HÜSEYİN EMMİ
Bir
çocuk ilk defa kaç yaşlarında yüz, yüz elli metre uzaklıktaki insanları fark
etmeye başlarsa ben de Hüseyin Emmiyi o yaşlarımdan beri tanıyorum. Şu anda
kırk altı yaşında olduğuma göre eğer beş-altı yaşımda yüz elli metre
uzaklıktaki insanları hayalmeyal seçmeye başladıysam, demek ki kırk yıldır
Hüseyin Emmiyi tanıyorum. Ne zaman pencereden dışarı baksam, ne zaman balkona
çıksam ve ya ne zaman çocukça sağa-sola koşsam; karşımda Hüseyin Emmiyi mutlaka
görürüm. O bizim uzun yıllar değişmeyen en iyi komşularımızdan biriydi. Biriydi
diyorum. Çünkü artık aramızda değil. Her canlı gibi zamanı geldiğinde gitmesi
gereken yere gitmeyi bildi. Hakkın rahmetine kavuştu. Mekânı cennet olsun.
Ne
zaman ahşap evimizin dışına çıktıysam Hüseyin Emmiyi gördüğümü söylemiştim.
Yalnız onu görmezdim. Onun yanında hanımı Fındık abla ve baklacı dayının hanımı
Fidan abla mutlaka olurdu. Yolun kenarına otururlar. Gelenle, geçenle
konuşurlardı. Hüseyin Emminin elinde mutlaka bir değnek olurdu. Değneği
avuçlarının altına alır. Çenesini de ellerinin üzerine dayardı. Değneğin ucu
ile de yerdeki toprağı karıştırırdı. Bu değnek yıllar sonra baston oldu. Ama
Hüseyin Emminin değneği tutuş sitili baston olunca da değişmedi. Hep değnekten veya
bastondan destek alarak toprağı karıştırdı. İnsanların yüzüne bakmayı pek
sevmiyordu. Ya da bana öyle geliyordu. Çünkü ben ne zaman onunla konuştuysam;
gözlerinin gözlerime değdiğine pek şahit olmadım. Aslında konuşmayı da pek
sevmezdi. Sorarsan cevap verir, sormazsan kendi dünyasına dalar, değneğinin
ucuna bakar ve toprağı karıştırırdı. Kimse dokunmasa günlerce o işi
yapabilirdi. Ancak yoldan geçen çocukları korkutmada üstüne yoktu.
Biz
Hüseyin Emminin böyle dalgınlığına güvenir sessizce yanından geçmeye
çalışırdık. Tam yanından geçtiğimizi sandığımız anda Hüseyin Emmi acayip bir
ses çıkartır ve değneğin ucu ile bize dokunurdu. İşte o anda çocukluk duygusu
ile ondan korkardık. O bu davranışını mahalledeki bütün çocuklara yapardı. Biz
her defasında korkmamaya karar verir ve kendimizden emin, yanından geçmeye
çalışırdık. Ama Hüseyin Emmi ne eder eder bizi korkutmayı başarırdı.
Fındık
Abla ile Fidan Abla ; “çocukları korkutma” diye ona kızarlardı. Bazen onlar da
bizim huylanmamızdan veya korkmamızdan zevk alırlar ve gülüşürlerdi. Her halde
onlar da bizi kızdırmaktan hoşlanırlardı. Hele Fidan Abla beni kızdırmak için
her defasında; ”Kötü Ahmet” derdi. Ben de; ”Ben kötü değilim” diye tepki
gösterirdim. Eğer anam yanımdaysa onun duldasına saklanır. Omzumu ileri doğru
hafif iterek ve dudaklarımı hafif somurtarak; ”Ben kötü değilim. Ben kötü
değilim.“diye söylenirdim. Benim bu huylanmamdan mutlu olurlar ve beni
kızdırmaya bayılırlardı. Biraz büyümeye başladıktan sonra bir gün Fidan Abla,
”Bana bir entarilik alırsan sana bir daha kötü Ahmet demem.“dedi. Öğle
sevinmiştim ki hemen; ”alırım” dedim. Hemen anama ve babama gittim durumu
anlattım. Rahmetli babam; ”Olur oğlum, nasıl istiyorsa hemen alalım “ dedi.
Tekrar Fidan Ablaya gittim. Durumu anlattım. Bana,”Senin kazancın olmazsa
giymem.”dedi. Bütün çocuksu hayallerim yıkılmıştı.
Aradan
ne kadar zaman geçti bilemiyorum. Ben artık öğretmen olmuştum. Kendi ekmeğimi
kendim kazanmaya başlamıştım. Bir yaz tatilinde Saimbeyli’ye gelmiştim.
Mahallede Fidan Abla ile karşılaştım. Elini öptüm. Halini hatırını sordum. Beni
candan karşıladı. Sohbet anında hemen lafı yapıştırdı. “Kötü Ahmet desem,
kötülüğün kalmamış. Maşallah aslan gibi adam olmuşsun. Artık benim de elbisemi
inşallah alırsın.” dedi. “Sana elbisenin en iyisini alacağım, söz.” dedim. Biraz şakalaştık. Daha sonra ayrıldık.
Ertesi
yıl yaz tatiline geldiğimde Fidan Ablanın öldüğünü öğrendim. Sanki ailemizden
biri ölmüş gibi üzüldüm. Ona bir
elbiselik alamadığım için de kahroldum. Biliyordum, Fidan Ablanın ihtiyacı
yoktu. Keşke ona bir elbiselik alabilseydim. Onun çok mutlu olacağına emindim.
O inanılmaz derecede hoşgörü sahibi olan Fidan Ablanın ölümünden sonra,
pencereden veya balkondan her baktığımda Hüseyin Emmi ile Fındık Ablayı aynı
yolun kenarında otururlarken görürdüm. Ancak Fidan Ablanın yokluğunu hep
hissederdim. Yerinde rahat uyu iyi insan. Mekânın cennet olsun.
Hayat
devam ediyordu. Ölenle ölünmüyor, ahrete birlikte gidilmiyordu. Çalışmak
gerekiyordu. Dünyanın düzeni buydu. Herkes çalışıyordu. Herkes bir işle
uğraşıyordu. Ama Hüseyin Emminin hiç iş yaptığını görmedim. Evin bütün işlerini
eşi Fındık abla yapardı. Ya da bana öyle gelirdi. Çünkü benim her gördüğümde
rahmetli Fındık abla bir işlerle uğraşırdı. Elinde çalı süpürge ya evinin önünü
süpürür, ya inekleri otlatır, ya eşekle bağa-bahçeye gider ya da ev işleri ile
uğraşırdı. İşin özü Fındık abla da rahmetli anam gibi durmadan çalışırdı. Hiç
unutmam; bir gün ben Kirkot’tan, yani bahçelerden geliyordum. Fındık Abla da
elektrik santralinin ön tarafındaki köprünün alt yanında akan Kirkot deresinde,
elinde tokaç, yalnız başına çul yıkıyordu. Fındık Abla’ya ”Kolay gelsin” dedim.
O da;”Sağ ol Ahmet’im.”diye cevap verdi. Bir ilahi gücün tesiriyle yoluma devam
etmedim. Fındık Abla’nın çul yıkamasını seyretmeye başladım. İşte o anda dereden
akan su çoğaldı. Fındık Abla ile birlikte çulu da götürmeye başladı. Fındık
Abla kurtulmaya çalıştıkça suyun gücüne dayanamıyordu. Bir taraftan da
“Ahmet’im kurtar” diye bağırmaya çalışıyordu. Çok çabuk bir davranışla kendimi
dereye attım. Bir sürü uğraştan sonra Fındık Abla’yı ve çulunu dışarı çıkardım.
Ben de, Fındık Abla da tepeden tırnağa ıslanmıştık. Önemli değildi. Fındık Abla
ve çulu kurtulmuştu ya...
O
hadiseden sonra Fındık Abla beni bir kat daha sever oldu. Aradan yıllar geçti.
Fındık Abla o olayı hiç unutmadı. Her karşılaştığımızda mutlaka bana bir ana
şefkatiyle sevgilerini sundu. Yapmış olduğum bir insanlık görevimin, onun
nazarında kahramanlık olarak değerlendirilmesi beni her zaman utandırmaya yetti.
Ahde vefanın en bariz örneğini Fındık Ablada gördüm. O Anadolu kadını olduğu
gibi yaşamayı beceren ender insanlardan biriydi. Biraz acele etti. Hüseyin
Emmiden önce öldü. Hüseyin Emmiyi erkek fıstık ağacının gölgesinde bastonu ile
birlikte yalnız bıraktı. Mekânın cennet
olsun. Dualarımız seninle Fındık Abla.
Önce
Fidan Abla, arkasından da Fındık Abla öldükten sonra Hüseyin Emmi hepten yalnız
kaldı. Gerçi çocukları, komşuları ve akrabaları oldukça fazlaydılar. Ama benim
gözümde Hüseyin Emmi hep yalnızdı. Elinde bastonu yalnız başına bir taşın
üzerine oturur ve ya Kirkot’a doğru bastonuna dayanarak ağır ağır yürürdü. Son
zamanlarda epeyce çökmüş olduğunu hissediyordum. Evlerinin önünden gelip
geçerken hatırını sorardım. Her defasında ;”iyiyim” derdi. Kendisi her ne kadar
“iyiyim” dese de; düşünceli, yorgun ve iyi olmadığı her halinden belliydi.
Çocukluğumun
geçtiği mahallemizde artık oturmadığım için, Hüseyin Emmiyi de çok az görmeye
başlamıştım. Bir gün hasta olduğu haberini aldım. Onu yoklamaya gittim. Bir
sedirde yatıyordu. Sanki eski Hüseyin Emmi gitmiş, yerine ufacık bir çocuk
konmuştu. Onu o halde görünce çok üzüldüm. Üzüntümü belli etmemeye çalışarak
yanına vardım, elini öptüm, hal ve hatırını sordum. Yine eskisi gibi,”iyiyim”
dedi. Benim vardığıma ve kendisini yokladığıma çok mutlu olduğu her halinden
belli oluyordu. Zoraki yerinden doğrulmaya çalıştı. Rahat etmesini söyledimse
de o doğrularak oturur vaziyete geldi.
“Maşallah
iyisin.” dedim.
Hiç
tereddüt etmeden:
“İyiyim,
iyiyim” diyerek başını salladı.
Kızı
Hanife:
“Hep
seni soruyordu.” dedi.
Çok
duygulandım. Demek ki gönülden gönle yol gidiyor da kimse bunun farkında değil.
Ya da insanlar düşkün hallerinde dostlarını daha çok yanlarında görmek
istiyorlar da anlayan olmuyor.
Hüseyin
Emmiye hissettirmeden çocuklarından hastalığının “ölümcül” olduğunu öğrendim.
Gerçekten de yüzünde ölümün izleri görülmeye başlamıştı. Arada bir dalıyor,
sonra tekrar ayıkıyordu.
Sıradan
bir soru olarak:
“Hüseyin
Emmi kaç yaşlarında?” diye sordum.
Oğlu
Dursun:
“Yüz
yaşından fazla.” dedi.
İnanamadım.
Yüz yaşının üzerinde olduğunu hiç düşünmemiştim.
“Çocukluğu
nerede geçmiş. “diye sordum.
Oğlu
Dursun;
“Çok
küçükken Erzincan’dan buraya kaçmışlar” dedi.
Beynimde
şimşekler çakmaya başladı. İçimin titrediğini hissettim. Gayri ihtiyarı Hüseyin Emmiye baktım. Gözleri
açıktı. İlk defa gözleri gözlerime denk geldi. Yanına yaklaştım.
“Buradaki
Ermenileri tanır mıydın Hüseyin Emmi?” diye sordum.
Kaşlarını
çattı. Hafif bir sesle:
“Babamı
öldürdüler!” dedi.
Ne
diyeceğimi şaşırdım. Erzincan’dan niye geldiniz?” dedim;
“Ermeniler yüzünden” dedi.
İçime
bir ateş düştü. Göz çukurlarıma bir mahcupluk çöktü. Yanaklarımın kızardığını
ve utandığımı hissettim. Karşımdaki bu yaşlı adam bir şehit oğluydu. Yıllardır
Türk-Ermeni ilişkileri üzerine birçok insanla konuşmuştum. Bu konuda birçok
kitap okumuştum. Ancak en yakınımdaki Hüseyin Emmi ile bu meseleyi hiç
konuşmamıştım. Daha doğrusu ben onun
Ermeniler tarafından katledilen bir babanın evladı olduğunu bilmiyordum. En
yakın komşumun geçmişi hakkında bir fikre sahip değildim. Kim bilir
Saimbeyli’de Hüseyin Emmi gibi adı duyulmamış kaç şehit evladı vardır?
Hüseyin Emminin ölmemesi, iyi
olması için dualar ettim. Onun yaşamasını her zamankinden daha çok istemeye başladım.
Onunla o günleri konuşmak istiyordum. Çünkü o artık benim gözümde Hüseyin Emmi
ya da mahallede konuşulduğu gibi “Garadayı “ olmaktan çıkmıştı. O bir canlı
şahitti. Onda ne sırlar gizliydi.
Ancak benim dediğim olmadı. Kısa
bir süre sonra Hüseyin Emmiyi kaybettik. Herkes üzüldü. Ben tarihe ait canlı
bir şahidi kaybettiğim için herkesten fazla üzüldüm. Hele Ermenileri sorduğumda;”Babamı
öldürdüler!”sözü beynime bir balyoz gibi defalarca indi indi kalktı. O günden
sora Hüseyin Emminin geçmişini araştırmaya başladım. Kime sorduysam
Erzincan’dan geldiklerini biliyordu. Ancak neden geldikleri, ne zaman
geldikleri hakkında pek bilgiye sahip değillerdi. Bir gün Efendi Koçoğlu
bana;””Ruslarla Ermeniler köylerini işgal etmişler onlar da bu tarafa doğru
kaçmışlar.” dedi. Bu söz beni tekrar araştırmaya yöneltti. Altan
DELİORMAN’ın “TÜRKLERE KARŞI ERMENİ
KOMİTECİLERİ” adlı kitabını okuyordum. Baştan sona ibret vesikaları ile dolu
olan bu kitabın 195’inci sayfasına geldiğimde gözlerimin önüne hep Hüseyin Emmi
geldi. Bir de Hacınlı Hamparsum Boyacıyan. Diğer adı ile Şeyh Murat.
1916 yılında Ruslar önce
Erzurum’u daha sonra Erzincan’ı işkâl ederler. Bunlara Ermeni komitecileri de
karışarak Ermeni ve Rus olmayan yöre halkına karşı kıyım hareketi başlatırlar.
Katlettikleri insanların yaşına ve cinsiyetine bakmadan bütün savaş kurallarını
çiğneyerek katliama dönüştürürler. Ne garip tecellidir ki bu katliam
organizesinin içerisinde Hacınlı Hamparsum Boyacıyan da vardır. Osmanlı’da
milletvekilliği de yapan bu şahıs Müslüman Türk insanını yok etmek, bölüp
parçalayabilmek için kendisine Şeyh Murat lakabını takar. Erzincan, Erzurum ve
dolaylarında Kürtleri Türklere karşı kışkırtmak ve birbirine düşman etmeye
yönelik çalışmalar yapar. Bu çalışmaları yaparken İslâm’ı kendisine kalkan
yapmayı ve kendisini Müslüman bir insan gibi göstermeyi dener. Kürtlerin bu
oyuna gelmemesi üzerine de o yöredeki bütün Müslüman köylerini yerle bir
ederler. Çoluk-çocuk, genç-ihtiyar, kadın erkek demeden katliam hareketine
girişirler. Bu katliamdan Hüseyin Emminin doğduğu şimdiki Erzincan ili Refahiye
ilçesi Tepe köyü de nasibini alır.
Hüseyin Emminin babası Aziz Ağa çoluğunu-çocuğunu alarak daha içerilere
Türklerin yoğunlukta olduğu yörelere doğru kaçarlar. Varını yoğunu memleketinde
bırakan Aziz Ağa Hacın dolaylarında Çoban Aziz olmaya razı olur. Yalnız o mu?
Onun gibi yüz binlerce insan yerini yurdunu terk eder. Terk edemeyenler Türk
askerleri gelene kadar canı ve ırzı ile diyetini öderler. Seksen bin nüfuslu
Erzurum vilayetinde sadece üç bin Türk insanın kalmış olması zulmün boyutlarını
anlatmaya yeter de artar bile.
İşte bizim Hüseyin emmi bu
yerlerde doğmuş. Bu yerlerde henüz bir çocukken vahşetle tanışmış. Can
korkusuna bu yerlerde kapılmış. Kim bilir kaç yakınını yanında bu yerlerde
katletmişlerdir. Eğer öyle olmasaydı insan vatan bildiği toprakları kolay kolay
terk eder miydi? Evini-ocağını, yerini-yurdunu, hısım-akrabasını ve varını
yoğunu bırakır, yayanyapıldak yollara düşer miydi?
Aziz Ağa Hacın dolaylarına
geldiğinde hiçbir şeyi yoktu. Köylüler onlara kucak açtılar. Bir gün aynı dramı
yaşayacaklarını bilmişler gibi Aziz Ağa’yı bağırlarına bastılar. Aziz ağa
gariban insandı. Güvenilir biri olduğu her halinden belliydi. Olgun düşünmeyi,
alttan almayı yaşayarak öğrenmişti. Bu tavır Hacın Türklerinin hoşuna gitti.
Onu sığır çobanı yaptılar. Sığır çobanı deyip de geçmeyin. Geçimini
hayvancılıkla sağlayan bir insanın malı her şeyidir. Malını gözünden esirger.
Kimselere emanet etmez. “Mal canın yongasıdır” anlayışı bütün beyinlere
kazınmıştır. O kıymetli varlık ancak Aziz ağa gibi güven veren insana emanet
edilir. O da gözü gibi korur, emanete ihanet etmezdi. Öylede oldu.
Aziz ağa sığırları herkesten iyi
otlatmayı başardı. Nerelerde güzel ot varsa erinmeden, sabırla oralara
sığırları götürdü. Oğlu Hüseyin’i yanından hiç ayırmadı. Ta ki 1920 yılının
yazına kadar. O yaz çetin gelmişti. Tıpkı Erzincan Ermenilerinin Ruslara
kandıkları gibi, Hacın Ermenileri de Fransızlara güvenmişler yıllardır beraber
yaşadıkları Türklere karşı terör estirmeye başlamışlardı. Bağımsız bir Kilikya
hayaline kapılmışlar, Hacın Türklerine karşı soykırım uygulamaya başlamışlardı.
Kimleri katletmemişler, hangi bebeği kaynar kazanlara atmamışlardı ki? Dağ
başında sığır çobanlığı yapsa da Aziz ağa bunları duyuyor, Erzincan’da yaşadığı
tecrübeyle de kara günlerin çok yakında olduğunu hissediyordu.
Uzaktan bir toz yığını gördü.
Kulağına gürültüler gelmeye başladı. Çoban köpeği sağa-sola saldırdı. Sığırlar
huysuzlaştı. Sanki büvelek tutmuş gibi ağaç altlarına kaçıştılar. Çoban Aziz değneğine sıkıca sarıldı. Biraz
uzakta duran oğlu Hüseyin’i yanına çağırdı. Elinden sıkıca tuttu. Tepeye doğru
koşmaya başladılar. Tepenin başına nefes nefese tırmandılar. Bir taşın
duldasına saklanıp toz bulutunun yükseldiği yana doğru baktılar. Bir sürü atlı
geliyordu. Bağıra çağıra onlara doğru yaklaşıyordu. Hepsi silahlıydı. Aziz ağa
Erzincan’ı hatırladı. Köylerine de böyle gelmişler, taş üstünde baş
bırakmamışlardı. Korktu oğlu Hüseyin’in elinden iyice tuttu.
“Haydi, görünmeden kaçalım” dedi.
İki adım attılar, Aziz ağa mıh gibi yerinde çakılı kaldı.
“Sığırlar ne olacak? “diye düşündü.
Hüseyin’in elini bırakıverdi.
“Sen kaç oğlum, bunlar Ermeni, ne
yapacakları belli olmaz” dedi.
Hüseyin boynunu büktü. Babasına
yaklaştı.
“Birlikte gidelim.” dedi.
Aziz Ağa dik bir sesle:
”Sığırlar ne olacak ?”dedi.
Öğle ya “sığırlar ne olacaktı.” Herkes ona güvenmiş sığırını teslim etmişti.
O güveni sarsmak olmazdı. Emanete ihanet edilmezdi. Bunu Hüseyin de biliyordu.
Ama şansını denemişti. Belki de babası can korkusuyla eski töreyi bozabilir-
di. Olmadı.
Aziz ağa tekrar Hüseyin’e:
“Sen kaç, ben onları idare
ederim. Yarın eve gelirim.” dedi.
Son bir umutla Hüseyin babasının
gözlerine baktı. Aziz Ağa’da kaçacak bir göz yoktu. Hüseyin umudunu kesti.
Sessizce çalılıkların arasına karışıverdi. O zamana kadar da atlılar
yaklaşmıştı. Aziz Ağa abdestini bozmuş bir görüntü vererek çalılıkların
arasından çıktı. Şalvarını düzeltir gibi etti. Onlara,
“Nereden geliyorsunuz ağalar?”
dedi. Gelenler öfkeliydi.
“Kimin bu sığırlar?” diye bağırdı
içlerinden biri. Aziz Ağa alttan almaya çalıştı.
“Buyurun ağalar bir emriniz mi
var?” diye yumuşak bir sesle sordu. Ancak karşıdakiler burunlarından
soluyorlardı. Aziz ağanın sözlerine aldırış bile etmiyorlardı. Sağa sola
atlarını koşturarak bir inek tuttular. Şöyle bir baktılar,”bu yaşlı” dedi
içlerinden biri. Onu bıraktılar. İneklerin üzerine doğru tekrar atlarını
koşturdular. Bu defa kısır bir inek tuttular. Taze otlarla beslenmiş bakımlı
bir inekti. Hepsi birden beğendiklerini söylediler. İneği ve Aziz Ağa’yı alarak
şimdiki Yeniköy Köyü yakınlarında bir dağa götürdüler. Dağda büyük bir mağara
vardı. Güvenli bir yerdi. Mağarada konaklamaya karar verdiler.
Aziz Ağa’ya silahlarını
çevirdiler. İneği kesmesini söylediler. O bu işe yanaşmak istemedi. Tüfeğin
dipçiği ile dövdüler. Ağzı burnu kanadı. Kısır ineği yere yatırdılar. Bıçağı
Aziz Ağa’nın eline tutuşturdular. Silahı başına dayadılar. Aziz Ağa istemeye
istemeye ineği kesti. Derisini yüzdü. Etini parçalara ayırdı. Diğerleri büyükçe
bir ateş yaktılar. Sanki” Ey Türkler biz buradayız, size meydan okuyoruz.”
dercesine ateşin alevini yükselttiler. Kısır ineğin etini közde kebap edip
haydutlar gibi yediler. Onlar kebabı doyasıya yerlerken kafasına silah dayanmış
vaziyette Aziz ağa kısır ineğin derisinden, nöbetçi nezaretinde sabaha kadar
uyumadan onlara çarık dikti. Sabah gün ağarmaya başladı. Uyuyanlar uyandı.
Yolculuk için hazırlıklar başladı. Her biri sabah sporu yapar gibi Aziz Ağa’ya
vurmaya başladılar. Önce yumruk, tekme, tokat derken odunlarla vurdular.
Vurdular! Vurdular! Vurdular! Kıpırdar hali kalmadı. Bağırmak istediyse de sesi
çıkmadı. Yalvarmak istedi. Duymadılar. Bir müddet sonra dayanamaz oldu. Yüzükoyun
yere yığıldı. Kinleri bitmemişti. Üstüne çıkıp tepelediler. Artık nefes
almıyordu. Ama onlar bunun farkında bile değillerdi. Egolarını tatmin ediyor,
kinlerini kusuyorlardı. Vücudunu bıçaklarla parçaladılar. Öldüğünden tam emin
olmak için üzerine bir şarjör boşalttılar. Ertesi gün cesedi bulunduğunda
tanınacak gibi değildi.
İşte benim komşum Hüseyin Emmi’nin
babası Aziz Ağa böyle katledilmişti. Yıllardır bir değneğe çenesini dayaması,
belli bir noktaya saatlerce bakması boşa değildi. Kim bilir neler düşünüyordu
Hüseyin emmi? Hangi katliam gözlerinin önünden gitmiyordu? Bir garip çobanı
acımasızca katledenlerin çıkıp da soykırımdan bahsetmeleri ne kadar anlamsız…
Seksen yıl bu işin edebiyatını yapmadan bir değneğe
çeneni dayayıp, gözlerini toprağa dikerek neler düşündün bilmiyorum ama ”Ermenileri tanır mısın?” diye
sorduğumda; “Babamı öldürdüler!”
derken uzun yıllar hafızamdan silinmeyecek bir iz bıraktın. Korkak dedelerinin
kahramanlık hikâyelerini anlatmayı marifet sayanlara nispet, Hüseyin Emmi’yi
daha çok seviyorum
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder