin. Gözleri kızardı. Kızaran gözler sulandı. Çok üzüntülü bir ruh hali ile:
“Benim babam Hacı Ağaydı. Kulakları sağır oldu, ona “Sağır Hacı” dediler. Gözleri kör oldu. “Kör Hacı” dediler.  Biz bu Hacın’a 65 can verdik Hocam!” dedi.
İçim titredi. Dünyam yeniden yıkıldı. Yeniden kuruldu. Bağrıma sanki bir demir kazık çaktılar. Kimler vermedi ki bu Hacın Yanık Şehrin küllerine canlarını?
“Abinin cesedini kim bulmuş Bilal Abi?”
“Babam bulmuş! Onu bulduğunda tanınmaz haldeymiş. Onu üzerindeki gömleğin düğmesinden tanımış.”
Ne söyleyebilirdim ki daha. Dilim sustu. Diğerlerinin cesetlerini soramadım. Kendi kendime öfkelendim. Biz neyiz Allah Aşkına? Biz neden bu kadar duyarsız bir millet olduk? Acıları neden bu kadar benimsedik? Neden sıradan gibi kabullendik onca işkence ile öldürülenleri?
İşin doğrusu biz nedenlerde boğulduk. Yanık şehir dile gelse de bize vurdumduymazlığımızın hesabını bir sorsa… Keşke duyarlı bir yürek çıksa da şu mağarayı “SOYKIRIM MAĞARASI” ilan edip korumaya alsa…
BİLAL ABİ’NİN GÖZLERİ NEDEN SULANDI
Elbette bir kardeş için kardeşinin ve yakınlarının işkence ile öldürüldükleri mekânda bulunmak kolay değildi. Bilal Abi’nin de yaşı ilerlemişti. Duygusallığı iyice artmıştı. O mekândan ayrıldık.
Saimbeyli Merkez Camiin yanındaki parka gelip oturduk. Niyetim hem Bilal Abi’yi rahatlatmak, hem de ondan alabildiğim kadar bilgi almaktı. Onu yormadan, onun istediği şekilde sohbet ettik.  Ben zaman zaman konuları dağıtmaya çalıştım. Değişik sorularla hiç alakası olmayan yerlere konuyu götürmek istedim ama ne yaptımsa olmadı. Söz döndü dolaştı mezalim yıllarına geldi. Bir ara Bilal Abi’nin kendi kendine:
“Neden bir resmini çekmedik. Neden bir resmini çekmedik.” Diye aynı cümleyi tekrar ettiğini duydum.
“Neyin resmini çekmediniz Bilal Abi?”
“Cahillik işte” dedi. “Gerçi o zaman fotoğraf makinesi nerdeydi ki” diye mırıldandı. Beni bir merak sardı. Bilal Abi bir şeyler paylaşmak istiyordu anlaşılan… Ben de açıkça sordum.
“Bilal Abi, senin gördüğün, şahit olduğun bir olay mı oldu?”
Ben ondan cevap beklerken o bana soru sordu.
“Kara Duran’ın evini bilir misin?”
“Evet bilirim!”
“O evin arka tarafında bir mağara vardı. Biz o mağarada yanık aramaya gitmiştik. Mağaranın tabanını kazma ile kazdık. Define bulacağız diye. Bir şey bulamadık. Yorulmuştuk. Mağaranın içine oturduk. Başımız kaldırıp baktığımızda mağaranın tavanında üç beş günlük bir çocuğun çivilendiğini gördük. Çocuğun derisi ve kemikleri vardı. Kupkuru olmuştu.”dedi. Sonra kendi kendine söylendi.
“Neden bir resmini çekmedik. Neden bir resmini çekmedik ki?”
“Cesedi ne yaptınız?”
“Hiç, ne yapacağız… Tavandan indirdik. Mağaranın içine bir çukur kazdık. Oraya gömdük. O mağarada bir sürü ceset vardı. Ama en acımasızı mağaranın tavanına çivilenmiş küçük çocuğun cesediydi.”
Gözleri sulandı Bilal Kasımoğlu’nun. Başını iki yana salladı. Kendi kendine söylendi.
“Neden biz bir resim çekmedik ki…”
Neden olacak ki, biz acılarımızı yıllardır içimize gömmedik mi? O çocuk gibi katledilen kim bilir kaç tane ana kuzusu o şekilde katledildi. Kim bilir o çocukların cesetlerini gören ne kadar insan oldu. Ama hepsini unutmaya çalıştık. Ağlamayı bir türlü kendimize yakıştıramadık.
İşte Bilal Abi de onu yapıyordu şimdi. Ben görmeyeyim diye gözlerini benden kaçırıyordu. Oysa ben kızarmış ve sulanmış gözlerini, ağlamsı duran çene kemiğini çoktan fark etmiştim bile…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder