KÖR ALİ
Hava soğuktu. Mart hiç böyle
gelmemişti Hacın’a... Oluklar buz tutmuş, kar bir metrenin üzerindeydi. Kuru
bir ayaz yalıyordu yamaçları. Saçaklardan uzanan buzlar, damla, yer arası
evlerin merteği gibi duruyordu. Çataloluk'dan seyrettiğinde ayaklarının altında
kalan Hacın; hiç bu kadar beyaz, hiç bu kadar soğuk, hiç bu kadar korkunç
olmamıştı. Komşudan komşuya geçmek, ahıra inip hayvanları yemlemek veya
Çataloluk’tan bir kova su getirip içmek bile zordu. Ama Muhtar Ali,
hayvanlarını yemlemek, komşularını gezmek, hele son günlerde “şirneyen”
Ermenilere karşı Türklere cesaret vermek zorundaydı.
O gece hiç uyuyamadı Muhtar Ali.
Köpekler sabahlara kadar havladı. Evinin altında bulunan ahırda hayvanlar
sabaha kadar tepindiler. Saçaklardan sarkan buzlar kendi ağırlıklarını
taşıyamaz oldular. Birer birer aşağıya düştüler. Ya da öyle geldi Muhtar
Ali’ye. Yer yatağında bir sağa, bir sola döndü. Uyku bir türlü girmedi
gözlerine. Köşe başında duran ocaklığın içindeki meşe közleri olmasa evin içi
zifiri karanlık olacaktı. Gözleri odanın ortasında yükselen direğe takıldı.
Ardıç ağacından olan bu direğin bir anda kırıldığını düşündü. Gayri ihtiyari
titredi. “Evin orta direği çökerse her şey biter.“ diye geçirdi içinden. Kötü
kötü şeyler düşünmeye başladı. Düşünmemek için bildiği bütün duaları okudu.
Gözlerini yummaya çalıştı. Olmadı. Gözleri bir türlü kapanmak istemiyordu.
Muhtar Ali’nin inadına, gözleri evi inceliyordu. Yanında yatan karısı
Sadiye’yi, biraz ileride kim bilir kaçıncı rüyayı gören oğlu Halil, kızları
Nadire ve diğerini doya-sıya seyretti.
Eşi Sadiye bir ara uyandı.
“Bey ne oluyor?”diye ordu.
“Uyku tutmadı hanım.”dedi Muhtar Ali. Sadiye Hanım
üstelemedi. Tekrar derin uykuya daldı.
Muhtar Ali sabah ezanından önce yatağından kalktı.
Abdestini aldı pencerenin dibine oturdu. Bir müddet sonra ezan okunmaya başladı.
Sessizce dışarı çıktı. Camiye doğru yöneldi. Biraz ilerisinde bir insanın hızlı
hızlı gittiğini gördü. Sesini duyurmak için güçlü bir şekilde öksürdü. Önde
giden insan durakladı.
“Kim o” diye seslendi.
Muhtar Ali sesi
tanımakta gecikmedi.
“Benim Hüseyin Ağa.”
Önde giden
Enfiyeci Hüseyin’di.
Enfiyeci Hüseyin aynı çabuklukla;
“Sen misin Muhtar? Beni korkuttun”
Buluştular. Hoşbeşten sonra hızlı adımlarla camiye
doğru yürümeye başladılar. Yerler buz tutmuştu. Bir ara Muhtar Ali’nin ayağı
kaydı. Enfiyeci Hüseyin kolundan yakaladı. Düşmesine engel oldu.
“Gidiyordun Muhtar”
“Hiç sorma, nerdeyse yıldızları sayacaktık.” diye
cevap verdi.
Birbirlerine tutunarak camiye kadar gittiler. Evi
yakın olanlar daha önce gelmişlerdi. İmam Kuran-ı Kerimi okuyordu. Okunan
Kuran-ı Kerim’i dinlediler. Bir müddet sonra cami tıklım tıklım doldu. Kimler
yoktu ki camide. Hacın da yaşayan Türklerin ileri gelenleri hep oradaydı.
Birlikte sabah namazını kıldılar. Namazdan sonra, caminin altında mektep diye
kullanılan bölüme geçtiler.
Herkes hüzünlü ve umutsuzdu. Birbirlerinin gözlerine
bakmamak için kimi tavana bakmayı, kimisi yere bakmayı tercih etti.
Kaytancılardan Hüseyin Hoca;
“Arkadaşlar” diye söze başladı. Herkes Hüseyin Hocaya
baktı. O devam etti:
“Bilirim hepiniz benim bildiklerimi bilirsiniz. Benim
gördüklerimi görür, benim duyduklarımı duyarsınız. O yüzdende gözleriniz ya
tavana, ya yere dikilir. İçinizde fırtınalar kopar. Ama ağzınızı bıçak açmaz.
Geceleri sabahlara kadar uyumadığınızı bilirim. Osmanlı Devletinin üzerinde
dolaşan karabulutların bizim buralara kadar geldiğini sizin kadar ben de
bilirim. Arkadaşlarım! Gün korkup, susma günü değildir. Gün oturup düşünme
günüdür. Gün birlik olma günüdür. Gün düşmanı tanıma, tedbirini alma günüdür.
Bilirsiniz, bugünlerde Fransızların kışkırtması ile
yıllardır beraber yaşadığımız Ermeni komşularımız bizlere düşman oldular.
Çocukları çeteler kurup insanlarımızı taciz etmeye başladılar. Kadınlarımıza,
kızlarımıza laf atıp namusumuzla oynamaya başladılar. Devletimizin zayıf bir
yerini bulup, dost bildiğimiz azınlıklar bizleri küçük görmeye başladılar.
Sebepsiz yere karakollara çağırıp suçsuz insanlara işkence etmeye başladılar.
Köylerden pazara gelen köylülerimizi çeşitli bahanelerle tutuklamaya, satmak için
getirdikleri hayvanlarına el koymaya başladılar. Bu gidişin iyi olmadığını
benim kadar sizler de görürsünüz. Sakın birbirinizden ayrılmayın. Birliğinizi
bozmayın. Aranıza fitne sokmak isteyebilirler. Sizi birbirinize düşürmek
isteyebilirler. Sakın ha dedikodulara kapılıp birbirinizi incitmeyin.
Arkadaşlarım, bugünlerde Ermeni çocukları çeteler
oluşturmaya, dağlarda silahlı eğitim yapmaya başladılar. Aldığımız bilgilere
göre Fransız askerleri buradaki Ermeni çocuklarına bol miktarda, barut, kurşun,
bomba ve silahlar vermişler. Korkarım ki bazılarımızın canını yakıp bizi
sindirmeye çalışacaklar. Akşamları evlerinizden ayrılmayın. Sık sık
komşularınızla haberleşin. Akşam ezanından sonra çocuklarınızı dışarı salmayın.
Gördüğünüz veya duyduğunuz bir haber olursa mutlaka birbirinize iletin. Sakın
ha tedbiri elden bırakmayın.
Arkadaşlarım! Bu günler karanlık günlerdir.
Unutmayınız ki uşaklar hiçbir zaman bey olamazlar. Belki başkalarının
kışkırtmaları ile kuduz köpek gibi bazılarını ısırabilirler. Sakın korkmayın.
Bu karanlık günler gelir geçer. Ben inanıyorum ki; ileride güzel bir güneş
doğar. Hepimiz tekrar mutlu, tekrar huzurlu oluruz.
Allah(c.c.) hepinizin yardımcısı olsun.” dedi.
Hiç kimse bir şey söylemedi. Hiç kimse konuşmadı.
Mektepten çıkıp, herkes evlerine dağıldı.
Muhtar Ali ile
Enfiyeci Hüseyin birlikte çıkıyorlardı. Hüseyin Hoca seslendi;
“Ağır git Muhtarım.”
Muhtar Ali ağırlaştı. Enfiyeci Hüseyin onu geçiyordu.
Hüseyin Hoca Enfiyeci Hüseyin’in kolundan tuttu.
“Acelen mi var Hüseyin?”
“Yok, hısım” diye cevap verdi Enfiyeci Hüseyin,
Hüseyin Hoca’ya:
“Gitmeyin de sizinle iki satır laf edelim.” dedi
Hüseyin Hoca.
Muhtar Ali ile Enfiyeci Hüseyin beklediler. Mektepte
kimse kalmadı. Bir köşeye oturdular.
“Bak yeğen” dedi Hüseyin Hoca Muhtar Ali’ye.
“Hısım sen de kulak ver sözlerime “dedi Enfiyeci
Hüseyin’e. İkisi de kulak kesildi. Hüseyin Hoca tane tane anlatmaya başladı;
“Zamanın birinde iki aşiret varmış. Bunlar önceleri
dost, sonraları birbirlerine düşman olmuşlar. Dost oldukları zamanlarda
birbirlerinden sırlarını esirgemezlermiş. Sırlarını esirgemedikleri için de her
ikisi de birbirinin zayıf taraflarını iyice öğrenmişler. Zaman gelmiş dostluğun
yerini düşmanlık almış. Başlamışlar savaşa. Her ikisi de birbirlerinin
açıklarını bildikleri için sürekli o açıklarına hücum ediyor ve darbeyi oradan
vuruyorlarmış. Aylarca savaşmışlar. Birbirlerine galip gelememişler. Her ikisi
de savaşa ara vermiş ve düşünmeye başlamışlar. “Acaba rakibimi nasıl yeneyim”
diye. Biri dağ başlarına, diğeri su gözlerine gitmiş. Dağ başına giden bir
çobana rastlamış.
“Bre çoban, bu kadar sürüyü nasıl idare
ediyorsun?”diye sormuş.
Çoban:
“Başı idare edersen diğerleri arkadan gelir. “demiş.
Ağa:
“Ya sürüye kurtlar saldırırsa sen ne yaparsın?”diye
sormuş.
Çoban:
“Anaç kurdu öldürürsen, gerisi dağılır ağam” demiş.
Çoban az söz söylemiş, ağa çok anlamış. İki fedai
gönderip düşman aşiretin ağasını öldürtmüş. Sonra o aşiret dağılıp gitmiş.
Anladın mı Muhtar Ali’m?” dedi. Muhtar Ali anlamıştı.
Hüseyin Hoca’nın gözlerine baktı;
“Ne yapabilirim dayı?”
“Ne yapacağımı ben bilsem, muhtar olurdum yiyen.
Gayrisini sen düşün.”
Ayrıldılar. Hüseyin Hoca kendi evine, Muhtar Ali ile
Enfiyeci Hüseyin Muhtar Ali’nin evine gittiler.
Sadiye Hanım kalkmış, tarhana çorbasını pişirmişti.
Çocuklar da babaları ile Enfiyeci Hüseyin’in evlerine geldiklerini görünce
uyandılar. Acele ile yatakları toparladılar. Köşede yanan ocaklığın ateşi az
diye birkaç meşe odunu daha attılar. Sadiye Hanımın hazırlamış olduğu tarhana
çorbasını sıcak sıcak içtiler. Bu soğuk havada tarhana çorbasına da doyum
olmuyordu. İçtikçe içtiler. Bir kazan çorbayı çocuklarla birlikte bitirdiler.
Enfiyeci Hüseyin:
“Eline sağlık Sadiye bacı, çok güzel olmuş “dedi.
Sadiye Hanım kısa bir ”Afiyet olsun” dan başka hiç bir
şey söylemedi. Çocukları ile birlikte sofrayı topladı. Ahıra inip ineklerle
uğraşmaya başladı.
Muhtar Ali ile Enfiyeci Hüseyin öğle namazına kadar
birlikte Muhtar Ali’nin evinde sohbet ettiler. Konuştukları günlük hayatın
sohbetiydi. Sohbetin çoğunluğunu Enfiyeci Hüseyin ediyor muhtar Ali de başı ile
sürekli onu tasdikliyordu. Aslında Muhtar Ali Hüseyin Hoca’nın anlattığı kurt
ile ağa hikâyesine kafayı takmıştı.
Bir ara Enfiyeci Hüseyin’e;
“Enişte, Hüseyin Dayı ne demek istedi?” diye sordu.
Enfiyeci Hüseyin;
“Sen Muhtarsın, yani başsın. Ermeniler bu başı
öldürmeye çalışabilirler. Onun için dikkat etmen lazım.”dedi.
Sonra hiddetli
bir şekilde;
“Ben sabahtan beri burada niye oturuyorum sanıyorsun
Muhtar Ali”
“Sabahlara kadar bu soğuk havada evinin etrafında
neden nöbet tutuyoruz sanıyorsun? İtler sabahlara kadar neden havlıyorlar? Hiç
duymaz mısın?” dedi.
Muhtar Ali şaşırmış bir yüz ifadesi ile:
“Evimde nöbet mi tutuyorsunuz?”dedi.
Enfiyeci Hüseyin bir kere ağzından kaçırmıştı.
Gerisini de anlatmak zorundaydı. Başladı anlatmaya:
“Bak Ali. Bu Ermeniler bir bok yiyecekler. Bilmem ama
Hüseyin Hocanın dediği gibi, bir baş götürecek olmuşlar. Onun için senin çok
dikkatli olman lazım. Korkmayasın diye sana söylemedik. Günlerdir sıra ile
bizler nöbet tutuyoruz”
Muhtar Ali bir kat daha şaşırdı.
“Ben muhtarım neden haberim yok.” diye içinden
geçirdi. Enfiyeci Hüseyin Muhtar Ali’nin içinden geçenleri anlamış gibi, o
sormadan cevap verdi.
“Bizim görevimiz başı korumak Muhtar Ali’m”
“Bu gece de ben sizleri koruyacağım öyleyse “dedi.
Muhtar Ali.
“Onu ben bilmem, Hüseyin Hoca’ya söyle.” diye cevap
verdi Enfiyeci Hüseyin.
Öğlen ezanı okunmaya başlamıştı. Acele ile abdest
tazeleyip camiye koştular. Öğle namazını cemaatle birlikte kıldılar. Namazdan
çıkarken Muhtar Ali, Hüseyin Hoca’nın koluna girdi.
“Dayı biraz konuşalım. “dedi. Birlikte mektebe
indiler.
Muhtar Ali;
“Dayı ben Muhtarım, olanlardan neden haberim yok?”
Hüseyin Hoca sakin bir yüz ifadesi ile
“Ne olmuş yeğen.”
“Daha ne olacak dayı, evimde nöbet tutuluyor benim
haberim yok.”
Hüseyin Hoca gülümsedi.
“Muhtarlıktan
ayrılıp bekçi olmaya mı karar verdin yeğen?” dedi. Muhtar Ali söyleyecek söz
bulamadı birden yumuşadı.
“Bu gece de ben nöbet tutayım dayı.”dedi.
Hüseyin Hoca:
“O zaman Hüseyin’le birlikte planlayın.” dedi. Fazla
konuşmadılar.
Hüseyin Hoca ayrıldı evine gitti.
Muhtar Ali ile Enfiyeci Hüseyin akşama kadar plan
yaptılar. Ermeni gençlerinin bir şeyler planladıklarını, ama ne yapmak
istediklerini bir türlü öğrenemediler.
Akşam olmaya hava kararmaya başladı. Muhtar Ali evinde
çocukları ile birlikte oturuyordu. Gizlice karısı Sadiye Hanım’a;
“Hanım bana bir şey olursa çocuklara mıkıyet ol” dedi.
Sadiye Hanım:
“Allah korusun.”dedi.
Bu arada köpekler havlamaya başladı. Muhtar Ali
tedirgin oldu. Evin dışına çıktı. Evin etrafında dolaştı. Bir şeyler göremedi.
Tekrar içeri girerken bir kucak odun aldı. Odunu yanan ocağın yanına koydu.
Çünkü ocak kor ateşti. Çocukları, karısı ocağın etrafına toparlanmış
ısınıyorlardı. Kendisi de dışarıda üşümüştü. Çocukların arasına sıkıştı.
Ellerini Ocağa doğru uzattı. Kızları sol tarafında, karısı sağ yanındaydı.
Karısı Sadiye’nin sağ yanında da oğlu Halil vardı.
Kızı Nadire;
“Çok soğuk baba “dedi.
Muhtar Ali onu kollarının arasına aldı.
“Şimdi ısınırsın yavrum” dedi.
Eline bir maşa aldı ateşi karıştırmaya başladı. O
arada “pat” diye ateşin üstüne bir şey düştü. Hiç kimse o düşen şeyin ne
olduğunu düşünmedi bile. Hepsi ellerini ateşe doğru uzatmış ısınıyordu. Hepsi
ateşe doğru bakıyordu.
“Gümmmm..!” diye bir şey büyük bir gürültü ile
patladı. Sanki ev yerinden kalktı. Ocakta bulunan ateşler etrafa saçıldı.
Patlamanın tesiriyle ocaklık darmadağın oldu. Ateşte ısınmaya çalışan Muhtar
Ali, karısı Sadiye, oğlu Halil, kızları Nadire ve diğer kızı üzerlerine yıkılan
damın altında kaldılar. Dünya başlarına yıkıldı sanki. Ateşler her tarafı
yakmaya başladı. Muhtar Ali can havliyle doğrulmaya çalıştı. Bir türlü yerinden
doğrulamadı. Her taraf zifiri karanlık olmuştu. Hiç bir yeri göremiyordu.
“Sadiye..! Sadiye..!” diye seslendi.
Sadiye Hanım;
“Hıh..”diye bir ses çıkarttı, belli belirsiz.
Etrafta başka sesler dolaştı. Sesler gittikçe çığlığa
dönüştü. Ağlayanlar, bağırıp çağıranlar çoğalmaya başladı. Hayalmeyal bir
şeyler duyuyordu Muhtar Ali. Ama her taraf zifiri karanlıktı. Çığlıklar git
gide yükseliyordu. Buz gibi soğuk bir havada ateşler içerisinde çatır çatır
yanıyordu Muhtar Ali ve çocukları. Komşular yetişmişti imdadına. Ellerinde
kazmalar, kürekler ve çıplak elleriyle ateşi söndürmeye çalışıyorlardı. Bütün
Hacın Türkleri oraya yığılmışlardı. Muhtarlarını kurtarmaya çalışıyorlardı.
Komşu Ermeniler pencereden bile bakmadılar. Oysa Muhtar Ali onların her derdine
koşar, her yaralarını sarardı.
Yıkılan evin ateşleri arasından Muhtar Ali ve
çocuklarını zorla çıkarttılar.
“Doktor çağırın” diye bağırdı Hüseyin Hoca.
Gençler doktor çağırmaya çoktan gitmişlerdi. Gitmeye
de gerek yoktu zaten. Hastane Terzioğlu’nun evinin birinci katıydı
Terzioğlu’nun evi ise Muhtar Ali’nin evine yüz-yüz elli metrelik bir mesafedeydi.
Buna rağmen gençler hastaneye koştular. Doktor Baloğlu ve birkaç hemşire o gece
hastanede nöbet tutuyorlardı. Hastaneye varan gençleri Doktor Baloğlu kapıda
karşıladı. Kapıyı yarı açık tutan Baloğlu gençleri içeriye almadı. Sert bir
ifadeyle;
“Ahıra mı giriyorsunuz beyler?”dedi.
Gençlerden biri;
“Muhtar Emminin evi bombalandı. Hepsi ağır yaralı…
Acele oraya gidelim Doktor Bey!” dedi.
Doktor Baloğlu pişkin bir ifadeyle;
“Doktor hastanın yanına değil, hasta doktorun ayağına
gelir beyler.” dedi.
Gençler hiddetlendiler. Arkadan Enfiyeci Hüseyin
yetişti. Gençleri azarladı. Doktora ayrıca o ricada bulundu. Doktor Baloğlu
aldırış bile etmedi. Kapıyı kapattı. Bu arada eli silahlı iki Kamavor (Ermeni
askeri) belirdi.
“Hastane mi basıyorsunuz” diye gençlere bağırdılar.
Silahların uçlarının kendilerine doğru çevrildiğini gören Enfiyeci Hüseyin;
“Gençler! Bize buradan hayır yok hadi gidelim.”dedi.
Terk ettiler hastane önünü.
Muhtar Ali’nin evine vardıklarında; yangın
söndürülmüş, içerideki insanlar çıkartılmıştı.
Muhtar Ali, karısı ve çocukları Enfiyeci Hüseyin’in
evine taşındı.
İki kız çocuğu ölmüştü. Diğerleri yer yer yanıklarla
sağ olarak kurtulmuştu. Ancak bu olaydan sonra; Muhtar Ali, Sadiye Hanım ve
oğulları Halil birer gözlerini kaybettiler. Muhtar Ali’nin adı bundan sonra
“KÖR ALİ” olarak anıldı.
Kör Ali uzun süre yaşadı. Ancak yaşadığı her gün, o
günü hiç unutmadı. Gözlerine ne zaman uyku gelse, bir çığlıkla uyandı.
“Nadire!” diye bağırdı.
Muhtar Ali’nin evine bomba atan Cin Toros ve adamları,
Ermeni” MİLLİ KAHRAMANLAR(!)” olarak ilan edildi. Gazi Muhtar Ali de “KÖR ALİ”
olarak kaldı. Hanımı Sadiye ile oğlu Halil unutuldu gitti. Kızı Nadire ile adı
bile hatırlanmayan sürekli ”diğer”
dediğimiz kızları şahadet mertebesine ulaştılar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder