17 Nisan 2013 Çarşamba

KÖR ALİ


KÖR ALİ
            Hava soğuktu. Mart hiç böyle gelmemişti Hacın’a... Oluklar buz tutmuş, kar bir metrenin üzerindeydi. Kuru bir ayaz yalıyordu yamaçları. Saçaklardan uzanan buzlar, damla, yer arası evlerin merteği gibi duruyordu. Çataloluk'dan seyrettiğinde ayaklarının altında kalan Hacın; hiç bu kadar beyaz, hiç bu kadar soğuk, hiç bu kadar korkunç olmamıştı. Komşudan komşuya geçmek, ahıra inip hayvanları yemlemek veya Çataloluk’tan bir kova su getirip içmek bile zordu. Ama Muhtar Ali, hayvanlarını yemlemek, komşularını gezmek, hele son günlerde “şirneyen” Ermenilere karşı Türklere cesaret vermek zorundaydı.
            O gece hiç uyuyamadı Muhtar Ali. Köpekler sabahlara kadar havladı. Evinin altında bulunan ahırda hayvanlar sabaha kadar tepindiler. Saçaklardan sarkan buzlar kendi ağırlıklarını taşıyamaz oldular. Birer birer aşağıya düştüler. Ya da öyle geldi Muhtar Ali’ye. Yer yatağında bir sağa, bir sola döndü. Uyku bir türlü girmedi gözlerine. Köşe başında duran ocaklığın içindeki meşe közleri olmasa evin içi zifiri karanlık olacaktı. Gözleri odanın ortasında yükselen direğe takıldı. Ardıç ağacından olan bu direğin bir anda kırıldığını düşündü. Gayri ihtiyari titredi. “Evin orta direği çökerse her şey biter.“ diye geçirdi içinden. Kötü kötü şeyler düşünmeye başladı. Düşünmemek için bildiği bütün duaları okudu. Gözlerini yummaya çalıştı. Olmadı. Gözleri bir türlü kapanmak istemiyordu. Muhtar Ali’nin inadına, gözleri evi inceliyordu. Yanında yatan karısı Sadiye’yi, biraz ileride kim bilir kaçıncı rüyayı gören oğlu Halil, kızları Nadire ve diğerini doya-sıya seyretti.
Eşi Sadiye bir ara uyandı.
“Bey ne oluyor?”diye ordu.
“Uyku tutmadı hanım.”dedi Muhtar Ali. Sadiye Hanım üstelemedi. Tekrar derin uykuya daldı.
Muhtar Ali sabah ezanından önce yatağından kalktı. Abdestini aldı pencerenin dibine oturdu. Bir müddet sonra ezan okunmaya başladı. Sessizce dışarı çıktı. Camiye doğru yöneldi. Biraz ilerisinde bir insanın hızlı hızlı gittiğini gördü. Sesini duyurmak için güçlü bir şekilde öksürdü. Önde giden insan durakladı.
“Kim o” diye seslendi.
 Muhtar Ali sesi tanımakta gecikmedi.
“Benim Hüseyin Ağa.”
 Önde giden Enfiyeci Hüseyin’di.
Enfiyeci Hüseyin aynı çabuklukla;
“Sen misin Muhtar? Beni korkuttun”
Buluştular. Hoşbeşten sonra hızlı adımlarla camiye doğru yürümeye başladılar. Yerler buz tutmuştu. Bir ara Muhtar Ali’nin ayağı kaydı. Enfiyeci Hüseyin kolundan yakaladı. Düşmesine engel oldu.
“Gidiyordun Muhtar”
“Hiç sorma, nerdeyse yıldızları sayacaktık.” diye cevap verdi.
Birbirlerine tutunarak camiye kadar gittiler. Evi yakın olanlar daha önce gelmişlerdi. İmam Kuran-ı Kerimi okuyordu. Okunan Kuran-ı Kerim’i dinlediler. Bir müddet sonra cami tıklım tıklım doldu. Kimler yoktu ki camide. Hacın da yaşayan Türklerin ileri gelenleri hep oradaydı. Birlikte sabah namazını kıldılar. Namazdan sonra, caminin altında mektep diye kullanılan bölüme geçtiler.
Herkes hüzünlü ve umutsuzdu. Birbirlerinin gözlerine bakmamak için kimi tavana bakmayı, kimisi yere bakmayı tercih etti.
Kaytancılardan Hüseyin Hoca;
“Arkadaşlar” diye söze başladı. Herkes Hüseyin Hocaya baktı. O devam etti:
“Bilirim hepiniz benim bildiklerimi bilirsiniz. Benim gördüklerimi görür, benim duyduklarımı duyarsınız. O yüzdende gözleriniz ya tavana, ya yere dikilir. İçinizde fırtınalar kopar. Ama ağzınızı bıçak açmaz. Geceleri sabahlara kadar uyumadığınızı bilirim. Osmanlı Devletinin üzerinde dolaşan karabulutların bizim buralara kadar geldiğini sizin kadar ben de bilirim. Arkadaşlarım! Gün korkup, susma günü değildir. Gün oturup düşünme günüdür. Gün birlik olma günüdür. Gün düşmanı tanıma, tedbirini alma günüdür.
Bilirsiniz, bugünlerde Fransızların kışkırtması ile yıllardır beraber yaşadığımız Ermeni komşularımız bizlere düşman oldular. Çocukları çeteler kurup insanlarımızı taciz etmeye başladılar. Kadınlarımıza, kızlarımıza laf atıp namusumuzla oynamaya başladılar. Devletimizin zayıf bir yerini bulup, dost bildiğimiz azınlıklar bizleri küçük görmeye başladılar. Sebepsiz yere karakollara çağırıp suçsuz insanlara işkence etmeye başladılar. Köylerden pazara gelen köylülerimizi çeşitli bahanelerle tutuklamaya, satmak için getirdikleri hayvanlarına el koymaya başladılar. Bu gidişin iyi olmadığını benim kadar sizler de görürsünüz. Sakın birbirinizden ayrılmayın. Birliğinizi bozmayın. Aranıza fitne sokmak isteyebilirler. Sizi birbirinize düşürmek isteyebilirler. Sakın ha dedikodulara kapılıp birbirinizi incitmeyin.
Arkadaşlarım, bugünlerde Ermeni çocukları çeteler oluşturmaya, dağlarda silahlı eğitim yapmaya başladılar. Aldığımız bilgilere göre Fransız askerleri buradaki Ermeni çocuklarına bol miktarda, barut, kurşun, bomba ve silahlar vermişler. Korkarım ki bazılarımızın canını yakıp bizi sindirmeye çalışacaklar. Akşamları evlerinizden ayrılmayın. Sık sık komşularınızla haberleşin. Akşam ezanından sonra çocuklarınızı dışarı salmayın. Gördüğünüz veya duyduğunuz bir haber olursa mutlaka birbirinize iletin. Sakın ha tedbiri elden bırakmayın.
Arkadaşlarım! Bu günler karanlık günlerdir. Unutmayınız ki uşaklar hiçbir zaman bey olamazlar. Belki başkalarının kışkırtmaları ile kuduz köpek gibi bazılarını ısırabilirler. Sakın korkmayın. Bu karanlık günler gelir geçer. Ben inanıyorum ki; ileride güzel bir güneş doğar. Hepimiz tekrar mutlu, tekrar huzurlu oluruz.
Allah(c.c.) hepinizin yardımcısı olsun.” dedi.
Hiç kimse bir şey söylemedi. Hiç kimse konuşmadı.
Mektepten çıkıp, herkes evlerine dağıldı.
 Muhtar Ali ile Enfiyeci Hüseyin birlikte çıkıyorlardı. Hüseyin Hoca seslendi;
“Ağır git Muhtarım.”
Muhtar Ali ağırlaştı. Enfiyeci Hüseyin onu geçiyordu. Hüseyin Hoca Enfiyeci Hüseyin’in kolundan tuttu.
“Acelen mi var Hüseyin?”
“Yok, hısım” diye cevap verdi Enfiyeci Hüseyin, Hüseyin Hoca’ya:
“Gitmeyin de sizinle iki satır laf edelim.” dedi Hüseyin Hoca.
Muhtar Ali ile Enfiyeci Hüseyin beklediler. Mektepte kimse kalmadı. Bir köşeye oturdular.
“Bak yeğen” dedi Hüseyin Hoca Muhtar Ali’ye.
“Hısım sen de kulak ver sözlerime “dedi Enfiyeci Hüseyin’e. İkisi de kulak kesildi. Hüseyin Hoca tane tane anlatmaya başladı;
“Zamanın birinde iki aşiret varmış. Bunlar önceleri dost, sonraları birbirlerine düşman olmuşlar. Dost oldukları zamanlarda birbirlerinden sırlarını esirgemezlermiş. Sırlarını esirgemedikleri için de her ikisi de birbirinin zayıf taraflarını iyice öğrenmişler. Zaman gelmiş dostluğun yerini düşmanlık almış. Başlamışlar savaşa. Her ikisi de birbirlerinin açıklarını bildikleri için sürekli o açıklarına hücum ediyor ve darbeyi oradan vuruyorlarmış. Aylarca savaşmışlar. Birbirlerine galip gelememişler. Her ikisi de savaşa ara vermiş ve düşünmeye başlamışlar. “Acaba rakibimi nasıl yeneyim” diye. Biri dağ başlarına, diğeri su gözlerine gitmiş. Dağ başına giden bir çobana rastlamış.
“Bre çoban, bu kadar sürüyü nasıl idare ediyorsun?”diye sormuş.
Çoban:
“Başı idare edersen diğerleri arkadan gelir. “demiş.
Ağa:
“Ya sürüye kurtlar saldırırsa sen ne yaparsın?”diye sormuş.
Çoban:
“Anaç kurdu öldürürsen, gerisi dağılır ağam” demiş.
Çoban az söz söylemiş, ağa çok anlamış. İki fedai gönderip düşman aşiretin ağasını öldürtmüş. Sonra o aşiret dağılıp gitmiş.
Anladın mı Muhtar Ali’m?” dedi. Muhtar Ali anlamıştı. Hüseyin Hoca’nın gözlerine baktı;
“Ne yapabilirim dayı?”
“Ne yapacağımı ben bilsem, muhtar olurdum yiyen. Gayrisini sen düşün.”
Ayrıldılar. Hüseyin Hoca kendi evine, Muhtar Ali ile Enfiyeci Hüseyin Muhtar Ali’nin evine gittiler.
Sadiye Hanım kalkmış, tarhana çorbasını pişirmişti. Çocuklar da babaları ile Enfiyeci Hüseyin’in evlerine geldiklerini görünce uyandılar. Acele ile yatakları toparladılar. Köşede yanan ocaklığın ateşi az diye birkaç meşe odunu daha attılar. Sadiye Hanımın hazırlamış olduğu tarhana çorbasını sıcak sıcak içtiler. Bu soğuk havada tarhana çorbasına da doyum olmuyordu. İçtikçe içtiler. Bir kazan çorbayı çocuklarla birlikte bitirdiler.
Enfiyeci Hüseyin:
“Eline sağlık Sadiye bacı, çok güzel olmuş “dedi.
Sadiye Hanım kısa bir ”Afiyet olsun” dan başka hiç bir şey söylemedi. Çocukları ile birlikte sofrayı topladı. Ahıra inip ineklerle uğraşmaya başladı.
Muhtar Ali ile Enfiyeci Hüseyin öğle namazına kadar birlikte Muhtar Ali’nin evinde sohbet ettiler. Konuştukları günlük hayatın sohbetiydi. Sohbetin çoğunluğunu Enfiyeci Hüseyin ediyor muhtar Ali de başı ile sürekli onu tasdikliyordu. Aslında Muhtar Ali Hüseyin Hoca’nın anlattığı kurt ile ağa hikâyesine kafayı takmıştı.
Bir ara Enfiyeci Hüseyin’e;
“Enişte, Hüseyin Dayı ne demek istedi?” diye sordu.
Enfiyeci Hüseyin;
“Sen Muhtarsın, yani başsın. Ermeniler bu başı öldürmeye çalışabilirler. Onun için dikkat etmen lazım.”dedi.
 Sonra hiddetli bir şekilde;
“Ben sabahtan beri burada niye oturuyorum sanıyorsun Muhtar Ali”
“Sabahlara kadar bu soğuk havada evinin etrafında neden nöbet tutuyoruz sanıyorsun? İtler sabahlara kadar neden havlıyorlar? Hiç duymaz mısın?” dedi.
Muhtar Ali şaşırmış bir yüz ifadesi ile:
“Evimde nöbet mi tutuyorsunuz?”dedi.
Enfiyeci Hüseyin bir kere ağzından kaçırmıştı. Gerisini de anlatmak zorundaydı. Başladı anlatmaya:
“Bak Ali. Bu Ermeniler bir bok yiyecekler. Bilmem ama Hüseyin Hocanın dediği gibi, bir baş götürecek olmuşlar. Onun için senin çok dikkatli olman lazım. Korkmayasın diye sana söylemedik. Günlerdir sıra ile bizler nöbet tutuyoruz”
Muhtar Ali bir kat daha şaşırdı.
“Ben muhtarım neden haberim yok.” diye içinden geçirdi. Enfiyeci Hüseyin Muhtar Ali’nin içinden geçenleri anlamış gibi, o sormadan cevap verdi.
“Bizim görevimiz başı korumak Muhtar Ali’m”
“Bu gece de ben sizleri koruyacağım öyleyse “dedi. Muhtar Ali.
“Onu ben bilmem, Hüseyin Hoca’ya söyle.” diye cevap verdi Enfiyeci Hüseyin.
Öğlen ezanı okunmaya başlamıştı. Acele ile abdest tazeleyip camiye koştular. Öğle namazını cemaatle birlikte kıldılar. Namazdan çıkarken Muhtar Ali, Hüseyin Hoca’nın koluna girdi.
“Dayı biraz konuşalım. “dedi. Birlikte mektebe indiler.
Muhtar Ali;
“Dayı ben Muhtarım, olanlardan neden haberim yok?”
Hüseyin Hoca sakin bir yüz ifadesi ile
“Ne olmuş yeğen.”
“Daha ne olacak dayı, evimde nöbet tutuluyor benim haberim yok.”
Hüseyin Hoca gülümsedi.
“Muhtarlıktan ayrılıp bekçi olmaya mı karar verdin yeğen?” dedi. Muhtar Ali söyleyecek söz bulamadı birden yumuşadı.
“Bu gece de ben nöbet tutayım dayı.”dedi.
Hüseyin Hoca:
“O zaman Hüseyin’le birlikte planlayın.” dedi. Fazla konuşmadılar.
Hüseyin Hoca ayrıldı evine gitti.
Muhtar Ali ile Enfiyeci Hüseyin akşama kadar plan yaptılar. Ermeni gençlerinin bir şeyler planladıklarını, ama ne yapmak istediklerini bir türlü öğrenemediler.
Akşam olmaya hava kararmaya başladı. Muhtar Ali evinde çocukları ile birlikte oturuyordu. Gizlice karısı Sadiye Hanım’a;
“Hanım bana bir şey olursa çocuklara mıkıyet ol” dedi.
Sadiye Hanım:
“Allah korusun.”dedi.
Bu arada köpekler havlamaya başladı. Muhtar Ali tedirgin oldu. Evin dışına çıktı. Evin etrafında dolaştı. Bir şeyler göremedi. Tekrar içeri girerken bir kucak odun aldı. Odunu yanan ocağın yanına koydu. Çünkü ocak kor ateşti. Çocukları, karısı ocağın etrafına toparlanmış ısınıyorlardı. Kendisi de dışarıda üşümüştü. Çocukların arasına sıkıştı. Ellerini Ocağa doğru uzattı. Kızları sol tarafında, karısı sağ yanındaydı. Karısı Sadiye’nin sağ yanında da oğlu Halil vardı.
 Kızı Nadire;
“Çok soğuk baba “dedi.
Muhtar Ali onu kollarının arasına aldı.
“Şimdi ısınırsın yavrum” dedi.
Eline bir maşa aldı ateşi karıştırmaya başladı. O arada “pat” diye ateşin üstüne bir şey düştü. Hiç kimse o düşen şeyin ne olduğunu düşünmedi bile. Hepsi ellerini ateşe doğru uzatmış ısınıyordu. Hepsi ateşe doğru bakıyordu.
“Gümmmm..!” diye bir şey büyük bir gürültü ile patladı. Sanki ev yerinden kalktı. Ocakta bulunan ateşler etrafa saçıldı. Patlamanın tesiriyle ocaklık darmadağın oldu. Ateşte ısınmaya çalışan Muhtar Ali, karısı Sadiye, oğlu Halil, kızları Nadire ve diğer kızı üzerlerine yıkılan damın altında kaldılar. Dünya başlarına yıkıldı sanki. Ateşler her tarafı yakmaya başladı. Muhtar Ali can havliyle doğrulmaya çalıştı. Bir türlü yerinden doğrulamadı. Her taraf zifiri karanlık olmuştu. Hiç bir yeri göremiyordu.
“Sadiye..! Sadiye..!” diye seslendi.
 Sadiye Hanım;
“Hıh..”diye bir ses çıkarttı, belli belirsiz.
Etrafta başka sesler dolaştı. Sesler gittikçe çığlığa dönüştü. Ağlayanlar, bağırıp çağıranlar çoğalmaya başladı. Hayalmeyal bir şeyler duyuyordu Muhtar Ali. Ama her taraf zifiri karanlıktı. Çığlıklar git gide yükseliyordu. Buz gibi soğuk bir havada ateşler içerisinde çatır çatır yanıyordu Muhtar Ali ve çocukları. Komşular yetişmişti imdadına. Ellerinde kazmalar, kürekler ve çıplak elleriyle ateşi söndürmeye çalışıyorlardı. Bütün Hacın Türkleri oraya yığılmışlardı. Muhtarlarını kurtarmaya çalışıyorlardı. Komşu Ermeniler pencereden bile bakmadılar. Oysa Muhtar Ali onların her derdine koşar, her yaralarını sarardı.
Yıkılan evin ateşleri arasından Muhtar Ali ve çocuklarını zorla çıkarttılar.
“Doktor çağırın” diye bağırdı Hüseyin Hoca.
Gençler doktor çağırmaya çoktan gitmişlerdi. Gitmeye de gerek yoktu zaten. Hastane Terzioğlu’nun evinin birinci katıydı Terzioğlu’nun evi ise Muhtar Ali’nin evine yüz-yüz elli metrelik bir mesafedeydi. Buna rağmen gençler hastaneye koştular. Doktor Baloğlu ve birkaç hemşire o gece hastanede nöbet tutuyorlardı. Hastaneye varan gençleri Doktor Baloğlu kapıda karşıladı. Kapıyı yarı açık tutan Baloğlu gençleri içeriye almadı. Sert bir ifadeyle;
“Ahıra mı giriyorsunuz beyler?”dedi.
Gençlerden biri;
“Muhtar Emminin evi bombalandı. Hepsi ağır yaralı… Acele oraya gidelim Doktor Bey!” dedi.
Doktor Baloğlu pişkin bir ifadeyle;
“Doktor hastanın yanına değil, hasta doktorun ayağına gelir beyler.” dedi.
Gençler hiddetlendiler. Arkadan Enfiyeci Hüseyin yetişti. Gençleri azarladı. Doktora ayrıca o ricada bulundu. Doktor Baloğlu aldırış bile etmedi. Kapıyı kapattı. Bu arada eli silahlı iki Kamavor (Ermeni askeri) belirdi.
“Hastane mi basıyorsunuz” diye gençlere bağırdılar. Silahların uçlarının kendilerine doğru çevrildiğini gören Enfiyeci Hüseyin;
“Gençler! Bize buradan hayır yok hadi gidelim.”dedi.
Terk ettiler hastane önünü.
Muhtar Ali’nin evine vardıklarında; yangın söndürülmüş, içerideki insanlar çıkartılmıştı.
Muhtar Ali, karısı ve çocukları Enfiyeci Hüseyin’in evine taşındı.
İki kız çocuğu ölmüştü. Diğerleri yer yer yanıklarla sağ olarak kurtulmuştu. Ancak bu olaydan sonra; Muhtar Ali, Sadiye Hanım ve oğulları Halil birer gözlerini kaybettiler. Muhtar Ali’nin adı bundan sonra “KÖR ALİ” olarak anıldı.
Kör Ali uzun süre yaşadı. Ancak yaşadığı her gün, o günü hiç unutmadı. Gözlerine ne zaman uyku gelse, bir çığlıkla uyandı. “Nadire!” diye bağırdı.
Muhtar Ali’nin evine bomba atan Cin Toros ve adamları, Ermeni” MİLLİ KAHRAMANLAR(!)” olarak ilan edildi. Gazi Muhtar Ali de “KÖR ALİ” olarak kaldı. Hanımı Sadiye ile oğlu Halil unutuldu gitti. Kızı Nadire ile adı bile hatırlanmayan sürekli ”diğer”  dediğimiz kızları şahadet mertebesine ulaştılar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder