HACI
KASIMOĞLU (SAĞIR HACI)
Benim
yaşımdakiler pek bilmez onu. Bilmesi de imkânsız. Ama hayat öyle bir çizgi ki,
kiminle nerede, nasıl karşılaşacağınızı bilmiyorsunuz. Hiç beklemediğiniz bir
yerde, beklemediğiniz bir zamanda, beklemediğiniz bir cümle sizi alıyor ve
bilmediğiniz bir dünyaya sürüklüyor. Sürüklendiğiniz dünya belki de içinde
yıllardır yaşadığınız bir dünyadır da siz o dünyadan haberdar değilsiniz.
Belki
yalan gibi gelir bu sözlerim size… Belki de cahilce bir yaklaşım diye
değerlendirebilirsiniz. İsterseniz her gün geçtiğiniz sokağa bu gün farklı bir
gözle bakmayı deneyin. İsterseniz elinizde okumakta olduğunuz bu kitabı bir
kenara bırakıp, pencereye doğru yaklaşın. Dışarıdaki dünyayı yeniden görmeye
çalışın. Farklı bir gözle, farklı bir anlayışla, farklı bir kavrayışla
baktığınızda aslında daha önce var olup da dikkatinizi çekmeyen şeyleri ne
kadar ihmal ettiğinizi göreceksiniz. Aslında hep dünya telaşıdır
yaşadıklarımız. Hep ilgi duyduklarımızı görür, dünyayı hep onunla
değerlendiririz. Eğer yanık bir şehrin hikâyesini merak etmemiş olsaydınız bu
kitap sizin elinizde olmazdı. Bu kitapta sizi ilgilendiren bir şeyler yer
almasaydı çoktan bu kitabı okunmayacaklar arasına koymuştunuz. Eğer buraya
kadar okumuşsanız, demek ki sizin dikkatinizi çeken bir şeyler var demektir.
Benim de hep dikkatimi çekerdi Bilal Kasımoğlu… Zaman zaman onunla konuşurdum.
Fikirlerinden faydalanmaya çalışırdım.
29
Ekim 2010 günüydü. Bayram törenleri bitmiş, herkes dağılmıştı. Hükümet konağına
doğru yürüyordum. Önümden de Bilal abi ağır ağır evine doğru gidiyordu. Biraz
hızlı yürüyerek ona yaklaştım. Benim yaklaştığımı fark edince geriye döndü bana
baktı. Ona selam verdim. Hal hatır sordum. Zaman kaybetmeden de:
“Bilal
Abi, baban kaç doğumluydu, hatırlıyor musun?” dedim.
O
hiç tereddüt etmeden:
“1261,
yani 1845 doğumlu” dedi.
“Bilal
Abi, ayıp olmasın ama sen kaç doğumlusun?”
“1923”
Bilal
Abi doğum tarihini söyleyince hemen kendi kendime bir hesap yaptım. Demek ki
Bilal Abi’nin babası Hacın savaşında hayattaymış. Hem de 1920 yılında yetmiş
beş yaşında aklı başında bir adammış… Hemen sordum:
“Bilal
Abi, senin baban Hacın’ın yerlisi mi?”
“Tabi
yerlisi. Babam doğma büyüme Hacınlı!”
“Babana
kim derler?”
“Babama
Sağır Hacı, derler”
“Baban
ne zaman öldü?”
“1938
yılında… Atatürk’ten bir ay önce öldü.”
“Sen
hatırlıyor musun?”
“Tabi
hatırlarım, hatırlamaz olur muyum? O zaman ben 15 yaşındaydım.”
“Baban
Hacın’la ilgili bir şeyler anlatır mıydı?”
“Ne
gibi?”
“Yani
yakınlarından kimseyi Hacın’da savaşta kaybetmiş miydi?”
“En
çok kayıp benim sülalem verdi. Sülalemden 65 kişi katledildi!”
“Kimler
katletti?”
“Kimler
olacak, Ermeniler katlettiler!”
“Yakınların
eli silahlı asker miydi?”
“Ne
silahı, hepsi sivil vatandaştı. Kadınlar, kızlar, bebekler vardı. En yakın Ömer
Abimi, Elif yengemi, ablam Fatma’yı, beş yeğenimi, amcalarımı, çocuklarını…
Soyumu geçirdiler.”
Bilal
Abinin “soyumu geçirdiler” derken gözleri doluverdi. Baktım çok hüzünleniyor
konuyu değiştirmek istedim.
“Bilal
Abi, babanın hiç resmi var mı?”
“Var,
kardeşim Hüsnü’de…”
Bilal
Abi ile konuşmayı bir süre erteledim. Çünkü o çok duygulanmıştı. Bir süre önce
de ağır bir rahatsızlık geçirmişti. Ona bir zarar vermek istemiyordum. Ondan
ayrılarak doğru kardeşi Hüsnü Kasımoğlu’nu aramaya çıktım. İlçemiz bir caddeden
ibaret olduğundan dolayı Hüsnü Abi’yi bulmakta hiç zorlanmadım. Ona babasının
resminin olup olmadığını sordum. Tabi ki aldığım cevap “Evet var!” oldu.
O
gün cumaydı. Cuma namazından sonra Hüsnü Abi ile birlikte evlerine gittik. Eşi
Ayten Ablayı da uzun zamandır görmemiştim. Ayten Abla beni görünce çok sevindi.
Çünkü Ayten Abla bizim mahallenin kızıydı. Beni de çocukluğumdan beri çok
severdi. Aynı sıcaklıkla karşıladı.
Ayten
Abla’nın babası rahmetli İbrahim Emmi mahallenin sucusuydu. Şimdiki nesil
“sucuyu” pek bilmez. Nereden bilsinler ki? Şimdi sular evde akıyor. Benim
çocukluğumda evlerde çeşmeler yoktu. Herkes sularını kovalarla dereden
getirirdi. Parası olanlar da İbrahim amcaya su taşıtırlardı evlerine. İbrahim
amca omzuna bir uzun değnek alırdı. O değneğin de her iki ucuna bir çengel
takarDı. O çengellere de teneke bağlardı. O tenekelerle evlere su taşırdı.
Ondan dolayı da ona “Sucu İbrahim” derlerdi. Hey gidinin Sucu İbrahim’i, hey…
Su taşımaya giderken onun sesi mahallede yankılanırdı. “Sucuuuuuuu” diye
bağırırdı. Boş tenekelere vurarak sesini duyurmak isterdi. O bir renkti.
Öldüğünde çok yaşlanmıştı. Kim bilir ondan ne hatırAlar vardı. Çocukluk işte.
Onu dinlemeyi, hayat hikâyesinden ders almayı düşünmedik.
Ayten
Abla’yı gördüğümde hep aklıma Sucu İbrahim geldi. Ben sucu İbrahim Emmi’yi
düşünürken Ayten Abla kayınbabası Sağır Hacı’nın resmini buldu. O resmi ilk
elime aldığımda kendi kendime, “İşte bu adam” dedim. “İşte bu adam Hacın’ın
küllerinde; oğlu Molla Ömer’i, eşini, kızını, gelini Elif’i, torunlarını ve
birçok akrabasını bıraktı. Adeta kaybettiklerinin feryadını duymamak için
kulakları küstü dünyaya…
“Sağır Hacı” dediler ona. Sonra bir türlü
kurumayan gözlerini kaybetti. Hem sağır hem kör oldu. Herkes tam unutuldu
derken Hacın’ın küllerinde buldum Sağır Hacı’yı. Yani Sağır Hacı’nın hikâyesini
ve unutulmuş fotoğrafını. Üflediğimde siyah beyaz fotoğrafın tozlarını,
altından; kan, gözyaşı ve feryat çıktı. Bir acı hikâyeydi onun hikâyesi. Oğlu
Ömer Hacın’da adliyede mübaşirdi. Çok güzel de sesi vardı. Hükümet konağında
bir tekke vardı. Namaz vakitleri Ömer, hükümet konağının bahçesine çıkar vakit
ezanlarını okurdu. Devletin memurları bilirler ki namaz vakti gelmiş. Herkes
hükümet konağının bahçesindeki çeşmeden abdestini alırdı. Sonra da tekkeye
geçerlerdi. Ömer, hem adliyede mübaşirlik yapar, hem de o tekkede müezzinlik
yapardı. Müezzinlik yaptığı için de ona herkes “Molla Ömer “ derdi.
1920
Şubat’ına kadar da bu hep böyle oldu.
Fransızlar
Hacın’ı işkâl etmişlerdi. Ancak Hacın Müslümanları bunun geçici bir durum
olduğunu düşünüyorlar, kendi hayatlarını aynı eski düzenden devam ettirmeye
çalışıyorlardı.
Şubat
ayının ortalarıydı. Hacın Kaymakamı Çalyan Karabit hastalanmış, hasta yatağında
yatıyordu. Hükümet konağının hâkimiyeti Cebeciyan’ın elindeydi.
Mübaşir
Molla Ömer, her zaman olduğu gibi hükümet konağının bahçesine çıktı. Başladı
öğle ezanını okumaya.
“Allah-u
Ekber… Allah-u Ekber… “
O
anda Cebeciyan odasında Hacın’da yapacağı katliamları planlıyordu. Ezan sesine
kulak kabarttı. Odadakilere dönerek:
“Kim
bu zırlayan?” dedi.
Odada
bulunanlardan birisi:
“Sağır
Hacı’nın eşeği!” cevabını verdi.
Cebeciyan
çok hiddetli bir ses tonu ile:
“Susturun
şu eşeği…” diye avazı çıktığı kadar bağırdı. O güne kadar kimse Cebeciyan’ı
böyle görmemişti. Odada bulunanlar hep birlikte dışarı doğru koşarlarken,
Cebeciyan arkadan seslendi.
“O
eşeği bana getirin!”
Molla
Ömer henüz ezanı yarı etmişti ki, kaymakamlık binasından çıkan kalabalık bir
grup ona çullandı. Neye uğradığını şaşırdı Ömer. Bir yandan ezanı bitirmeye
uğraşırken, diğer yandan kafasına inen dipçik darbelerine karşı koymaya
çalışıyordu. Herkes birbiri ile yarışır gibi Molla Ömer’e ellerine ne
geçirdilerse vurdular. Sendeledi Ömer. Yere kapaklandı. Üzerine çıkıp
başladılar tepelemeye… Ömer’in ağzından tek kelime çıkıyordu ancak o da
“Allah…” Her darbede sadece “Allah” dedi
Ömer.
Her
biri bir yerinden tuttu. Kimi kolundan, kimi bacağından… Sürüklediler onu
hükümet konağının içine doğru. Kadı Halil Efendi personeline yapılanları gördü.
Onlara engel olmak için kapıya doğru koştu. Kapıdan giren ilk silahlı kişi kadı
Halil Efendi’yi bir dipçik darbesi ile yere yıktı. Hükümet konağında çalışan Türk memurlar neyin
ne olduğunu anlamaya çalışırken kapıdan Cebeciyan’ın hiddetli sesi duyuldu.
“Kim
karşı gelmeye çalışırsa onu kurşunlayın!”
Herkes
olduğu yerde çivilenmiş gibi kaldı.
Molla
Ömer’i Cebeciyan’ın odasına götürdüklerinde ayakta duracak hali kalmamıştı.
Kapıdan içeri girer girmez Cebeciyan, Molla Ömer’e tekme tokat saldırdı. Molla
Ömer yere düştü. Bu defa Cebeciyan Molla Ömer’in üzerine çıktı. Tekmelemeye
başladı. Bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu:
“Ne
zırlıyordun lan? Sen kimden izin aldın da zırlamaya başladın?
Kapattılar
odanın kapısını. Molla Ömer kendinden geçene kadar dövdüler. Bir ara baygınlık
geçirdi. Bir kova su getirdiler. Hava buz gibi soğuktu. Nasıl soğuk olmasın ki,
Hacın’da kar dizde... Şubat’ın ortası… Kirkot Deresi kuş uçsa tutacak gibi deli
akıyordu. Saçaklardan gövde kalınlığında buzlar sarkıyordu. Aldırmadılar
havanın soğuğuna… Bir kova suyu boşalttılar Molla Ömer’in tepesinden aşağıya.
Boğulacak gibi oldu önce Ömer… Sonra soğuğu hissetti. Dişleri birbirine değdi.
Vücudu zangırdadı. Ağzından yarım bir ses çıktı.
“Allah”
Cebeciyan
deliye döndü. Hırsını alana kadar vurdu, vurdu, vurdu… Öğle ile akşam arası ne
kadar zamansa o kadar dayak yedi Molla Ömer. Akşam mesaisi bitti. Ancak Cebeciyan’ın
hırsı bitmemişti.
Mesai
bitince memurlar birer ikişer kaymakamlığı terk etmeye başladı. Herkesin
aklında Molla Ömer… “Acaba ona ne yaptılar? Suçu neydi? Birisi onu ihbar mı
etti?” gibi sorular dilden dile dolaştı.
Hiç kimse o ezan okuduğu için başına bu işler geldi diye düşünmedi. Düşünemezdi
de… Her gün okunurdu hükümet konağının bahçesinde ezan. Her gün devlet
memurları hükümet konağında özel olarak ayrılan tekkede namazlarını kılarlardı.
Bu işte başka bir iş vardı. Ezana da mı karışacaktı yoksa artık Ermeni? “Yok,
canım” dedi herkes içinden. Kimse ezana karışamaz. Olur mu? Ama olmuştu işte…
Artık
Osmanlının borusu ötmez olmuştu. Kemal Paşa da daha yeni toparlanıyordu. Onun
askerleri henüz Hacın’a gelmemişlerdi. Devir Fransız’ın devriydi. Baksana
hükümet konağında hangi bayrak dalgalanıyordu. Gönderde hangi bayrak vardı?
Tabi ki Fransız bayrağı… O zaman onun dediği olurdu.
Hükümet
konağından çıkan Türkler soluğu Kasımoğulları’ndan Hacı Ağa’nın evinde aldılar.
Kasımoğulları Hacın’da hatırı sayılı bir aileydi. Hem kalabalık bir nüfusa
sahiptiler, hem de hatır gönül bilirdiler. Hacı Ağa o zaman yetmiş beş
yaşlarında, kişiliği oturmuş, herkesin saygı duyduğu eşraftan bir kişiydi. Evi
İslam Mahallesi’ndeydi. Kale Kilise’nin aşağılarında, doğu taraftaydı. Geleni
gideni çok olurdu. Ama bu gün başka bir gündü. Molla Ömer’in tutuklandığını
duyanlar Hacı Ağa’nın evine akın ettiler. Evin önü akşam karanlığında birden
kalabalıklaştı.
Hacı
Ağa akşam namazına durmuştu. Farzını ya kıldı ya kılmadı. Dışarıdaki sesleri,
ayak tıkırtılarını, fısır fısır konuşmaları duydu. Namazda içine bir korku
düştü. Namazı çabuk bitirdi. Tespih bile çekmeden kapıya çıktı. Kapıda ilk
gördüğü kişi Kadı Halil Efendi oldu. “Hayırdır inşallah” dedi yarım ağız… Önde
Kadı Halil Efendi ve birkaç kişi Hacı Ağa’ya selam verdiler. Daha içeriye buyur
beklemeden içeriye doğru yürüdüler. Hacı Ağa bu gelişe ve içeriye girişe bir
anlam veremedi.
“Hayırdır
Kadı Efendi, yaramaz bir durum mu var?”
Kadı
Halil Efendi kısık bir sesle:
“İçeri
gel hele Hacı Ağa, konuşacaklarımız var.”
İçeri
girdiler. Evde bir telaş başladı. Söze Kadı Halil Efendi başladı.
“Hacı
Ağa, sen aklı başında bir adamsın. Duyacakların seni rahatsız edecek biliyorum.
Ancak soğukkanlı olmak zorundayız. Sebebini henüz bilmediğimiz bir olayla karşı
karşıyayız. Senin Ömer’i Cebeciyan tutukladı.”
“Nasıl
olur Kadı Efendi. Benim oğlumu neden tutuklar ki?”
“Sebebini
biz de bilmiyoruz. Biraz bekleyelim anlaşılır.”
“Oğlum
şimdi nerede?”
“Hükümet
konağında”
“Yanında
din gardaşlarımızdan kimse var mı?”
“Yok,
Hacı Ağa.”
“Desene
durum vahim!”
Bir
sessizlik çöktü odaya. Bir süre kimse konuşmadı. Hacı Ağa sakalını eline aldı.
Daldı bir süre… Sonra Kadı Efendi’ye dönerek:
“Bak
Kadı Efendi. Sen benden akıllı adamsın ama beni iyi dinle… Artık Hacın’da kötü
şeyler olacak. Bu bir başlangıç… Bu gün mübaşir tutuklanıyorsa demek ki yarın
Kadı tutuklanacak. Beni dinlerseniz başınızın çaresine bakın!”
Söz
ortaya bomba gibi düştü. Herkes birbirine baktı. “Yok, olmaz canım” diyenler de
oldu. “Hacı Ağa doğru söylüyor” diyenler de…
Gece
geç saatlere kadar Hacı Ağa’nın evinin etrafında Türkler dolaştı. Ama yapacak
bir şeyleri yoktu. Hava soğuktu. Fazla dayanamadılar. Herkes evine çekildi. Tam
yatmışlardı ki Hacı Ağa’nın kapısı çalındı. Korku ile karışık uyandılar. Kapıyı
kendisi açtı Hacı Ağa. Bir de ne görsün. Eli silahlı kişiler evin etrafını
sarmışlar. İri yarı, kaba saba bir adam:
“Kasımoğulları’ndan
Hacı’nın evi burası mı?” diye sordu.
“Evet”
dedi Hacı Ağa.
“Gelinin
Elifi kocası Ömer istiyor. Onu almaya geldik” dedi öndeki çirkin yapılı adam.
“Olmaz”
dedi Hacı Ağa. “Gece yarısı gelinin orada ne işi var? Ben giderim oğlumun
yanına…”
Çamın ışığında ayakkabılarını aramaya başladı.
Çirkin
yapılı adam aynı kararlılıkla:
“Hacı
zorluk çıkartma. Biz Elif’i almaya geldik. Cebeciyan’ın emridir.”
“Ne
emri be adam? Allah’ın emrinde de gece yarısı kadın kısmısı yalnız bir yere
gönderilmez!
Çirkin
yapılı adam pişkin pişkin cevap verdi.
“Kızın
da gelsin o zaman”
Deliye
döndü Sağır Hacı. Kapıyı gelenlerin yüzüne çarptı. Kapı bütün şiddeti ile
kapandı. Kapanması ile kapıya güçlü bir darbe vuruldu. Kapı içeriye doğru
parçalandı. Parçalar Hacı Ağa’nın başına çarptı. Başı döndü Hacı Ağanın. Kulağı
sesleri duymaz oldu. Gözleri karardı. Sendeledi olduğu yerde.
Çirkin yapılı adam elindeki tüfeğin dipçiği
ile indirdi Hacı Ağa’nın bağrına. Yetmiş beş yaşındaki adam sırtı üstü evin
odasına devrildi. Silahı dayadı diğerleri Hacı Ağa’nın başına. Gürültüye herkes
uyandı. Oğlu Hüseyin ve Mürsel… Eşi, Arap Kızı… Gelini Elif ve çocukları…
Hepsine
birileri silahları doğrulttu. Çirkin yapılı adam bağırdı.
“Hanginiz
Ömer’in eşi?”
Elif
kısık bir sesle:
“Benim”
dedi.
Çirkin
yapılı adam çekti Elif’in kolundan kendine doğru çekti.
“Hadi,
seni herifin istiyor!”
Kimse
engel olamadı. Sürükleyerek evden çıkarttılar onu.
Arap
Kızı:
“Ben
de geliyorum” diye ileri atıldı.
Arap
Kızı, Hacı Ağa’nın eşinin adıydı. Kimse onun adını bilmezdi. Herkes ona “Arap
Kızı” derdi.
Arap
Kızı’nın kolundan başka birisi tuttu. İki kadını sürükleyip gecenin
karanlığında kayıplara karıştılar.
Çocuklar
ağlaştılar. Hacı Ağa çaresizdi. Çaresizliğin ne demek olduğunu ilk defa o gün
iliklerine kadar hissetti. Hüseyin ile Mürsel dışarı çıkıp gecenin karanlığına
bağırdılar. Evlerden çıralar yandı. Herkes koştu geldi gecenin soğuğunda.
Herkes çaresizdi. Kimse bir şey yapamadı. Herkes bir yerlere bağırdı. Herkes
sesini akrabalarına duyurmaya çalıştı. Hacı
Ağa sesleri duymadı. Başına aldığı darbe ile kulakları sesleri duyamaz oldu.
Kulaklarından kan geldiğini gecenin karanlığında kimseler görmedi.
Vakit,
gece yarısını çoktan geçmişti Elif ile Arap Kızı’nın hükümet konağına
vardıklarında. Yol boyunca taciz ettiler onları. Yol boyunca yemedikleri küfür
kalmadı. Bir kaplan kesilmişti kaynana Arap Kızı, ne zaman gelinine el atacak
olsalar önlerine geçti çirkin suratlı adamların. Yüzlerini tırmaladı. Ellerini
ısırdı. Hem kendisinin hem de gelini Elif’in namusuna halel getirmedi.
Hükümet
konağında Ömer’in olduğu odaya onları aldılar. Ömer baygındı. Gaz lambasının
ışığında Ömer’in morarmış yüzü çok çirkin görünüyordu. Elif tanımakta güçlük
çekti eşini. Beyaz gömleği kıpkırmızı kan olmuştu.
“Ömer,
Ömer” diye seslendi Ömer’e… Ömer’den ses gelmedi. Arap Kızı “yavrum” diye
boynuna sarıldı oğlu ömerin. Feryadı yeri göğü inletti.
Yine
ses gelmedi Ömer’den. Her iki kadın bağırarak başladılar ağlamaya. Ömer
bağırtıya cevap verdi.
“Elif”
Elif,
“Konuştu ana, konuştu bak. Elif, dedi.”
Her
ikisi de sevinciler. Sarıldı Elif kocasına:
“Ömer’im
yanındayım. Geldim Ömer’im!”
Sabaha
kadar Ömer’i uyutmamaya çalıştılar.
Gün
ağarırken kapı açıldı. Pis pis gülen bir adam girdi odaya. Alay ederek Elif’e
seslendi.
“Bu
artık yaşamaz! Sen de bana kalırsın.”
“Elif
aldırmadı söylenene. Duymamış gibi davrandı. Adam bu defa Arap Kızı’na döndü:
“Sen
de çok güzelsin…” dedi.
Arap
Kızı ters ters baktı adama. Adam pis pis sırıttı. Birden kapıda iki kişi daha
belirdi. Adamı azarladılar.
“Birazdan
memurlar gelir. Bir terslik olsun istemiyorum.” dedi. İçlerinden birisi.
Bir
sessizlik çöktü odaya. Etrafı düzenlediler birden… Dışarıdan sesler geldi. Ama
üç gün kimse ile görüştürmediler Ömer’i, Elif’i ve Arap Kızı’nı…
Ancak
üçüncü günün gecesinde Cebeciyan geldi odaya… Sarhoştu. Kadınlara sarkıntılık
etmeye çalıştı. Kadınlar direndi. Onlar direndikçe Cebeciyan küplere bindi.
Emretti etrafındaki silahlı adamlara:
“Çocuklarını
getirin bunların!”
Gece
yarısı beş çocuk getirildi hükümet konağına… Ağlaştılar çocuklar.
“Ne
zırlıyorsunuz” diye tokatlar indi çocukların rastgele yerlerine…
Kadınları
tehdit etti Cebeciyan…
“Benimle
olmazsanız bu çocukları öldürürüm!”
Olmadı
kadınlar Cebeciyan’la. O da dediğini yaptı. Beş çocuğu hiç acımadan öldürdü.
Yanan
sobada bir demir kızdırdılar. Kıpkırmızı oldu demir parçası. Cebeciyan sarhoş
sarhoş Elif’i yine tehdit etti.
“Sıra
eşinde. Benim olmazsanız onu da öldürürüm.”
Elif
kükredi birden.
“Seninle
birlikte olduğumu bilmek zaten onun için ölümden de beter. Böyle ölmesi daha
hayırlı olur!” dedi.
Kızgın
demiri birden bastırdı Ömer’in boynuna çirkin gülüşlü adam. Sonra öfkesini
alamadı vurdu demirle Ömer’in kafasına kafasına. Anası bağırdı. Elif bağırdı.
Kimse duymadı bağırtılarını. Yine gece oldu. Yine el ayak çekildi. Yine
kimseler bir haber alamadılar Molla Ömer’den. Arap Kızından, Elif’ten ve
çocuklardan…
Molla
Ömer artık zor nefes alıyordu. Beş çocuğun cesetleri üst üste yığılmıştı odanın
bir köşesine. Elif’in üstü başı yırtılmıştı. Yüzü gözü mosmordu. Arap kızı küle
dönmüştü. Bet beniz kalmamıştı. Ömer’inin kanlı başını kucaklıyordu.
Dudaklarında hep aynı söz vardı. “Yavrularım, yavrularım, yavrularım”
Odada
yanan soba çoktan sönmüştü. Gecenin sessizliği buz olmuştu artık. Bir grup eli
silahlı adam gecenin karanlığında hükümet konağından çıkarttılar onları. Tepe
mahalleye doğru götürdüler. Molla Ömer çoktan şuurunu kaybetmişti. Beş çocuk
zaten cansızdı. Arap Kızı kendinden geçmişti. Elif artık hiçbir şey hissedemez
olmuştu. Gecenin karanlığında daha karanlık bir yere istif eder gibi yığdılar
onları.
Aradan
doksan yıl geçti. Koca doksan yılda çok şey değişti Hacın’da… Değişen dünya
mıydı? Değişen biz miydik? Değişen anlayışlar mıydı? Bir türlü karar veremedik.
Ama değiştik. Molla Ömerler bir “Allah-u Ekber” için can verdi. Hacı Ağalar, “Sağır
Hacı” Elifler namus için kefensiz sarıldı toprağa… Dünyayı bile tanıma fırsatı
bulmadan tazecik canlar veda ettiler kirletilmiş dünyanın kirliliğine…
Takvimler
30 Ekim 2010 Cumartesini gösteriyordu eski Hacın, yeni Saimbeyli’de… Vakit ikindi
vaktiydi. Molla Ömerler can vermiş olsalar da Saimbeyli’de ezan okunuyordu.
İkindi namazı eda edilince cemaat yavaş yavaş dağılmaya başladı. Benim gözlerim
camiden birlikte çıktığımız cemaat içerisinde yer alan 1923 doğumlu Bilal
Kasımoğlu’nu arıyordu. Benden sonra çıktı camiden Bilal Abi… Yanına yaklaştım:
“Nasılsın
Bilal Abi?” dedim.
Her
zamanki halim selim, kimseyi incitmeyen ses tonu ile cevap verdi.
“Şükür
iyiyim. Sen nasılsın?”
Koluna
girdim hemen. Merkez Caminin yanındaki ilçenin tek parkına kol kola girdik
Bilal Abi’yle birlikte.
Önce
sağlığının nasıl olduğunu sordum ona. İyi olduğunu görünce:
“Abi,
bir lafımız yarım kalmıştı. Ona devam edelim mi?” dedim.
Sanki
kendisi de benden böyle bir davranış beklermiş gibi:
“Abimi
öldürdükleri mağarayı ben biliyorum” dedi.
“Beni
o mağaraya götürebilir misin?”
“Araba
varsa gidelim!”
Hiç
vakit kaybetmeden arabamın yanına gittik.
“Sür”
dedi Bilal Abi “Tepe Mahalleye…”
Bilal
Abinin dediği yere sürdüm arabayı. Tepe mahalleye çıktık. Ben Kaleye yankın bir
yere gideceğimizi sanıyordum. Tam virajı dönecektim ki:
“Dur,
dur… Burada dur…” dedi.
Durdum.
Arabanın kapısını kendisi açtı. Daha ben arabadan inmeden Bilal Abi, sanki
Abisi Molla Ömer’i sağ bulacak gibi hızlı adımlarla ahşap bir evin önüne vardı.
Arakasından yetiştim.
“Nereye
gidiyoruz Bilal Abi?”
Eli
ile önümüzde bulunan ahşap evin üst tarafını gösterdi.
“Burada
belediye hanı vardı. O hanın altında da bir mağara…”
Tam
biz konuşuyorduk ki ahşap evin kapısı açıldı. Çıkan adama:
“Burada
bir mağara olacaktı. O mağara nerede?” diye seslendi Bilal Abi. Adam evin
ahırını gösterdi.
“Ahırda!”
Yıkık
sökük bir ahırın kapısını açtığımızda karşıma böyle bir mağaranın çıkacağını
hiç beklemiyordum. Ama ilerlemiş yaşına rağmen Bilal abi beni oraya götürürken
çok kararlıydı. İtiverdi ahırın derme çatma kapısını. İçerisi karanlıktı.
Gözlerimiz karanlığa biraz alışınca
İşaret
parmağı ile ilerisini göstererek, titrek ve heyecanlı bir sesle:
“İşte
burası, işte burası benim abimi boğdukları yer,” dedi.
Gözlerime
inanamadım. Gösterdiği yerde kocaman bir mağara vardı.
Devam
etti Bilal abi:
“Gâvurlar
hiç acımamışlar ona. Karısını da öldürmüşler. Çocuklarını da…”
Çekinerek
sordum:
“Neden
öldürmüşler?”
“Abimi
ezan okuduğu için öldürmüşler!”
Bir çırpıda
anlattı abisinin hikâyesini. Hikâye aynı hikâyeydi. Gözleri dolu doluydu Bilal
Abi’nin. Ona babasını sordum.
“Benim
ailemden 65 kişiyi Ermeniler katlettiler. Babam o zaman 75 yaşındaymış. Önce
kulakları sağır olmuş. Daha sonra çektiği çilelere ağlaya ağlaya gözlerini
kaybetmiş.” Sesi titredi birden Bilal Abi’nin. Gözleri kızardı. Kızaran gözler
sulandı. Çok üzüntülü bir ruh hali ile:
“Benim
babam Hacı Ağaydı. Kulakları sağır oldu, ona “Sağır Hacı” dediler. Gözleri kör
oldu. “Kör Hacı” dediler. Biz bu Hacın’a
65 can verdik Hocam!” dedi.
İçim
titredi. Dünyam yeniden yıkıldı. Yeniden kuruldu. Bağrıma sanki bir demir kazık
çaktılar. Kimler vermedi ki bu Hacın Yanık Şehrin küllerine canlarını?
“Abinin
cesedini kim bulmuş Bilal Abi?”
“Babam
bulmuş! Onu bulduğunda tanınmaz haldeymiş. Onu üzerindeki gömleğin düğmesinden
tanımış.”
Ne
söyleyebilirdim ki daha. Dilim sustu. Diğerlerinin cesetlerini soramadım. Kendi
kendime öfkelendim. Biz neyiz Allah Aşkına? Biz neden bu kadar duyarsız bir
millet olduk? Acıları neden bu kadar benimsedik? Neden sıradan gibi kabullendik
onca işkence ile öldürülenleri?
İşin
doğrusu biz nedenlerde boğulduk. Yanık şehir dile gelse de bize
vurdumduymazlığımızın hesabını bir sorsa… Keşke duyarlı bir yürek çıksa da şu
mağarayı “SOYKIRIM MAĞARASI” ilan edip korumaya alsa…
BİLAL
ABİ’NİN GÖZLERİ NEDEN SULANDI
Elbette
bir kardeş için kardeşinin ve yakınlarının işkence ile öldürüldükleri mekânda
bulunmak kolay değildi. Bilal Abi’nin de yaşı ilerlemişti. Duygusallığı iyice
artmıştı. O mekândan ayrıldık.
Saimbeyli
Merkez Camiin yanındaki parka gelip oturduk. Niyetim hem Bilal Abi’yi
rahatlatmak, hem de ondan alabildiğim kadar bilgi almaktı. Onu yormadan, onun
istediği şekilde sohbet ettik. Ben zaman
zaman konuları dağıtmaya çalıştım. Değişik sorularla hiç alakası olmayan
yerlere konuyu götürmek istedim ama ne yaptımsa olmadı. Söz döndü dolaştı
mezalim yıllarına geldi. Bir ara Bilal Abi’nin kendi kendine:
“Neden
bir resmini çekmedik. Neden bir resmini çekmedik.” Diye aynı cümleyi tekrar
ettiğini duydum.
“Neyin
resmini çekmediniz Bilal Abi?”
“Cahillik
işte” dedi. “Gerçi o zaman fotoğraf makinesi nerdeydi ki” diye mırıldandı. Beni
bir merak sardı. Bilal Abi bir şeyler paylaşmak istiyordu anlaşılan… Ben de
açıkça sordum.
“Bilal
Abi, senin gördüğün, şahit olduğun bir olay mı oldu?”
Ben
ondan cevap beklerken o bana soru sordu.
“Kara
Duran’ın evini bilir misin?”
“Evet
bilirim!”
“O
evin arka tarafında bir mağara vardı. Biz o mağarada yanık aramaya gitmiştik.
Mağaranın tabanını kazma ile kazdık. Define bulacağız diye. Bir şey bulamadık.
Yorulmuştuk. Mağaranın içine oturduk. Başımız kaldırıp baktığımızda mağaranın
tavanında üç beş günlük bir çocuğun çivilendiğini gördük. Çocuğun derisi ve
kemikleri vardı. Kupkuru olmuştu.”dedi. Sonra kendi kendine söylendi.
“Neden
bir resmini çekmedik. Neden bir resmini çekmedik ki?”
“Cesedi
ne yaptınız?”
“Hiç,
ne yapacağız… Tavandan indirdik. Mağaranın içine bir çukur kazdık. Oraya
gömdük. O mağarada bir sürü ceset vardı. Ama en acımasızı mağaranın tavanına
çivilenmiş küçük çocuğun cesediydi.”
Gözleri
sulandı Bilal Kasımoğlu’nun. Başını iki yana salladı. Kendi kendine söylendi.
“Neden
biz bir resim çekmedik ki…”
Neden
olacak ki, biz acılarımızı yıllardır içimize gömmedik mi? O çocuk gibi
katledilen kim bilir kaç tane ana kuzusu o şekilde katledildi. Kim bilir o
çocukların cesetlerini gören ne kadar insan oldu. Ama hepsini unutmaya
çalıştık. Ağlamayı bir türlü kendimize yakıştıramadık.
İşte
Bilal Abi de onu yapıyordu şimdi. Ben görmeyeyim diye gözlerini benden
kaçırıyordu. Oysa ben kızarmış ve sulanmış gözlerini, ağlamsı duran çene
kemiğini çoktan fark etmiştim bile…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder