17 Nisan 2013 Çarşamba

HÜSEYİN EMMİ


HÜSEYİN EMMİ
            Bir çocuk ilk defa kaç yaşlarında yüz, yüz elli metre uzaklıktaki insanları fark etmeye başlarsa ben de Hüseyin Emmiyi o yaşlarımdan beri tanıyorum. Şu anda kırk altı yaşında olduğuma göre eğer beş-altı yaşımda yüz elli metre uzaklıktaki insanları hayalmeyal seçmeye başladıysam, demek ki kırk yıldır Hüseyin Emmiyi tanıyorum. Ne zaman pencereden dışarı baksam, ne zaman balkona çıksam ve ya ne zaman çocukça sağa-sola koşsam; karşımda Hüseyin Emmiyi mutlaka görürüm. O bizim uzun yıllar değişmeyen en iyi komşularımızdan biriydi. Biriydi diyorum. Çünkü artık aramızda değil. Her canlı gibi zamanı geldiğinde gitmesi gereken yere gitmeyi bildi. Hakkın rahmetine kavuştu. Mekânı cennet olsun.
            Ne zaman ahşap evimizin dışına çıktıysam Hüseyin Emmiyi gördüğümü söylemiştim. Yalnız onu görmezdim. Onun yanında hanımı Fındık abla ve baklacı dayının hanımı Fidan abla mutlaka olurdu. Yolun kenarına otururlar. Gelenle, geçenle konuşurlardı. Hüseyin Emminin elinde mutlaka bir değnek olurdu. Değneği avuçlarının altına alır. Çenesini de ellerinin üzerine dayardı. Değneğin ucu ile de yerdeki toprağı karıştırırdı. Bu değnek yıllar sonra baston oldu. Ama Hüseyin Emminin değneği tutuş sitili baston olunca da değişmedi. Hep değnekten veya bastondan destek alarak toprağı karıştırdı. İnsanların yüzüne bakmayı pek sevmiyordu. Ya da bana öyle geliyordu. Çünkü ben ne zaman onunla konuştuysam; gözlerinin gözlerime değdiğine pek şahit olmadım. Aslında konuşmayı da pek sevmezdi. Sorarsan cevap verir, sormazsan kendi dünyasına dalar, değneğinin ucuna bakar ve toprağı karıştırırdı. Kimse dokunmasa günlerce o işi yapabilirdi. Ancak yoldan geçen çocukları korkutmada üstüne yoktu.
            Biz Hüseyin Emminin böyle dalgınlığına güvenir sessizce yanından geçmeye çalışırdık. Tam yanından geçtiğimizi sandığımız anda Hüseyin Emmi acayip bir ses çıkartır ve değneğin ucu ile bize dokunurdu. İşte o anda çocukluk duygusu ile ondan korkardık. O bu davranışını mahalledeki bütün çocuklara yapardı. Biz her defasında korkmamaya karar verir ve kendimizden emin, yanından geçmeye çalışırdık. Ama Hüseyin Emmi ne eder eder bizi korkutmayı başarırdı.
            Fındık Abla ile Fidan Abla ; “çocukları korkutma” diye ona kızarlardı. Bazen onlar da bizim huylanmamızdan veya korkmamızdan zevk alırlar ve gülüşürlerdi. Her halde onlar da bizi kızdırmaktan hoşlanırlardı. Hele Fidan Abla beni kızdırmak için her defasında; ”Kötü Ahmet” derdi. Ben de; ”Ben kötü değilim” diye tepki gösterirdim. Eğer anam yanımdaysa onun duldasına saklanır. Omzumu ileri doğru hafif iterek ve dudaklarımı hafif somurtarak; ”Ben kötü değilim. Ben kötü değilim.“diye söylenirdim. Benim bu huylanmamdan mutlu olurlar ve beni kızdırmaya bayılırlardı. Biraz büyümeye başladıktan sonra bir gün Fidan Abla, ”Bana bir entarilik alırsan sana bir daha kötü Ahmet demem.“dedi. Öğle sevinmiştim ki hemen; ”alırım” dedim. Hemen anama ve babama gittim durumu anlattım. Rahmetli babam; ”Olur oğlum, nasıl istiyorsa hemen alalım “ dedi. Tekrar Fidan Ablaya gittim. Durumu anlattım. Bana,”Senin kazancın olmazsa giymem.”dedi. Bütün çocuksu hayallerim yıkılmıştı.
            Aradan ne kadar zaman geçti bilemiyorum. Ben artık öğretmen olmuştum. Kendi ekmeğimi kendim kazanmaya başlamıştım. Bir yaz tatilinde Saimbeyli’ye gelmiştim. Mahallede Fidan Abla ile karşılaştım. Elini öptüm. Halini hatırını sordum. Beni candan karşıladı. Sohbet anında hemen lafı yapıştırdı. “Kötü Ahmet desem, kötülüğün kalmamış. Maşallah aslan gibi adam olmuşsun. Artık benim de elbisemi inşallah alırsın.” dedi. “Sana elbisenin en iyisini alacağım, söz.” dedim.  Biraz şakalaştık. Daha sonra ayrıldık.
            Ertesi yıl yaz tatiline geldiğimde Fidan Ablanın öldüğünü öğrendim. Sanki ailemizden biri ölmüş gibi üzüldüm.  Ona bir elbiselik alamadığım için de kahroldum. Biliyordum, Fidan Ablanın ihtiyacı yoktu. Keşke ona bir elbiselik alabilseydim. Onun çok mutlu olacağına emindim. O inanılmaz derecede hoşgörü sahibi olan Fidan Ablanın ölümünden sonra, pencereden veya balkondan her baktığımda Hüseyin Emmi ile Fındık Ablayı aynı yolun kenarında otururlarken görürdüm. Ancak Fidan Ablanın yokluğunu hep hissederdim. Yerinde rahat uyu iyi insan. Mekânın cennet olsun.
            Hayat devam ediyordu. Ölenle ölünmüyor, ahrete birlikte gidilmiyordu. Çalışmak gerekiyordu. Dünyanın düzeni buydu. Herkes çalışıyordu. Herkes bir işle uğraşıyordu. Ama Hüseyin Emminin hiç iş yaptığını görmedim. Evin bütün işlerini eşi Fındık abla yapardı. Ya da bana öyle gelirdi. Çünkü benim her gördüğümde rahmetli Fındık abla bir işlerle uğraşırdı. Elinde çalı süpürge ya evinin önünü süpürür, ya inekleri otlatır, ya eşekle bağa-bahçeye gider ya da ev işleri ile uğraşırdı. İşin özü Fındık abla da rahmetli anam gibi durmadan çalışırdı. Hiç unutmam; bir gün ben Kirkot’tan, yani bahçelerden geliyordum. Fındık Abla da elektrik santralinin ön tarafındaki köprünün alt yanında akan Kirkot deresinde, elinde tokaç, yalnız başına çul yıkıyordu. Fındık Abla’ya ”Kolay gelsin” dedim. O da;”Sağ ol Ahmet’im.”diye cevap verdi. Bir ilahi gücün tesiriyle yoluma devam etmedim. Fındık Abla’nın çul yıkamasını seyretmeye başladım. İşte o anda dereden akan su çoğaldı. Fındık Abla ile birlikte çulu da götürmeye başladı. Fındık Abla kurtulmaya çalıştıkça suyun gücüne dayanamıyordu. Bir taraftan da “Ahmet’im kurtar” diye bağırmaya çalışıyordu. Çok çabuk bir davranışla kendimi dereye attım. Bir sürü uğraştan sonra Fındık Abla’yı ve çulunu dışarı çıkardım. Ben de, Fındık Abla da tepeden tırnağa ıslanmıştık. Önemli değildi. Fındık Abla ve çulu kurtulmuştu ya...
            O hadiseden sonra Fındık Abla beni bir kat daha sever oldu. Aradan yıllar geçti. Fındık Abla o olayı hiç unutmadı. Her karşılaştığımızda mutlaka bana bir ana şefkatiyle sevgilerini sundu. Yapmış olduğum bir insanlık görevimin, onun nazarında kahramanlık olarak değerlendirilmesi beni her zaman utandırmaya yetti. Ahde vefanın en bariz örneğini Fındık Ablada gördüm. O Anadolu kadını olduğu gibi yaşamayı beceren ender insanlardan biriydi. Biraz acele etti. Hüseyin Emmiden önce öldü. Hüseyin Emmiyi erkek fıstık ağacının gölgesinde bastonu ile birlikte yalnız bıraktı.  Mekânın cennet olsun. Dualarımız seninle Fındık Abla.
            Önce Fidan Abla, arkasından da Fındık Abla öldükten sonra Hüseyin Emmi hepten yalnız kaldı. Gerçi çocukları, komşuları ve akrabaları oldukça fazlaydılar. Ama benim gözümde Hüseyin Emmi hep yalnızdı. Elinde bastonu yalnız başına bir taşın üzerine oturur ve ya Kirkot’a doğru bastonuna dayanarak ağır ağır yürürdü. Son zamanlarda epeyce çökmüş olduğunu hissediyordum. Evlerinin önünden gelip geçerken hatırını sorardım. Her defasında ;”iyiyim” derdi. Kendisi her ne kadar “iyiyim” dese de; düşünceli, yorgun ve iyi olmadığı her halinden belliydi.
            Çocukluğumun geçtiği mahallemizde artık oturmadığım için, Hüseyin Emmiyi de çok az görmeye başlamıştım. Bir gün hasta olduğu haberini aldım. Onu yoklamaya gittim. Bir sedirde yatıyordu. Sanki eski Hüseyin Emmi gitmiş, yerine ufacık bir çocuk konmuştu. Onu o halde görünce çok üzüldüm. Üzüntümü belli etmemeye çalışarak yanına vardım, elini öptüm, hal ve hatırını sordum. Yine eskisi gibi,”iyiyim” dedi. Benim vardığıma ve kendisini yokladığıma çok mutlu olduğu her halinden belli oluyordu. Zoraki yerinden doğrulmaya çalıştı. Rahat etmesini söyledimse de o doğrularak oturur vaziyete geldi.
            “Maşallah iyisin.” dedim.
            Hiç tereddüt etmeden:
            “İyiyim, iyiyim” diyerek başını salladı.
            Kızı Hanife:
            “Hep seni soruyordu.” dedi.
            Çok duygulandım. Demek ki gönülden gönle yol gidiyor da kimse bunun farkında değil. Ya da insanlar düşkün hallerinde dostlarını daha çok yanlarında görmek istiyorlar da anlayan olmuyor.
            Hüseyin Emmiye hissettirmeden çocuklarından hastalığının “ölümcül” olduğunu öğrendim. Gerçekten de yüzünde ölümün izleri görülmeye başlamıştı. Arada bir dalıyor, sonra tekrar ayıkıyordu.
            Sıradan bir soru olarak:
            “Hüseyin Emmi kaç yaşlarında?” diye sordum.
            Oğlu Dursun:
            “Yüz yaşından fazla.” dedi.
            İnanamadım. Yüz yaşının üzerinde olduğunu hiç düşünmemiştim.
            “Çocukluğu nerede geçmiş. “diye sordum.
            Oğlu Dursun;
            “Çok küçükken Erzincan’dan buraya kaçmışlar” dedi.
            Beynimde şimşekler çakmaya başladı. İçimin titrediğini hissettim.  Gayri ihtiyarı Hüseyin Emmiye baktım. Gözleri açıktı. İlk defa gözleri gözlerime denk geldi. Yanına yaklaştım.
            “Buradaki Ermenileri tanır mıydın Hüseyin Emmi?” diye sordum.
            Kaşlarını çattı. Hafif bir sesle:
            “Babamı öldürdüler!” dedi.
            Ne diyeceğimi şaşırdım. Erzincan’dan niye geldiniz?” dedim;
            “Ermeniler yüzünden” dedi.
            İçime bir ateş düştü. Göz çukurlarıma bir mahcupluk çöktü. Yanaklarımın kızardığını ve utandığımı hissettim. Karşımdaki bu yaşlı adam bir şehit oğluydu. Yıllardır Türk-Ermeni ilişkileri üzerine birçok insanla konuşmuştum. Bu konuda birçok kitap okumuştum. Ancak en yakınımdaki Hüseyin Emmi ile bu meseleyi hiç konuşmamıştım.  Daha doğrusu ben onun Ermeniler tarafından katledilen bir babanın evladı olduğunu bilmiyordum. En yakın komşumun geçmişi hakkında bir fikre sahip değildim. Kim bilir Saimbeyli’de Hüseyin Emmi gibi adı duyulmamış kaç şehit evladı vardır?
Hüseyin Emminin ölmemesi, iyi olması için dualar ettim. Onun yaşamasını her zamankinden daha çok istemeye başladım. Onunla o günleri konuşmak istiyordum. Çünkü o artık benim gözümde Hüseyin Emmi ya da mahallede konuşulduğu gibi “Garadayı “ olmaktan çıkmıştı. O bir canlı şahitti. Onda ne sırlar gizliydi.
Ancak benim dediğim olmadı. Kısa bir süre sonra Hüseyin Emmiyi kaybettik. Herkes üzüldü. Ben tarihe ait canlı bir şahidi kaybettiğim için herkesten fazla üzüldüm. Hele Ermenileri sorduğumda;”Babamı öldürdüler!”sözü beynime bir balyoz gibi defalarca indi indi kalktı. O günden sora Hüseyin Emminin geçmişini araştırmaya başladım. Kime sorduysam Erzincan’dan geldiklerini biliyordu. Ancak neden geldikleri, ne zaman geldikleri hakkında pek bilgiye sahip değillerdi. Bir gün Efendi Koçoğlu bana;””Ruslarla Ermeniler köylerini işgal etmişler onlar da bu tarafa doğru kaçmışlar.” dedi. Bu söz beni tekrar araştırmaya yöneltti. Altan DELİORMAN’ın  “TÜRKLERE KARŞI ERMENİ KOMİTECİLERİ” adlı kitabını okuyordum. Baştan sona ibret vesikaları ile dolu olan bu kitabın 195’inci sayfasına geldiğimde gözlerimin önüne hep Hüseyin Emmi geldi. Bir de Hacınlı Hamparsum Boyacıyan. Diğer adı ile Şeyh Murat.
1916 yılında Ruslar önce Erzurum’u daha sonra Erzincan’ı işkâl ederler. Bunlara Ermeni komitecileri de karışarak Ermeni ve Rus olmayan yöre halkına karşı kıyım hareketi başlatırlar. Katlettikleri insanların yaşına ve cinsiyetine bakmadan bütün savaş kurallarını çiğneyerek katliama dönüştürürler. Ne garip tecellidir ki bu katliam organizesinin içerisinde Hacınlı Hamparsum Boyacıyan da vardır. Osmanlı’da milletvekilliği de yapan bu şahıs Müslüman Türk insanını yok etmek, bölüp parçalayabilmek için kendisine Şeyh Murat lakabını takar. Erzincan, Erzurum ve dolaylarında Kürtleri Türklere karşı kışkırtmak ve birbirine düşman etmeye yönelik çalışmalar yapar. Bu çalışmaları yaparken İslâm’ı kendisine kalkan yapmayı ve kendisini Müslüman bir insan gibi göstermeyi dener. Kürtlerin bu oyuna gelmemesi üzerine de o yöredeki bütün Müslüman köylerini yerle bir ederler. Çoluk-çocuk, genç-ihtiyar, kadın erkek demeden katliam hareketine girişirler. Bu katliamdan Hüseyin Emminin doğduğu şimdiki Erzincan ili Refahiye ilçesi Tepe köyü de nasibini alır.  Hüseyin Emminin babası Aziz Ağa çoluğunu-çocuğunu alarak daha içerilere Türklerin yoğunlukta olduğu yörelere doğru kaçarlar. Varını yoğunu memleketinde bırakan Aziz Ağa Hacın dolaylarında Çoban Aziz olmaya razı olur. Yalnız o mu? Onun gibi yüz binlerce insan yerini yurdunu terk eder. Terk edemeyenler Türk askerleri gelene kadar canı ve ırzı ile diyetini öderler. Seksen bin nüfuslu Erzurum vilayetinde sadece üç bin Türk insanın kalmış olması zulmün boyutlarını anlatmaya yeter de artar bile.
İşte bizim Hüseyin emmi bu yerlerde doğmuş. Bu yerlerde henüz bir çocukken vahşetle tanışmış. Can korkusuna bu yerlerde kapılmış. Kim bilir kaç yakınını yanında bu yerlerde katletmişlerdir. Eğer öyle olmasaydı insan vatan bildiği toprakları kolay kolay terk eder miydi? Evini-ocağını, yerini-yurdunu, hısım-akrabasını ve varını yoğunu bırakır, yayanyapıldak yollara düşer miydi?
Aziz Ağa Hacın dolaylarına geldiğinde hiçbir şeyi yoktu. Köylüler onlara kucak açtılar. Bir gün aynı dramı yaşayacaklarını bilmişler gibi Aziz Ağa’yı bağırlarına bastılar. Aziz ağa gariban insandı. Güvenilir biri olduğu her halinden belliydi. Olgun düşünmeyi, alttan almayı yaşayarak öğrenmişti. Bu tavır Hacın Türklerinin hoşuna gitti. Onu sığır çobanı yaptılar. Sığır çobanı deyip de geçmeyin. Geçimini hayvancılıkla sağlayan bir insanın malı her şeyidir. Malını gözünden esirger. Kimselere emanet etmez. “Mal canın yongasıdır” anlayışı bütün beyinlere kazınmıştır. O kıymetli varlık ancak Aziz ağa gibi güven veren insana emanet edilir. O da gözü gibi korur, emanete ihanet etmezdi. Öylede oldu.
Aziz ağa sığırları herkesten iyi otlatmayı başardı. Nerelerde güzel ot varsa erinmeden, sabırla oralara sığırları götürdü. Oğlu Hüseyin’i yanından hiç ayırmadı. Ta ki 1920 yılının yazına kadar. O yaz çetin gelmişti. Tıpkı Erzincan Ermenilerinin Ruslara kandıkları gibi, Hacın Ermenileri de Fransızlara güvenmişler yıllardır beraber yaşadıkları Türklere karşı terör estirmeye başlamışlardı. Bağımsız bir Kilikya hayaline kapılmışlar, Hacın Türklerine karşı soykırım uygulamaya başlamışlardı. Kimleri katletmemişler, hangi bebeği kaynar kazanlara atmamışlardı ki? Dağ başında sığır çobanlığı yapsa da Aziz ağa bunları duyuyor, Erzincan’da yaşadığı tecrübeyle de kara günlerin çok yakında olduğunu hissediyordu.
Uzaktan bir toz yığını gördü. Kulağına gürültüler gelmeye başladı. Çoban köpeği sağa-sola saldırdı. Sığırlar huysuzlaştı. Sanki büvelek tutmuş gibi ağaç altlarına kaçıştılar.  Çoban Aziz değneğine sıkıca sarıldı. Biraz uzakta duran oğlu Hüseyin’i yanına çağırdı. Elinden sıkıca tuttu. Tepeye doğru koşmaya başladılar. Tepenin başına nefes nefese tırmandılar. Bir taşın duldasına saklanıp toz bulutunun yükseldiği yana doğru baktılar. Bir sürü atlı geliyordu. Bağıra çağıra onlara doğru yaklaşıyordu. Hepsi silahlıydı. Aziz ağa Erzincan’ı hatırladı. Köylerine de böyle gelmişler, taş üstünde baş bırakmamışlardı. Korktu oğlu Hüseyin’in elinden iyice tuttu.
“Haydi, görünmeden kaçalım” dedi. İki adım attılar, Aziz ağa mıh gibi yerinde çakılı kaldı.
“Sığırlar ne olacak? “diye düşündü. Hüseyin’in elini bırakıverdi.
“Sen kaç oğlum, bunlar Ermeni, ne yapacakları belli olmaz” dedi.
Hüseyin boynunu büktü. Babasına yaklaştı.
 “Birlikte gidelim.” dedi.
 Aziz Ağa dik bir sesle:
”Sığırlar ne olacak ?”dedi.
 Öğle ya “sığırlar ne olacaktı.”  Herkes ona güvenmiş sığırını teslim etmişti. O güveni sarsmak olmazdı. Emanete ihanet edilmezdi. Bunu Hüseyin de biliyordu. Ama şansını denemişti. Belki de babası can korkusuyla eski töreyi bozabilir- di. Olmadı.
Aziz ağa tekrar Hüseyin’e:
“Sen kaç, ben onları idare ederim. Yarın eve gelirim.” dedi.
Son bir umutla Hüseyin babasının gözlerine baktı. Aziz Ağa’da kaçacak bir göz yoktu. Hüseyin umudunu kesti. Sessizce çalılıkların arasına karışıverdi. O zamana kadar da atlılar yaklaşmıştı. Aziz Ağa abdestini bozmuş bir görüntü vererek çalılıkların arasından çıktı. Şalvarını düzeltir gibi etti. Onlara,
“Nereden geliyorsunuz ağalar?” dedi. Gelenler öfkeliydi.
“Kimin bu sığırlar?” diye bağırdı içlerinden biri. Aziz Ağa alttan almaya çalıştı.
“Buyurun ağalar bir emriniz mi var?” diye yumuşak bir sesle sordu. Ancak karşıdakiler burunlarından soluyorlardı. Aziz ağanın sözlerine aldırış bile etmiyorlardı. Sağa sola atlarını koşturarak bir inek tuttular. Şöyle bir baktılar,”bu yaşlı” dedi içlerinden biri. Onu bıraktılar. İneklerin üzerine doğru tekrar atlarını koşturdular. Bu defa kısır bir inek tuttular. Taze otlarla beslenmiş bakımlı bir inekti. Hepsi birden beğendiklerini söylediler. İneği ve Aziz Ağa’yı alarak şimdiki Yeniköy Köyü yakınlarında bir dağa götürdüler. Dağda büyük bir mağara vardı. Güvenli bir yerdi. Mağarada konaklamaya karar verdiler.
Aziz Ağa’ya silahlarını çevirdiler. İneği kesmesini söylediler. O bu işe yanaşmak istemedi. Tüfeğin dipçiği ile dövdüler. Ağzı burnu kanadı. Kısır ineği yere yatırdılar. Bıçağı Aziz Ağa’nın eline tutuşturdular. Silahı başına dayadılar. Aziz Ağa istemeye istemeye ineği kesti. Derisini yüzdü. Etini parçalara ayırdı. Diğerleri büyükçe bir ateş yaktılar. Sanki” Ey Türkler biz buradayız, size meydan okuyoruz.” dercesine ateşin alevini yükselttiler. Kısır ineğin etini közde kebap edip haydutlar gibi yediler. Onlar kebabı doyasıya yerlerken kafasına silah dayanmış vaziyette Aziz ağa kısır ineğin derisinden, nöbetçi nezaretinde sabaha kadar uyumadan onlara çarık dikti. Sabah gün ağarmaya başladı. Uyuyanlar uyandı. Yolculuk için hazırlıklar başladı. Her biri sabah sporu yapar gibi Aziz Ağa’ya vurmaya başladılar. Önce yumruk, tekme, tokat derken odunlarla vurdular. Vurdular! Vurdular! Vurdular! Kıpırdar hali kalmadı. Bağırmak istediyse de sesi çıkmadı. Yalvarmak istedi. Duymadılar. Bir müddet sonra dayanamaz oldu. Yüzükoyun yere yığıldı. Kinleri bitmemişti. Üstüne çıkıp tepelediler. Artık nefes almıyordu. Ama onlar bunun farkında bile değillerdi. Egolarını tatmin ediyor, kinlerini kusuyorlardı. Vücudunu bıçaklarla parçaladılar. Öldüğünden tam emin olmak için üzerine bir şarjör boşalttılar. Ertesi gün cesedi bulunduğunda tanınacak gibi değildi.
İşte benim komşum Hüseyin Emmi’nin babası Aziz Ağa böyle katledilmişti. Yıllardır bir değneğe çenesini dayaması, belli bir noktaya saatlerce bakması boşa değildi. Kim bilir neler düşünüyordu Hüseyin emmi? Hangi katliam gözlerinin önünden gitmiyordu? Bir garip çobanı acımasızca katledenlerin çıkıp da soykırımdan bahsetmeleri ne kadar anlamsız…
Seksen yıl bu işin edebiyatını yapmadan bir değneğe çeneni dayayıp, gözlerini toprağa dikerek neler düşündün bilmiyorum ama ”Ermenileri tanır mısın?” diye sorduğumda; “Babamı öldürdüler!” derken uzun yıllar hafızamdan silinmeyecek bir iz bıraktın. Korkak dedelerinin kahramanlık hikâyelerini anlatmayı marifet sayanlara nispet, Hüseyin Emmi’yi daha çok seviyorum

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder