Ömer Erdal (solda oturan)
Zabıtkatibi Mehmet (Ayakta)
|
ZABIT KÂTİBİ MEHMET
“Kalk oğlum, kalk!” dedi Hasan Çavuş,
oğlu Hilmi’ye. Hilmi gözlerini ovalayarak uyandı.
“Ne var baba ya?”
“Kalk, dedi. Kalk! Yatacak zaman değil.”
Uyku sersemi Hilmi ne için uyandırıldığını bilemedi. Ama
itiraz da etmedi. Kalkar kalkmaz doğru ayakyoluna gitti.
Hasan Çavuş’un gözlerine uyku girmemişti sabaha kadar.
Karsavuran Köyü’nde kötü dedikodular dolaşıyordu. Herkes “Hacın; ha karıştı, ha
karışacak.”diyordu. Nasıl uyku tutsun Hasan Çavuş’u. Oğlu Mehmet Hacın’da zabıt
kâtibiydi. Demişti ona:
“Hadi gidelim oğlum. Bu gâvurlar azmadan gidelim!”
“Olmaz!” demişti bir kere Mehmet. “Olmaz, baba olmaz!
Nasıl giderim. Ben zabıt kâtibiyim. Nasıl dedirttiririm “Zabıt kâtibi Mehmet
kaçtı.”
Daha Arabistan’dan geleli ne kadar olmuştu ki zaten?
Arabistan çöllerinde yedek subay olarak askerliğini yapmıştı. Tahsilli adamdı.
Tahsilli olduğu için de Zabıt Kâtibi olmuştu. Kazada herkes onu tanırdı.
Şimdiye kadar Ermeni, Türk ayrımı yapmadan görevini yapmıştı. Herkes ona saygı
duyardı. Ne yapacaklardı ki? Evet, doğru, Ermeniler biraz şımarmıştı.
Taşkınlıkları vardı. Ama bu günler gelip geçiciydi. Ermenilerin istediği de olmuştu. Kaymakam
onlardandı. Hükümet konağında Fransız bayrağı asılıydı. Emniyet amiri, karakol
komutanı, belediye başkanı… Hepsi onlardandı. Daha ne isteyeceklerdi.
Onun
için de babasının sözünü dinlememişti. Köye gidip ne yapacaktı. Yeni evliydi.
Evi, yeri yurdu ve bir görevi vardı. Karısı Ayşe, bugün, yarın hamile kalırdı.
Köyde yaşamak kolay mıydı? Ayşe hiç köyde yaşamamıştı. Gerçi Ayşe’nin de bütün
ailesi Hacın’dan kaçmışlardı ama olsun.
Ayşe’nin
babasına Topal Yusuf derlerdi. Kardeşleri; Domuzcu Süleyman, Gidirik Hacı, Fatma
ve Ayşe. Hacın’da bir Ayşe kalmıştı. Gerçi Ayşe arada bir:
“Mehmet,
biz de gitsek mi?”diyordu ama Mehmet gitmeyi gururuna yediremiyordu. Bir o
değil. Devlet memuru olan kimse Hacın’ı terk etmek istemiyordu. Belki de
Osmanlı’dan gelen bir gelenekti. Devler memuru, devletine sahip çıkardı.
Birazcık ortalık karıştı diye koca koca devlet memurları hemen kaçacak değildi.
Onun için de Hacın’da görev yapan bütün memurlar görevlerinin başındaydı.
Hilmi
odaya geri döndüğünde Hasan Çavuş olduğu yerde kestirmişti. Babasının
uyukladığını gören Hilmi:
Madem
sen uyuyacaksın, beni niye kaldırdın ki?”
Kuş
uykusuna yatmıştı Hasan Çavuş. Hemen gözlerini açtı.
“Ne
uyuması oğlum? Az içim geçmiş. Sabaha kadar gözlerime uyku girmedi. Sen çabuk
hazırlan. Hacın’a gidiyorsun!”
“Ne
Hacın’ı baba? Hacın da nereden çıktı?”
“Sorma
oğlum. Akşam herkes konuştu. Hacın her an karışabilirmiş. Sen acele ata bin,
doğru Hacın’a git. Abin Mehmet ve yengen Ayşe’ye söyle köye gelsinler.”
Hasan
Çavuş, dili döndüğü kadar oğlu Hilmi’ye Hacın’daki tehlikeyi anlattı.
Anlattıklarını da bir bir Mehmet’e anlatmasını tembihledi. Hilmi vakit
kaybetmeden atına bindi ve doğru Hacın’ın yolunu tuttu. Hilmi Hacın’a
geldiğinde öğle namazı çoktan olmuştu. Öğle yemekleri yenmiş, devlet memurları
tekrar görevlerinin başına dönmüşlerdi. Hilmi hükümet konağına giderek abisi
Mehmet’i buldu. Babasının dediklerini ona bir bir söyledi.
Mehmet
de en az babası kadar endişeliydi. Bazı Ermenilerin git gide azdıklarının,
Türklere karşı bir düşmanlık başlattıklarının farkındaydı. Her gün çeşitli
olayları duyuyor, görüyor ve bizzat yaşıyordu. Ama o devletin bir memuruydu.
Devletin memuru savaş anında da olsa devletine sahip çıkar görevini terk
etmezdi. Kardeşine:
“Sen
şimdi yoldan geldin yorgunsun. Eve git. Yengen sana bir yemek hazırlasın. Ben
birazdan eve gelirim orada konuşuruz!” dedi. Mehmet Hilmi’yi eve yolladıktan
sonra doğru Kadı Halil Efendi’nin yanına gitti. Babasının yolladığı haberi
anlattı. Kadı Efendi’nin fikrini sordu:
Kadı
Halil Efendi bu durumda kimseye bir şey diyecek durumda değildi. Mehmet’ten
önce başka memurlar da gelmişler, o da hepsine:
“Size,
gidin veya gitmeyin diyemem. Ama ben adalet makamında olan biriyim. Ne pahasına
olursa olsun görev yerimi terk edemem!” dedi.
Mehmet
kısa bir süreliğine izin aldıktan sonra eve gitti. Evde Ayşe Hilmi’ye yemek
hazırlamış, Hilmi de yemeğini yiyordu. Mehmet içeri girip kapıyı kapattıktan
sonra:
“Ayşe,
istersen sen Hilmi ile Karsavuran’a git. Ben Hacın’ı terk edemem. Bütün memur
arkadaşlarım buradayken benim gitmem olmaz, dedi. Eğer bu kötü günlerde gidecek
olursam bir daha ömür boyu devlette görev alamam. Kimse bana güvenmez!”
Ayşe
aynı kararlılıkla cevabını verdi:
“Bir
kadının yanı erinin yanıdır. Sen neredeysen ben de oradayım!” dedi.
Hilmi:
“Bari
yeğenim Ahmet’i götüreyim,” dedi.
Ahmet,
Zabıt Kâtibi Mehmet ile Ayşe’nin tek çocuklarıydı. Daha yeni yeni yürümeye
başlamıştı. Daha yeni yeni dillenmiş, yeni yeni, “Anne, baba!” demeye
başlamıştı. Çocuklar her zaman tatlıydı. Ama o yaştaki çocuklar daha bir başka
tatlı oluyorlardı.
Hilmi:
“Bari
yeğenim Ahmet’i götüreyim,” deyince Ayşe’nin sanki yüreği yerinden söküldü.
Yerde, emekleyerek oyunlar yapan Ahmet’i birden kucağına aldı.
“Olur
mu? O daha küçük. Nereye götüreceksin?”dedi.
Hilmi
ne kadar ısrar ettiyse, ısrarı sonuçsuz kaldı. Mehmet ile Ayşe ne kendiler
Hacını terk etmeye razı oldular, ne de evlatlarını verdiler.
Hilmi
eli boş olarak, tekrar Karsavuran Köyünün yolunu tuttu. Mehmet, kardeşi
Hilmi’yi tekrar Karsavuran Köyüne yolcu ederken:
“Babama,
anama, kardeşlerime selam söyle. Bizlere haklarını helal etsinler. Babam bana
gönül koymasın. Ben böyle günlerde devletimi terk edemem.”dedi.
Hilmi
ile Mehmet vedalaşıp ayrıldılar. Hacın karıştığında ilk işkenceye maruz kalıp
öldürülenler arasında eşi Ayşe ile birlikte yerlerini aldılar. Oğulları
Ahmet’in sabi haline bakmayan gözü dönmüş eşkıyalar onu da katlettiler.
Melek
Hanım Hacın Ağıt’ın da onun için şunları söyledi:
“Zabıt
Kâtibi Memmedi
Topuz ile dövüyorlar
Enfiyeci Hüseyin’i
Tellerinen boğuyorlar”
7.11.2010 günü Zabıt
Kâtibi Mehmet’in kardeşi Hilmi Erdal’ın oğlu, Hulusi Erdal ve Zabıt Kâtibi
Mehmet’in eşi, Ayşe’nin kız kardeşi Fatma’nın oğlu Bankacı Ahmet Erdal ile
görüştüm. Her ikisi de aynı olayı anlattılar. Anlatmakla kalmadılar, doksan
yıldır kutsal bir emanet gibi sakladıkları Zabıt Kâtibi Mehmet’in Osmanlı
Devleti’nde Yedek Subay olarak askerlik yaptığı dönemde Arabistan’da, amcaoğlu Molla Ömer ile birlikte çekilmiş
olduğu bir fotoğrafı da verdiler.
Eminuşağı
kabilesinden Hasan Çavuş’un oğlu Zabıt Kâtibi Mehmet Efendi devletine olan
sadakatinin bedelini canı ile ödedi. Diğer taraftan, Topal Yusuf’un kızı Ayşe,
eşine olan bağlılığını canı pahasına da olsa ispat etti. Daha yeni emekleyen ve yeni dillenen oğlu Ahmet
ile birlikte şehitler kervanında yerlerini aldılar.
Hasan Çavuş hayatı
boyunca “Keşke sözümü dinleseydi.”diye dövündü durdu. Gerçi oğulları; Mustafa,
Mahmut ve Hilmi, Mehmet’in yokluğunu hissettirmemek için ellerinden geleni
yaptılar ama Hasan Çavuş, her zaman bir yerleri eksik yaşadı.
Ama her şey bir kaderdi. Bir de görev
sadakati. Mehmet için görev yerini terk etmek “Vatana ihanetti.” Ha sınırda
düşmanla savaşırken görev yerini terk etmişsin, ha düşman ülkeni işgal
ettiğinde… Onuruyla vatan görevini yapan bu insanlar silahsız olarak düşman
tarafından katledildiler. Bunun adı olsa olsa “Soykırımdı” ama maalesef bizim
soyumuz yok edilirken, biz onların acılarını bile doyasıya yaşayamadık.
Aradan geçen doksan
yıl sonra geriye baktığımda, Hacın şehrinin her yerinde şehitlerin kanlarının
olduğunu düşünüyorum. Bu Yanık şehir baştan aşağıya mübarek toprak ilan
edilmelidir. Bu şehirde her yaştan insan katledilmiştir. Hem de en acımasız bir
şekilde…
Allah mekânlarını
cennet etsin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder