KOCALARIN
AHMET
1920 Şubatı çok soğuk gelmişti Hacın’a. Her yıl Hacın’ın
içinde uzun süre kalmayan kar, o yıl Hacın’ı mesken tutmuştu. Gün biraz Hacın’ı ısıtınca Kirkot’un deresi
de coştukça coşuyordu. Kıştan hazırlanan yiyecekler hemen hemen tükenmek
üzereydi. Geçim dardı. Herkes bir iş bulup yapmanın telaşına düşmüştü.
Kocaların
Ahmet 1904 doğumluydu. Henüz 15-16 yaşındaydı. Evin erkeğiydi. Babası Muharrem,
35 yaşında Yemen çöllerinde kalmıştı. Yemen kimleri almadı ki onu almasın.
Yemen binlerce insanı yetim bıraktığı gibi Kocaların Ahmet’i, İsmail’i,
Şefika’yı da yetim bırakmıştı. Anaları Huriye Hanım çocuklarının rızkını temin
edebilmek için elinden geleni yapıyordu. Ama ne yapsın… O genç yaşta dul kalmış
bir Anadolu kadınıydı. Her yere gidemez, herkesle konuşamaz, her işi yapamaz…
“of…
Bu kış da ne uzun geldi” dedi Kocaların Ahmet kendi kendine. “İş olsa” dedi.
Valla taşı sıkar suyunu çıkartırım. Ne anamı ne kardeşlerimi kimselere muhtaç
etmem. Emmim var ama işte… Herkesin kendisine göre bir sıkıntısı var. Bu
Fransızlar Hacın’ı işgal ettiğinden bu yana işler hep kesat gidiyor. Ermeniler
de azdıkça azıyorlar. Türklere iş bile verdirmiyorlar. Kolay işler Ermeniler
için, zor işler Türklere veriliyor. Ahmet “iş olsun” da dedi. “Ne olursa
olsun.”
Aklından
çarşıya gitmek geçti. Çarşıya gidip bir şeyler almak. Çarşı dediği de iki adım
yol. Evleri zaten İslam Mahallesi’ndeydi. İslam mahallesinde birkaç tane dükkân
vardı. Asıl çarşı Tepe Mahalle’deydi.
Tepe Mahalle’ye gitmek istemiyordu. Çünkü orda hep Ermeniler vardı.
Ermeni gençleri her fırsatta Türk çocuklarını bir kenara köşeye sıkıştırıyor
onlara hakaret ediyorlardı.
Başını
evin kapısından içeri uzattı.
-Ana,
ben çarşıya gidiyorum.
Anası
Huriye’nin içi “cız” ediverdi.
-Gitme
oğlum. Öğle yaklaştı. Birazdan sığırlar sulanacak.
Ahmet
kendi kendine söylendi. Sanki yıllarca çarşıda kalacaktı. İşte şurası çarşı…
Gider gelirdi. Anası Huriye Hanım
duyacağı bir sesle:
-Ana
çabuk gelirim.
Çabuk
geleceğini biliyordu anası. Ama ana yüreği işte. Kocası Yemen’de şehit olduktan
sonra oğlu Ahmet’e iyice düşkün olmuştu. Gözünün önünden ayırmak istemiyordu. O
evinin direği, ailenin umuduydu. Ahmet’i de kırmak istemiyordu. Kısık bir ses
ile:
-Ama
çabuk gel oğlum, dedi.
Ahmet
iki adım attı. Gözü kardeşi Şefika’ya takıldı. Şefika elinde bir değnek ile
karın üzerinde bir şeyler yapıyordu. Ahmet sessizce Şefika’ya yaklaştı. Şefika abisinin geldiğini fark edince
elindeki değneği arkasına saklamak istedi. Değneği saklarım derken ayakları
değneğe takıldı. Şefika yere düştü. Ahmet kardeşine koştu. Kucakladı kaldırdı.
Ahmet,
babacan bir tavırla kardeşi Şefika’ya:
-Ne
yapıyordun anacığım, dedi.
Ahmet
Şefika’ya hep “anacığım” diye konuşurdu. Yine öyle konuştu.
-Ne
yapıyordun anam?
-Hiç,
dedi Şefika burnunu çekerek.
Elleri
üşümüştü. Elinin tersi ile burnunu silmek istedi. Ahmet, Şefika’nın elini
tuttu. Cebinden mendil çıkartarak kardeşinin burnunu sildi. Ahmet’in şefkatle
yaklaşılmasından mı, Şefika’nın kurduğu hayalden mi bilinmez Şefika gözlerinden
boncuk boncuk yaşları yanaklarına doğru döktü.
Ahmet
kardeşini bağrına bastı.
-Söyle
bakalım anam, ne yapıyordun?
Şefika
kısık ve hıçkırıklı bir ses tonu ile:
-Baba,
dedi.
Sonra
sesli sesli ağlamaya başladı. Ahmet’in içi kavruldu adeta.
“Ulan
Yemen” dedi Ahmet. “Ulan Yemen” sonrasını söyleyemedi cümlenin. Küfür doldu ağzına
zehir zemberek. Babasını Yemen’e yollayanlara küfretmek geldi içinden. “Biz
burada açlıktan kıvrılırken, ne işi vardı babamın Yemen’de?”
Ne
bilsin Ahmet, Yemen’in bir vatan parçası olduğunu. Tek bildiği Yemen, yemişti
babasını. Annesi dul, kardeşleri yetim kalmışlardı. Kendisi on beş yaşında
omuzlamıştı koca ailenin yükünü. Çalışması gerekiyordu. Ama nasıl çalışacaktı.
Baba mesleği vardı Kocaların Ahmet’in. Onlar katırlarla yük taşırlardı. Devir
at, eşek, katır, kağnı devriydi. Ahmet’in de atları, katırları vardı. Yemez,
içmez onlara bakardı. Onlar olmasa işleri çok kötüydü. Geçimlerini onlarla
sağlarlardı.
Atın
kişnediğini duydu ahırdan. Yem vakti yaklaşmıştı. Bir de eşek anırdı. Başını
kaldırdı göğe baktı. Daha gün orta olmamıştı. Öğle olmamıştı. “Zaman var” diye
geçirdi içinden.
Kardeşi
Şefika’yı biraz teselli ettikten sonra evden ayrıldı. Elini cebine soktu. “Of”
dedi. Keşke biraz param olsaydı da Şefika’ya bir şeker alsaydım. Ya da bir
oyuncak... Yoktu işte parası. Ne yapsın. İş var da çalışmıyor mu?
Çalışmak
her adamın kârı değildi ama Ahmet çalışkandı. Her işe koşardı. Bunu kazanın
bütün esnafları bilirdi. Yaşı küçüktü ama o olduğundan büyüktü. Öyle olmak
zorundaydı. Babası Yemen’e giderken ona:
“Oğlum,
anan, kardeşlerin sana emanet. Bu evin erkeği sensin. Bunu unutma!” demişti.
Babasının o sözü hep kulağında yankılandı Kocaların Ahmet’in.
Şu
Yemen de aklına nereden düştü şimdi. E be Şefika, şimdi sırası mıydı kar
üzerine babamın resmini yapmanın? Ben ne derdindeyim sen neler çiziyorsun.
Sanki ben unutabiliyor muyum baba mı? Ne
demişti Yemen’den gelen Hacı Dede? Dememiş miydi bana bizi bir tel örgünün
içine koydular. En son babanı orada gördüm. Baban şehit oldu evlat! Kolay mı
bir çocuk için babasının şehit haberini almak. Daha ben neyim ki? Yaşım on beş.
Birden büyüdüm işte. Duyunca babamın şehit olduğunu… Belli etmem ama sizlere
için için ağlarım. Doyasıya ben de baba demedim babama. Nereye baksam aklıma o
geliyor. Baksana herkes benim yaşımda çocuk. Bense koca adam oldum. Kocaların
Koca Ahmet’i oldum. Ev geçindirmek zorundayım. Şu Fransızlar da nerden geldiler
buraya. Rızkımızı kestiler. Eskiden olsaydı biz Ermenilerle ne güzel
anlaşırdık. Fransızların yüzünden bizim komşularımız yavaş yavaş
gâvurlaşıyorlar. Eskiden olsaydı ben
tepe mahalleye her gün çıkardım. Şimdi kendi kazamın her yerini gezemiyorum.
Korktuğumdan değil. Bir terslik çıkmasın. Zaten fırsat arıyor Fransızlar.
Of
be of… Ne olacağız biz. Babam da yok. Anam genç kadın... Her yere gidemez ki. “
Dalmıştı
Kocaların Ahmet. Kendi kendine konuşup gidiyordu. Kirkot’un gümbürdeyen sesini
bile duymadı. Kirkot da nasıl akıyordu böyle. Madenin çamurunu önüne katıp
Göksu’ya doğru götürüyordu. Götürse ne yazar. Kocaların Ahmet kendi
dünyasındaydı. Bakıp gidiyordu ayakuçlarına. Birden önünde bir karaltı belirdi.
O karaltı ile irkildi birden Kocaların Ahmet.
“ Ne
bu dalgınlık yeğen?” dedi Mr. Tayyar.
“Yok,
bir şey Tayyar Emmi,” dedi Ahmet.
Mr.
Tayyar onların bağ komşularıydı. Kalesekisinde bağları yan yanaydı. Babası
Muharrem’in de iyi arkadaşıydı. Yıllardır komşuluk yapmışlar birbirlerinden
asla incinmemişlerdi. Zeytin Ermenileri gelene kadar, Fransızlar Hacın’ı işgal
edene kadar kimse kimseden incinmemişti. Hacın öyle bir yerdi ki, kapını açık
bırak yat. Kimseden kimseye zarar gelmezdi. Ama şu Fransızlar yok mu, geldiler
Hacın’a yıkadılar Ermeni gençlerinin de beynini… Herkes birbirine kuşku ile
bakar oldu. Ama Mr. Tayyar öyle
değildi. Komşuluğu da, hatırı da bilirdi. Bildiği için de üstüne basa basa
Kocaların Ahmet’e:
-Var
yeğen var, senin bir derdin var, dedi.
Mr.
Tayyar tuttu Kocaların Ahmet’in kolundan bir sakin yere götürdü onu. Baktı ki
Ahmet bir şey demeyecek, Mr. Tayyar kocaların Ahmet’e:
-Yeğen
Adana’ya gider misin? dedi.
Ahmet
işi gökte ararken yerde bulmuştu. Hiç düşünmeden:
-Giderim
Tayyar Emmi!
-Ama
acil gitmelisin. Yarın sabah katırlarını alacaksın erkenden Adana’ya gideceksin
benim manifatura dükkânıma mal getireceksin, dedi.
Aralarında
konuşup anlaştılar.
Mr.
Tayyar Hacın’ın tanınmış tüccarlarındandı. Hatırı sayılır, iyi bir komşu ve iyi
bir esnaftı. Onun sözü sözdü. O bir söz demişse o sözünü tutardı. Kimseyi
incitmez, kötülüğü de sevmezdi. Bunu bir Kocaların Ahmet değil bütün Hacınlılar
bilirdi.
Kocaların
Ahmet Mr. Tayyar’dan detaylı bilgileri ve gerekli parayı aldıktan sonra tam
ayrılıyordu ki, Mr. Tayyar bir miktar daha para çıkartıp:
-Yeğen
Ahmet al bu parayı Huriye bacıya ver. Sen gelince hesaplaşırız. Sen gelene
kadar ihtiyaçlarını alsınlar, dedi.
Kocaların
Ahmet bir sevinçle eve gitti. Durumu anası Huriye Hanım’a anlattı. Huriye Hanım
oğlunun Adana’ya gitmesine pek razı olmadı ama yapacakları başka da bir şey
olmadığından sabah namazı kalkıp oğluna yolluk hazırladı. Atlarının hazırlığını tamamlayan Ahmet, anası
Huriye Hanım’ın elini öptü. Helâlık aldı. Tam kapıdan çıkacaktı ki aklına
kardeşleri düştü. Kardeşleri İsmail ile Şefika derin uykudaydı. Onları
uyandırmak olmazdı. Onları seyretti bir süre. Eğildi iki kardeşini de öptü.
Anasına:
“Kardeşlerim
sana emanet ana.” diyerek kapıdan çıktı. Anası Huriye Hanım oğlu ile birlikte
kapıya kadar çıktı. Kocaların Ahmet atına binerken anası Huriye Hanım:
-Emminle
vedalaştın mı oğlum? dedi.
Ahmet
birden kendine gelmişti. Anasını, kardeşlerini düşüneceğim diye emmisini
unutmuştu. Oysa emmi demek baba yarısı demekti. Hemen emmisinin kapısına
dayandı.
Kocaların
Ali çoktan uyanmıştı. Ahmet gelir diye de yolunu gözlüyordu. Ahmet seslendi:
“Emmi!”
Kocaların
Ali:
“Buyur
oğlum” dedi.
-Emmi
ben Adana’ya gidiyorum. Tayyar Emmi’ye mal getireceğim.
-Dikkatli
git gel. Yolun açık olsun Ahmet, dedi Kocaların Ali.
İçi
biraz buruktu Ali’nin. Kardeşi Yemen’de şehit düşmüştü. Onun çocuklarına kol
kanat germek onun göreviydi. Ama elinden bir şey gelmiyordu. İçi içini yiyor
“Oğlum boş ver. Adana’ya gitme” demek istiyordu ama çaresizlik yakasına
yapışmış, kardeşi Muharrem’in emaneti yeğenini tek başına Adana’ya göndermek
zorunda kalmıştı.
Ahmet,
emmisi Ali’nin ellerinden öptü. Vedalaşıp giderken de:
-Emmi;
anamın, kardeşlerimin emanetleri önce Allah’a sonra sana,” dedi.
En
güçlü atına bindi. Diğer katırları da atın terkisine bağlayarak 1920 yılı şubat
ayının sonlarında Adana’ya gitti.
Adana
nere, Hacın nere… Bakmayın şimdilerde 157 Km yolun 2-3 saatte gidildiğine… At,
eşek ve katırlarla günlerce yol aldıktan sonra Kocaların Ahmet Adana’ya ulaştı.
O Adana’da, komşusu Mr. Tayyar’ın vermiş olduğu siparişlerini alırken Hacın
karıştı. Hem de öyle bir karıştı ki, Hacın’da ki İslam Mahallesi ateşe verildi.
Kıyamet koptu sanki Hacın’da… Kopan kıyametten Kocaların Ahmet’in haberi bile
olmadı. Onun bit işi vardı. Komşusu, onun tabiri ile Ermeni Tayyar Emmi’si ona
güvenmişti. O güveni boşa çıkartmamak için sipariş edilen malları titizlikle
bir araya getirip, atlara, katırlara itina ile yüklemeye çalışıyordu. Öyle de
yaptı. Yine gittiği yollardan Hacın’a doğru yola çıktı. Yine yolculuk günlerce
sürdü. Yine Handeresi, İmamoğlu ve Kozan’ı aştı. Yine Toroslara tırmandı.
Toroslar
bir başkadır her mevsimde. Sırelif’i geçtikten sonra buram buram bir yel eser
bağrınıza… O yel Kocaların Ahmet’in bağrına da esti. “İşte vatan” dedi
Kocaların Ahmet. Biz düz ovaya alışık değiliz. Atlarımız bile düz ovada
yürümesini şaşırır. Bundan sonrası kolay… Çam ağaçlarının hışırtısı sardı
etrafı. Mart bir başka güzeldir bu dağlarda. Her yerden kaynak suları fışkırır.
Pınarlardan içtiğiniz sular buz gibi olur. Çukurova düzünde terlerken
Toroslar’da üşürsünüz.
Bir
üşüme geldi Kocaların Ahmet’e. Titrer gibi oldu. Anası tembih etmişti ona
“Üşütme yolda yolakta. Sıkı giyin. Her olur olmaz yerde yatma. Herkesin
verdiğini yeme…” İşte ana yüreğiydi. O kendisini ne kadar evin erkeği görse de
o anasının kuzusuydu. Gözleri doldu. Özlem duydu anasına. Biran önce Hacın’a
ulaşmak istiyordu. Şefika ne yapıyordu acaba? Ya gardaşı İsmail? Acaba kendi
yokluğunu hissetmişler miydi? İsmail sığırların yemini vermiş miydi?
“Vermiştir” diye geçti aklından. Vermez olur mu? Anası hamarat kadındı.
Çocuklarını işe yönlendirdi. Gözünden uzak etmezdi onları. Allah var, çocukları
da akıllı çocuklardı. Evlerine düşkündüler. Hele babaları Yemen’de kalınca
iyiden iyiye evlerine bağlı olmuşlardı.
İsmail
mektebe giderdi. Mektep, İslam Mahallesi’ndeki caminin altındaydı. Evlerine de
çok uzak değildi. En fazla 150-200 metre uzaklıktaydı. Biraz gecikecek olsa
bakmışsınız ki Huriye Hanım doğru caminin orada soluğu alır. Huriye Hanım da
bir hoş olmuştu canım. Eşi Muharrem Yemen’den dönmeyince çocuklarına iyice
düşkün olmuştu. Ama hep Muharrem gelecek diye kulağı kapıda olurdu. Gece bir
köpek havlasa, at kişnese, eşek anırsa Huriye Hanım “Aha Muharrem geldi” derdi.
İçi sızlayıverirdi. Hep özlerdi Muharrem’i.
Çünkü o hayatında bir erkek tanımıştı. Her şeyi Muharrem’den öğrenmişti.
Muharrem bir başkaydı. Onun gözlerine baktığında kendinden geçerdi Huriye
Hanım.
Hamurcunun
gediğine takılırdı gözleri. Muharrem, Hamurcu’nun gediğini aşıp gitmişti. Gidiş
o gidişti. O gediği kimler aşmadı ki? Ermeni’si, Müslüman’ı hep o gediğe bakar.
O gedik tek kapıdır Hacın’a. Gurbete gidenler o gedikten gider. Hacınlılar için
bir bekleme yeridir Hamurcu’nun gediği. Genç kızlar yavuklularını o gedikte beklerler.
Askere gidenler, hicaza gidenler, tahsile gidenler hep o gediği aşarlar.
Kocaların
Ahmet, Bozat’ın gediğini aşarken Hamurcu’nun gediği geldi aklına. Anasının gözü
şimdi Hamurcu’nun gediğindeydi. Zaten o gedikten hiç ayrılmazdı ki gözleri.
Muharrem gelecek diye bakardı hep o gediğe. Şimdi de mutlaka Ahmet’ini
bekliyordu.
Tüyleri
diken diken oldu Kocaların Ahmet’in. “Anam” dedi. “Anam, seni çok özledim. Bir
varsam yanına. Sarılsam sana doya doya. Bir daha gitmem anam. Bir daha gitmem
Adanalara. Sizi yalnız koymam, “dedi.
Asmaca’nın
düzüne indiğinde bir kalabalık vardı. Koca kalabalık sus pus olmuştu. Kendi
aralarında fısır fısır konuşuyorlardı. Selam verdi kalabalığa. Yarım ağız selamını
aldılar. Omuzu silahlı iki adam geldi.
“Nereye
gidiyorsun evlat” dedi içlerinden biri.
“Hacın’a
emmi, Hacın’a gidiyorum.”
“Gitme
evlat, gitme” dedi içinden yaşlı olanı. Saim Bey’in emri var, Hacın’a kimse
gidemez,” dedi.
Neye
uğradığını şaşırdı Kocaların Ahmet.
“Neden
ki, neden gidemez ki?”
Önce
diyemediler ona “Hacın kan ağlıyor” diye. Çektiler atlarını bir kenara.
“Hayvanlar
yorulmuştur evlat” dedi aynı adam.
“İndirelim şu yükleri, hele bir soluklansın şu hayvanlar,” dedi.
Elbirliği
ile indirdiler yükleri.
Merakla
sordu Ahmet yaşlı adama.
“Emmi,
neden Hacın’a gitme diyorsun?”
Adam
cevap vermedi önce. Bir tas su uzattı.
“Hele
bir su iç, evlat” dedi. “Açlığın var mı?”
“Yok”
dedi Ahmet. “Acıkmadım Emmi. Sen de bakalım, neden Hacın’a gitmeyim?”
“Hacın’da
kimsen var mı evlat? Sen kimlerdensin?”
“Olmaz
olur mu emmi, ben Hacın’lıyım. Kocalardanım! Kocarlın Muharrem’in oğluyum!”
Göğsünü
gere gere söylemişti “Muharrem’in oğluyum!” diye. Babası ile gurur duyuyordu
Kocaların Ahmet. Şehit oğlunun başı dik olurdu. O da dik tuttu başını.
“Ha”
dedi adam. “Ha bildim. Bizim Muharrem’in oğlusun demek.”
Bilmiş
miydi adam Muharremi, ya da bilir gibi mi davranmıştı. Ama “Bizim Muharrem’in”
diyerek Kocaların Ahmet’in güvenini sağlamıştı.
“Adın
ne senin evlat?” dedi aynı adam.
Ahmet
kısa bir cevap verdi.
“Ahmet!”
“Bak”
dedi yaşlı adam Ahmet’in omzuna elini koyarak. “Bak evlat! Hacın karıştı.
Hacın’dan kötü haberler geliyor. Gâvurlar azmış. Hacın Müslümanlarını gırmaya
başlamışlar. Hacın’ın yerlileri köylere
kaçmış. Hacın’da evler yakılmış.” Daha birçok şey anlattı yaşlı adam. Onun her
söylediği kelime Ahmet’in beynine paslı çivi gibi saplandı. Ne diyeceğini
bilemedi.
“Anam
yaşıyor mu emmi?” diye bir cümle döküldü dudaklarından.
“Gardaşlarım
yaşıyor mu?”
Kimse
cevap veremedi bu sorulara… Cevapsız sorular kemirdi Ahmet’in beynini. Ne
yapacaktı şimdi? Yığıldı kaldı olduğu yere.
“Gitmeliyim
emmi,” dedi. “Anama gitmeliyim. Anam beni bekler. Hamurcu’nun gediğine gözleri
diklir kalır.”
İki
damla yaş döküldü gözlerinden. Şefika ne yapıyordu şimdi? Ya İsmail? Teselli
etmeye çalıştı kendini. “Emmim gomaz onları kimselere” dedi. Emmisi Ali
bırakmazdı onları gâvur eline. Gavurda kim ya. “Onlar bizim komşumuz” diye
geçirdi içinden.
“Yok,
yok” dedi. “Yok, olamaz!”
Kalkıp
gitmek istedi Hacın’a. Yaşlı adam ona:
“Bak
evlat” dedi. “ Sakın gitmeye kalkışma Hacın’a. Arıkayası’ndan öte geçirmezler
seni. Öldürürler!”
Çaresiz
kaldı Ahmet. Deliye döndü. Nereye gideceğini, ne yapacağını bilemedi. Kanadı
kırılan bir kuş yavrusu gibiydi.
“Emmi,
herkes öldürülmüş mü?” diye sordu aynı adama.
“Yok,
evlat! Nereden çıkartıyorsun şimdi öldürülmeyi? Hacın Müslümanların çoğu
köylere kaçmış, “ dedi.
Adam
biraz düşündü. Sonra Kocaların Ahmet’e:
“Evlat,
sizin kaçacak köyünüz var mıydı?”
Aklına
Karsavran geldi Ahmet’in. O köyde akrabaları vardı. Emmisi Ali:
“Hacın’da
başımıza bir iş gelecek olursa, tek sığınacağımız yer Karsavran Köyü” demişti.
“Karsavran’a
giderler mi acaba?” dedi.
Adam
sanki bir dala sarılır gibi:
“Tabi,
tabi… Sizinkiler kesin Karsavran’a gitmişlerdir. Sen doğru o köye git. Ama
sakın Hacın’a uğrama,” dedi.
Aklına
yattı. Ama nasıl gidecekti Karsavran’a? Karsavran’a gitmek için illa Hacın’dan
geçmesi gerekiyordu. Ona fikir verdiler oradaki insanlar. Herkes kendisine göre
bir yol tarif etti. En güvenilir yol
olarak; Mansurlu, Yahyalı, Develi, Gezbel olarak belirlendi.
Hiç
kaybedecek vakti yoktu Kocaların Ahmet’in. Beline azığını sardı. Eline bir
değnek aldı. Atları, katırları yükleri ile birlikte Asmaca (Feke) de bırakarak
yayan yapıldak düştü yollara. Yol uzaktı. Dağlar, taşlar, tepeler köyle aştı.
Karsavran’a geldiğinde, dizinde derman, gözlerinde fer kalmamıştı. Kaç gün yol yürüdü? Kaç kaya kovuğunda
saklandı? Kaç kayanın duldasında korku ile arkadaş oldu? Ne yedi, ne içti
bilinmez. Bir gece vakti Karsavran köyüne ulaştı.
Köpekler
havladı Karsavranda… Eşekler anırdı, atlar kişnedi. Zaten tetikteydi köylüler.
Her an birileri gelecek diye bekliyorlardı. Hacın’dan kaçabilenler Türk
köylerine sığınıyorlardı. Kimsenin sığınacak bir yeri yoktu. Herkes kapısını
açmıştı gelenlere. Her evde en az 30-40 insan barınıyordu. Uyku gözlerden firar
etmişti. En ufak bir çıtırtıda yürekler
ağza geliyordu. Kocaların Ahmet’in gelişini çok çabuk fark ettiler. Hemen etrafını
sardılar.
“Kimsin
sen?” diye seslendiler.
“Kocaların
Ahmet! Kocaların Ahmet!” diye karşılık verdi Kocaların Ahmet. Akrabaları
yetişti hemen. Aldılar onu evlerine. Emmisi Ali’ye haber verdiler yeğenin
geldiğini. Yarı uykulu gözlerle koşarak yeğenine geldi. Mahcuptu. Mecalsizdi.
Sarıldı, sarıldı ağladı yeğenine.
Ahmet
bir anlam veremedi Emmisinin sarılıp sarılıp ağlamasına.
“Emmi,
anam nerede?” dedi.
Ses
çıkmadı Kocaların Ali’den. Bağıra bağıra ağladı sadece. Ağladı sarıldı
yeğenine. Sarıldı ağladı.
Ne
diyebilirdi ki?
“Yeğen;
ananı, kardeşlerini Hacında gâvurun eline mi bıraktım, diyecekti,” diyemedi.
Diyemedi
işte. Sığındı gözyaşlarına.
Kocaların
Ahmet, bir daha ne anası Huriye Hanım’ı, ne kardeşleri İsmail ve Şefika’yı gördü. Amcası kahrından dertlere yakalandı. Yaşadığı
her gün ıstırap çekti. Her gün rüyalarına Huriye Hanım, İsmail ve Şefika girdi.
Dert sardı tepeden tırnağa her yerini. Daha fazla dayanamadı emaneti
koruyamadığına. O günden sonra başı hep önde gezdi. Çok yaşamadı. Ölene kadar
yeğeni Ahmet’in gözlerine hiç bakmadı. Daha doğrusu bakamadı.
Hacın
durulmuştu. Hacın durulur da Kocaların Ahmet durur mu? Düştü yollara. “Belki
anam, kardeşlerim bir kayanın kovuna saklandılar, belki ölmediler” diye bir
umutla Hacın’a geldi. Hacın o Hacın değildi yer o yer değildi dünya o dünya değildi.
Yanık şehrin küllerinde aradı Kocaların Ahmet. Anasını, kardeşlerini,
akrabalarını… Ne evleri, ne yerleri, ne yurtları… Hiçbir şeyleri kalmamıştı.
Onlar da Yanık şehrin hikâyelerine konu oldular.
DOSTTAN
GELEN MEKTUP
Yıllar
çok çabuk geçti. Hacın “Saimbeyli “ olmuştu artık. Kocaların Ahmet, Karsavran Köyü’nden
Ali Yahşi’nin kızı Elif ile evlendi. Bir
süre Karsavran’da yaşadıktan sonra, bir türlü aklından çıkartamadığı Hacın’a
tekrar geldi. Ahmet ile Elif Koca’nın on iki çocukları oldu. Bunlardan dört
tanesi bebekken hayata gözlerini yumdular. Geride; Necati, Necla, Hamide,
Muharrem Cemil, Huriye ve Necmiye kaldı.
Acılı
geçen yıllar, soğuk mart günlerinde yaptığı uzun yolculuklar bir gün Kocaların
Ahmet’e romatizma hastalığı olarak yer etti. Yıllarca hasta yatağında yattı.
Hiç beklemediği bir gün, Türkiye’den Suriye’ye kaçakçılık yapan bir birisi
Kocaların Ahmet’in kapsını çaldı. Beraberinde getirdiği bir şişe ilacı ve bir
mektubu ona verdi. Mektup açıldığında Kocaların Ahmet’in gözyaşları yanaklarını
ıslattı.
Mektup
Halep’ten yollanmıştı. Mektubu yollayan Hacın Ermenilerinden, Kocaların bağ
komşusu Mr. Tayyar’dan başkası değildi.
Mr.
Tayyar mektubunda şunları yazıyordu.
“Ahmet,
senin hasta olduğunu duydum. Çok üzüldüm. Sana bir ilaç gönderiyorum. Bu sana
iyi gelecektir. İyi gelmezse Halep’e gel seni tedavi ettireyim.
Benim
de senden bir isteğim var. Kalesekisi’ndeki pınarın yanındaki kızılcık kirazın
dibinden bana bir avuç toprak yolla…”
Kocaların
Ahmet dostları Mr. Tayyar’ın isteğini yerine getirdi. Ve hep düşündü. Acaba Hacın Ermenilerinin
yakında Türk katliamları yapacağını Mr. Tayyar biliyor muydu? Eşya getirtmeyi
bahane ederek bağ komşusu Muharrem’in oğlu Kocaların Ahmet’in canını kurtarmak
için mi Adana’ya yollamıştı? Bunlar hep bir sır olarak kaldı.
Ama
bilinen bir şey vardı. Hacın Türkleri ve Ermenileri birbirlerinin dostuydu. Ta
ki araya Fransızlar girene kadar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder