17 Nisan 2013 Çarşamba

ZABIT KÂTİBİ MEHMET


Ömer Erdal (solda oturan) 
Zabıtkatibi Mehmet (Ayakta)
ZABIT KÂTİBİ MEHMET
            “Kalk oğlum, kalk!” dedi Hasan Çavuş, oğlu Hilmi’ye. Hilmi gözlerini ovalayarak uyandı.
            “Ne var baba ya?”
            “Kalk, dedi. Kalk! Yatacak zaman değil.”
            Uyku sersemi Hilmi ne için uyandırıldığını bilemedi. Ama itiraz da etmedi. Kalkar kalkmaz doğru ayakyoluna gitti.
            Hasan Çavuş’un gözlerine uyku girmemişti sabaha kadar. Karsavuran Köyü’nde kötü dedikodular dolaşıyordu. Herkes “Hacın; ha karıştı, ha karışacak.”diyordu. Nasıl uyku tutsun Hasan Çavuş’u. Oğlu Mehmet Hacın’da zabıt kâtibiydi. Demişti ona:
            “Hadi gidelim oğlum. Bu gâvurlar azmadan gidelim!”
            “Olmaz!” demişti bir kere Mehmet. “Olmaz, baba olmaz! Nasıl giderim. Ben zabıt kâtibiyim. Nasıl dedirttiririm “Zabıt kâtibi Mehmet kaçtı.”
            Daha Arabistan’dan geleli ne kadar olmuştu ki zaten? Arabistan çöllerinde yedek subay olarak askerliğini yapmıştı. Tahsilli adamdı. Tahsilli olduğu için de Zabıt Kâtibi olmuştu. Kazada herkes onu tanırdı. Şimdiye kadar Ermeni, Türk ayrımı yapmadan görevini yapmıştı. Herkes ona saygı duyardı. Ne yapacaklardı ki? Evet, doğru, Ermeniler biraz şımarmıştı. Taşkınlıkları vardı. Ama bu günler gelip geçiciydi.  Ermenilerin istediği de olmuştu. Kaymakam onlardandı. Hükümet konağında Fransız bayrağı asılıydı. Emniyet amiri, karakol komutanı, belediye başkanı… Hepsi onlardandı. Daha ne isteyeceklerdi.
Onun için de babasının sözünü dinlememişti. Köye gidip ne yapacaktı. Yeni evliydi. Evi, yeri yurdu ve bir görevi vardı. Karısı Ayşe, bugün, yarın hamile kalırdı. Köyde yaşamak kolay mıydı? Ayşe hiç köyde yaşamamıştı. Gerçi Ayşe’nin de bütün ailesi Hacın’dan kaçmışlardı ama olsun.
Ayşe’nin babasına Topal Yusuf derlerdi. Kardeşleri; Domuzcu Süleyman, Gidirik Hacı, Fatma ve Ayşe. Hacın’da bir Ayşe kalmıştı. Gerçi Ayşe arada bir:
“Mehmet, biz de gitsek mi?”diyordu ama Mehmet gitmeyi gururuna yediremiyordu. Bir o değil. Devlet memuru olan kimse Hacın’ı terk etmek istemiyordu. Belki de Osmanlı’dan gelen bir gelenekti. Devler memuru, devletine sahip çıkardı. Birazcık ortalık karıştı diye koca koca devlet memurları hemen kaçacak değildi. Onun için de Hacın’da görev yapan bütün memurlar görevlerinin başındaydı.
Hilmi odaya geri döndüğünde Hasan Çavuş olduğu yerde kestirmişti. Babasının uyukladığını gören Hilmi:
Madem sen uyuyacaksın, beni niye kaldırdın ki?”
Kuş uykusuna yatmıştı Hasan Çavuş. Hemen gözlerini açtı.
“Ne uyuması oğlum? Az içim geçmiş. Sabaha kadar gözlerime uyku girmedi. Sen çabuk hazırlan. Hacın’a gidiyorsun!”
“Ne Hacın’ı baba? Hacın da nereden çıktı?”
“Sorma oğlum. Akşam herkes konuştu. Hacın her an karışabilirmiş. Sen acele ata bin, doğru Hacın’a git. Abin Mehmet ve yengen Ayşe’ye söyle köye gelsinler.”
Hasan Çavuş, dili döndüğü kadar oğlu Hilmi’ye Hacın’daki tehlikeyi anlattı. Anlattıklarını da bir bir Mehmet’e anlatmasını tembihledi. Hilmi vakit kaybetmeden atına bindi ve doğru Hacın’ın yolunu tuttu. Hilmi Hacın’a geldiğinde öğle namazı çoktan olmuştu. Öğle yemekleri yenmiş, devlet memurları tekrar görevlerinin başına dönmüşlerdi. Hilmi hükümet konağına giderek abisi Mehmet’i buldu. Babasının dediklerini ona bir bir söyledi.
Mehmet de en az babası kadar endişeliydi. Bazı Ermenilerin git gide azdıklarının, Türklere karşı bir düşmanlık başlattıklarının farkındaydı. Her gün çeşitli olayları duyuyor, görüyor ve bizzat yaşıyordu. Ama o devletin bir memuruydu. Devletin memuru savaş anında da olsa devletine sahip çıkar görevini terk etmezdi. Kardeşine:
“Sen şimdi yoldan geldin yorgunsun. Eve git. Yengen sana bir yemek hazırlasın. Ben birazdan eve gelirim orada konuşuruz!” dedi. Mehmet Hilmi’yi eve yolladıktan sonra doğru Kadı Halil Efendi’nin yanına gitti. Babasının yolladığı haberi anlattı. Kadı Efendi’nin fikrini sordu:
Kadı Halil Efendi bu durumda kimseye bir şey diyecek durumda değildi. Mehmet’ten önce başka memurlar da gelmişler, o da hepsine:
“Size, gidin veya gitmeyin diyemem. Ama ben adalet makamında olan biriyim. Ne pahasına olursa olsun görev yerimi terk edemem!” dedi.
Mehmet kısa bir süreliğine izin aldıktan sonra eve gitti. Evde Ayşe Hilmi’ye yemek hazırlamış, Hilmi de yemeğini yiyordu. Mehmet içeri girip kapıyı kapattıktan sonra:
“Ayşe, istersen sen Hilmi ile Karsavuran’a git. Ben Hacın’ı terk edemem. Bütün memur arkadaşlarım buradayken benim gitmem olmaz, dedi. Eğer bu kötü günlerde gidecek olursam bir daha ömür boyu devlette görev alamam. Kimse bana güvenmez!”
Ayşe aynı kararlılıkla cevabını verdi:
“Bir kadının yanı erinin yanıdır. Sen neredeysen ben de oradayım!” dedi.
Hilmi:
“Bari yeğenim Ahmet’i götüreyim,” dedi.
Ahmet, Zabıt Kâtibi Mehmet ile Ayşe’nin tek çocuklarıydı. Daha yeni yeni yürümeye başlamıştı. Daha yeni yeni dillenmiş, yeni yeni, “Anne, baba!” demeye başlamıştı. Çocuklar her zaman tatlıydı. Ama o yaştaki çocuklar daha bir başka tatlı oluyorlardı.
Hilmi:
“Bari yeğenim Ahmet’i götüreyim,” deyince Ayşe’nin sanki yüreği yerinden söküldü. Yerde, emekleyerek oyunlar yapan Ahmet’i birden kucağına aldı.
“Olur mu? O daha küçük. Nereye götüreceksin?”dedi.
Hilmi ne kadar ısrar ettiyse, ısrarı sonuçsuz kaldı. Mehmet ile Ayşe ne kendiler Hacını terk etmeye razı oldular, ne de evlatlarını verdiler.
Hilmi eli boş olarak, tekrar Karsavuran Köyünün yolunu tuttu. Mehmet, kardeşi Hilmi’yi tekrar Karsavuran Köyüne yolcu ederken:
“Babama, anama, kardeşlerime selam söyle. Bizlere haklarını helal etsinler. Babam bana gönül koymasın. Ben böyle günlerde devletimi terk edemem.”dedi.
Hilmi ile Mehmet vedalaşıp ayrıldılar. Hacın karıştığında ilk işkenceye maruz kalıp öldürülenler arasında eşi Ayşe ile birlikte yerlerini aldılar. Oğulları Ahmet’in sabi haline bakmayan gözü dönmüş eşkıyalar onu da katlettiler.
Melek Hanım Hacın Ağıt’ın da onun için şunları söyledi:
“Zabıt Kâtibi Memmedi
Topuz ile dövüyorlar
Enfiyeci Hüseyin’i
Tellerinen boğuyorlar”

7.11.2010 günü Zabıt Kâtibi Mehmet’in kardeşi Hilmi Erdal’ın oğlu, Hulusi Erdal ve Zabıt Kâtibi Mehmet’in eşi, Ayşe’nin kız kardeşi Fatma’nın oğlu Bankacı Ahmet Erdal ile görüştüm. Her ikisi de aynı olayı anlattılar. Anlatmakla kalmadılar, doksan yıldır kutsal bir emanet gibi sakladıkları Zabıt Kâtibi Mehmet’in Osmanlı Devleti’nde Yedek Subay olarak askerlik yaptığı dönemde Arabistan’da,  amcaoğlu Molla Ömer ile birlikte çekilmiş olduğu bir fotoğrafı da verdiler.
Eminuşağı kabilesinden Hasan Çavuş’un oğlu Zabıt Kâtibi Mehmet Efendi devletine olan sadakatinin bedelini canı ile ödedi. Diğer taraftan, Topal Yusuf’un kızı Ayşe, eşine olan bağlılığını canı pahasına da olsa ispat etti.  Daha yeni emekleyen ve yeni dillenen oğlu Ahmet ile birlikte şehitler kervanında yerlerini aldılar.
Hasan Çavuş hayatı boyunca “Keşke sözümü dinleseydi.”diye dövündü durdu. Gerçi oğulları; Mustafa, Mahmut ve Hilmi, Mehmet’in yokluğunu hissettirmemek için ellerinden geleni yaptılar ama Hasan Çavuş, her zaman bir yerleri eksik yaşadı.
 Ama her şey bir kaderdi. Bir de görev sadakati. Mehmet için görev yerini terk etmek “Vatana ihanetti.” Ha sınırda düşmanla savaşırken görev yerini terk etmişsin, ha düşman ülkeni işgal ettiğinde… Onuruyla vatan görevini yapan bu insanlar silahsız olarak düşman tarafından katledildiler. Bunun adı olsa olsa “Soykırımdı” ama maalesef bizim soyumuz yok edilirken, biz onların acılarını bile doyasıya yaşayamadık.
Aradan geçen doksan yıl sonra geriye baktığımda, Hacın şehrinin her yerinde şehitlerin kanlarının olduğunu düşünüyorum. Bu Yanık şehir baştan aşağıya mübarek toprak ilan edilmelidir. Bu şehirde her yaştan insan katledilmiştir. Hem de en acımasız bir şekilde…
Allah mekânlarını cennet etsin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder