17 Nisan 2013 Çarşamba

KOCALARIN AHMET


KOCALARIN AHMET
            1920 Şubatı çok soğuk gelmişti Hacın’a. Her yıl Hacın’ın içinde uzun süre kalmayan kar, o yıl Hacın’ı mesken tutmuştu.  Gün biraz Hacın’ı ısıtınca Kirkot’un deresi de coştukça coşuyordu. Kıştan hazırlanan yiyecekler hemen hemen tükenmek üzereydi. Geçim dardı. Herkes bir iş bulup yapmanın telaşına düşmüştü.
Kocaların Ahmet 1904 doğumluydu. Henüz 15-16 yaşındaydı. Evin erkeğiydi. Babası Muharrem, 35 yaşında Yemen çöllerinde kalmıştı. Yemen kimleri almadı ki onu almasın. Yemen binlerce insanı yetim bıraktığı gibi Kocaların Ahmet’i, İsmail’i, Şefika’yı da yetim bırakmıştı. Anaları Huriye Hanım çocuklarının rızkını temin edebilmek için elinden geleni yapıyordu. Ama ne yapsın… O genç yaşta dul kalmış bir Anadolu kadınıydı. Her yere gidemez, herkesle konuşamaz, her işi yapamaz…
“of… Bu kış da ne uzun geldi” dedi Kocaların Ahmet kendi kendine. “İş olsa” dedi. Valla taşı sıkar suyunu çıkartırım. Ne anamı ne kardeşlerimi kimselere muhtaç etmem. Emmim var ama işte… Herkesin kendisine göre bir sıkıntısı var. Bu Fransızlar Hacın’ı işgal ettiğinden bu yana işler hep kesat gidiyor. Ermeniler de azdıkça azıyorlar. Türklere iş bile verdirmiyorlar. Kolay işler Ermeniler için, zor işler Türklere veriliyor. Ahmet “iş olsun” da dedi. “Ne olursa olsun.”
Aklından çarşıya gitmek geçti. Çarşıya gidip bir şeyler almak. Çarşı dediği de iki adım yol. Evleri zaten İslam Mahallesi’ndeydi. İslam mahallesinde birkaç tane dükkân vardı. Asıl çarşı Tepe Mahalle’deydi.  Tepe Mahalle’ye gitmek istemiyordu. Çünkü orda hep Ermeniler vardı. Ermeni gençleri her fırsatta Türk çocuklarını bir kenara köşeye sıkıştırıyor onlara hakaret ediyorlardı.
Başını evin kapısından içeri uzattı.
-Ana, ben çarşıya gidiyorum.
Anası Huriye’nin içi “cız” ediverdi.
-Gitme oğlum. Öğle yaklaştı. Birazdan sığırlar sulanacak.
Ahmet kendi kendine söylendi. Sanki yıllarca çarşıda kalacaktı. İşte şurası çarşı… Gider gelirdi.  Anası Huriye Hanım duyacağı bir sesle:
-Ana çabuk gelirim.
Çabuk geleceğini biliyordu anası. Ama ana yüreği işte. Kocası Yemen’de şehit olduktan sonra oğlu Ahmet’e iyice düşkün olmuştu. Gözünün önünden ayırmak istemiyordu. O evinin direği, ailenin umuduydu. Ahmet’i de kırmak istemiyordu. Kısık bir ses ile:
-Ama çabuk gel oğlum, dedi.
Ahmet iki adım attı. Gözü kardeşi Şefika’ya takıldı. Şefika elinde bir değnek ile karın üzerinde bir şeyler yapıyordu. Ahmet sessizce Şefika’ya yaklaştı.  Şefika abisinin geldiğini fark edince elindeki değneği arkasına saklamak istedi. Değneği saklarım derken ayakları değneğe takıldı. Şefika yere düştü. Ahmet kardeşine koştu. Kucakladı kaldırdı.
Ahmet, babacan bir tavırla kardeşi Şefika’ya:
-Ne yapıyordun anacığım, dedi.
Ahmet Şefika’ya hep “anacığım” diye konuşurdu. Yine öyle konuştu.
-Ne yapıyordun anam?
-Hiç, dedi Şefika burnunu çekerek.
Elleri üşümüştü. Elinin tersi ile burnunu silmek istedi. Ahmet, Şefika’nın elini tuttu. Cebinden mendil çıkartarak kardeşinin burnunu sildi. Ahmet’in şefkatle yaklaşılmasından mı, Şefika’nın kurduğu hayalden mi bilinmez Şefika gözlerinden boncuk boncuk yaşları yanaklarına doğru döktü.
Ahmet kardeşini bağrına bastı.
-Söyle bakalım anam, ne yapıyordun?
Şefika kısık ve hıçkırıklı bir ses tonu ile:
-Baba, dedi.
Sonra sesli sesli ağlamaya başladı. Ahmet’in içi kavruldu adeta.
“Ulan Yemen” dedi Ahmet. “Ulan Yemen” sonrasını söyleyemedi cümlenin. Küfür doldu ağzına zehir zemberek. Babasını Yemen’e yollayanlara küfretmek geldi içinden. “Biz burada açlıktan kıvrılırken, ne işi vardı babamın Yemen’de?”
Ne bilsin Ahmet, Yemen’in bir vatan parçası olduğunu. Tek bildiği Yemen, yemişti babasını. Annesi dul, kardeşleri yetim kalmışlardı. Kendisi on beş yaşında omuzlamıştı koca ailenin yükünü. Çalışması gerekiyordu. Ama nasıl çalışacaktı. Baba mesleği vardı Kocaların Ahmet’in. Onlar katırlarla yük taşırlardı. Devir at, eşek, katır, kağnı devriydi. Ahmet’in de atları, katırları vardı. Yemez, içmez onlara bakardı. Onlar olmasa işleri çok kötüydü. Geçimlerini onlarla sağlarlardı.
Atın kişnediğini duydu ahırdan. Yem vakti yaklaşmıştı. Bir de eşek anırdı. Başını kaldırdı göğe baktı. Daha gün orta olmamıştı. Öğle olmamıştı. “Zaman var” diye geçirdi içinden.
Kardeşi Şefika’yı biraz teselli ettikten sonra evden ayrıldı. Elini cebine soktu. “Of” dedi. Keşke biraz param olsaydı da Şefika’ya bir şeker alsaydım. Ya da bir oyuncak... Yoktu işte parası. Ne yapsın. İş var da çalışmıyor mu?
Çalışmak her adamın kârı değildi ama Ahmet çalışkandı. Her işe koşardı. Bunu kazanın bütün esnafları bilirdi. Yaşı küçüktü ama o olduğundan büyüktü. Öyle olmak zorundaydı. Babası Yemen’e giderken ona:
“Oğlum, anan, kardeşlerin sana emanet. Bu evin erkeği sensin. Bunu unutma!” demişti. Babasının o sözü hep kulağında yankılandı Kocaların Ahmet’in.
Şu Yemen de aklına nereden düştü şimdi. E be Şefika, şimdi sırası mıydı kar üzerine babamın resmini yapmanın? Ben ne derdindeyim sen neler çiziyorsun. Sanki ben unutabiliyor muyum baba mı?  Ne demişti Yemen’den gelen Hacı Dede? Dememiş miydi bana bizi bir tel örgünün içine koydular. En son babanı orada gördüm. Baban şehit oldu evlat! Kolay mı bir çocuk için babasının şehit haberini almak. Daha ben neyim ki? Yaşım on beş. Birden büyüdüm işte. Duyunca babamın şehit olduğunu… Belli etmem ama sizlere için için ağlarım. Doyasıya ben de baba demedim babama. Nereye baksam aklıma o geliyor. Baksana herkes benim yaşımda çocuk. Bense koca adam oldum. Kocaların Koca Ahmet’i oldum. Ev geçindirmek zorundayım. Şu Fransızlar da nerden geldiler buraya. Rızkımızı kestiler. Eskiden olsaydı biz Ermenilerle ne güzel anlaşırdık. Fransızların yüzünden bizim komşularımız yavaş yavaş gâvurlaşıyorlar.  Eskiden olsaydı ben tepe mahalleye her gün çıkardım. Şimdi kendi kazamın her yerini gezemiyorum. Korktuğumdan değil. Bir terslik çıkmasın. Zaten fırsat arıyor Fransızlar.
Of be of… Ne olacağız biz. Babam da yok. Anam genç kadın... Her yere gidemez ki. “
Dalmıştı Kocaların Ahmet. Kendi kendine konuşup gidiyordu. Kirkot’un gümbürdeyen sesini bile duymadı. Kirkot da nasıl akıyordu böyle. Madenin çamurunu önüne katıp Göksu’ya doğru götürüyordu. Götürse ne yazar. Kocaların Ahmet kendi dünyasındaydı. Bakıp gidiyordu ayakuçlarına. Birden önünde bir karaltı belirdi. O karaltı ile irkildi birden Kocaların Ahmet.
“ Ne bu dalgınlık yeğen?” dedi Mr. Tayyar.
“Yok, bir şey Tayyar Emmi,” dedi Ahmet.
Mr. Tayyar onların bağ komşularıydı. Kalesekisinde bağları yan yanaydı. Babası Muharrem’in de iyi arkadaşıydı. Yıllardır komşuluk yapmışlar birbirlerinden asla incinmemişlerdi. Zeytin Ermenileri gelene kadar, Fransızlar Hacın’ı işgal edene kadar kimse kimseden incinmemişti. Hacın öyle bir yerdi ki, kapını açık bırak yat. Kimseden kimseye zarar gelmezdi. Ama şu Fransızlar yok mu, geldiler Hacın’a yıkadılar Ermeni gençlerinin de beynini… Herkes birbirine kuşku ile bakar oldu. Ama Mr. Tayyar öyle değildi. Komşuluğu da, hatırı da bilirdi. Bildiği için de üstüne basa basa Kocaların Ahmet’e:
-Var yeğen var, senin bir derdin var, dedi.
Mr. Tayyar tuttu Kocaların Ahmet’in kolundan bir sakin yere götürdü onu. Baktı ki Ahmet bir şey demeyecek, Mr. Tayyar kocaların Ahmet’e:
-Yeğen Adana’ya gider misin? dedi.
Ahmet işi gökte ararken yerde bulmuştu. Hiç düşünmeden:
-Giderim Tayyar Emmi!
-Ama acil gitmelisin. Yarın sabah katırlarını alacaksın erkenden Adana’ya gideceksin benim manifatura dükkânıma mal getireceksin, dedi.
Aralarında konuşup anlaştılar.
Mr. Tayyar Hacın’ın tanınmış tüccarlarındandı. Hatırı sayılır, iyi bir komşu ve iyi bir esnaftı. Onun sözü sözdü. O bir söz demişse o sözünü tutardı. Kimseyi incitmez, kötülüğü de sevmezdi. Bunu bir Kocaların Ahmet değil bütün Hacınlılar bilirdi.
Kocaların Ahmet Mr. Tayyar’dan detaylı bilgileri ve gerekli parayı aldıktan sonra tam ayrılıyordu ki, Mr. Tayyar bir miktar daha para çıkartıp:
-Yeğen Ahmet al bu parayı Huriye bacıya ver. Sen gelince hesaplaşırız. Sen gelene kadar ihtiyaçlarını alsınlar, dedi.
Kocaların Ahmet bir sevinçle eve gitti. Durumu anası Huriye Hanım’a anlattı. Huriye Hanım oğlunun Adana’ya gitmesine pek razı olmadı ama yapacakları başka da bir şey olmadığından sabah namazı kalkıp oğluna yolluk hazırladı.  Atlarının hazırlığını tamamlayan Ahmet, anası Huriye Hanım’ın elini öptü. Helâlık aldı. Tam kapıdan çıkacaktı ki aklına kardeşleri düştü. Kardeşleri İsmail ile Şefika derin uykudaydı. Onları uyandırmak olmazdı. Onları seyretti bir süre. Eğildi iki kardeşini de öptü. Anasına:
“Kardeşlerim sana emanet ana.” diyerek kapıdan çıktı. Anası Huriye Hanım oğlu ile birlikte kapıya kadar çıktı. Kocaların Ahmet atına binerken anası Huriye Hanım:
-Emminle vedalaştın mı oğlum? dedi.
Ahmet birden kendine gelmişti. Anasını, kardeşlerini düşüneceğim diye emmisini unutmuştu. Oysa emmi demek baba yarısı demekti. Hemen emmisinin kapısına dayandı.
Kocaların Ali çoktan uyanmıştı. Ahmet gelir diye de yolunu gözlüyordu. Ahmet seslendi:
“Emmi!”
Kocaların Ali:
“Buyur oğlum” dedi.
-Emmi ben Adana’ya gidiyorum. Tayyar Emmi’ye mal getireceğim.
-Dikkatli git gel. Yolun açık olsun Ahmet, dedi Kocaların Ali.
İçi biraz buruktu Ali’nin. Kardeşi Yemen’de şehit düşmüştü. Onun çocuklarına kol kanat germek onun göreviydi. Ama elinden bir şey gelmiyordu. İçi içini yiyor “Oğlum boş ver. Adana’ya gitme” demek istiyordu ama çaresizlik yakasına yapışmış, kardeşi Muharrem’in emaneti yeğenini tek başına Adana’ya göndermek zorunda kalmıştı.
Ahmet, emmisi Ali’nin ellerinden öptü. Vedalaşıp giderken de:
-Emmi; anamın, kardeşlerimin emanetleri önce Allah’a sonra sana,” dedi.
En güçlü atına bindi. Diğer katırları da atın terkisine bağlayarak 1920 yılı şubat ayının sonlarında Adana’ya gitti. 
Adana nere, Hacın nere… Bakmayın şimdilerde 157 Km yolun 2-3 saatte gidildiğine… At, eşek ve katırlarla günlerce yol aldıktan sonra Kocaların Ahmet Adana’ya ulaştı. O Adana’da, komşusu Mr. Tayyar’ın vermiş olduğu siparişlerini alırken Hacın karıştı. Hem de öyle bir karıştı ki, Hacın’da ki İslam Mahallesi ateşe verildi. Kıyamet koptu sanki Hacın’da… Kopan kıyametten Kocaların Ahmet’in haberi bile olmadı. Onun bit işi vardı. Komşusu, onun tabiri ile Ermeni Tayyar Emmi’si ona güvenmişti. O güveni boşa çıkartmamak için sipariş edilen malları titizlikle bir araya getirip, atlara, katırlara itina ile yüklemeye çalışıyordu. Öyle de yaptı. Yine gittiği yollardan Hacın’a doğru yola çıktı. Yine yolculuk günlerce sürdü. Yine Handeresi, İmamoğlu ve Kozan’ı aştı. Yine Toroslara tırmandı.
Toroslar bir başkadır her mevsimde. Sırelif’i geçtikten sonra buram buram bir yel eser bağrınıza… O yel Kocaların Ahmet’in bağrına da esti. “İşte vatan” dedi Kocaların Ahmet. Biz düz ovaya alışık değiliz. Atlarımız bile düz ovada yürümesini şaşırır. Bundan sonrası kolay… Çam ağaçlarının hışırtısı sardı etrafı. Mart bir başka güzeldir bu dağlarda. Her yerden kaynak suları fışkırır. Pınarlardan içtiğiniz sular buz gibi olur. Çukurova düzünde terlerken Toroslar’da üşürsünüz.
Bir üşüme geldi Kocaların Ahmet’e. Titrer gibi oldu. Anası tembih etmişti ona “Üşütme yolda yolakta. Sıkı giyin. Her olur olmaz yerde yatma. Herkesin verdiğini yeme…” İşte ana yüreğiydi. O kendisini ne kadar evin erkeği görse de o anasının kuzusuydu. Gözleri doldu. Özlem duydu anasına. Biran önce Hacın’a ulaşmak istiyordu. Şefika ne yapıyordu acaba? Ya gardaşı İsmail? Acaba kendi yokluğunu hissetmişler miydi? İsmail sığırların yemini vermiş miydi? “Vermiştir” diye geçti aklından. Vermez olur mu? Anası hamarat kadındı. Çocuklarını işe yönlendirdi. Gözünden uzak etmezdi onları. Allah var, çocukları da akıllı çocuklardı. Evlerine düşkündüler. Hele babaları Yemen’de kalınca iyiden iyiye evlerine bağlı olmuşlardı.
İsmail mektebe giderdi. Mektep, İslam Mahallesi’ndeki caminin altındaydı. Evlerine de çok uzak değildi. En fazla 150-200 metre uzaklıktaydı. Biraz gecikecek olsa bakmışsınız ki Huriye Hanım doğru caminin orada soluğu alır. Huriye Hanım da bir hoş olmuştu canım. Eşi Muharrem Yemen’den dönmeyince çocuklarına iyice düşkün olmuştu. Ama hep Muharrem gelecek diye kulağı kapıda olurdu. Gece bir köpek havlasa, at kişnese, eşek anırsa Huriye Hanım “Aha Muharrem geldi” derdi. İçi sızlayıverirdi.  Hep özlerdi Muharrem’i. Çünkü o hayatında bir erkek tanımıştı. Her şeyi Muharrem’den öğrenmişti. Muharrem bir başkaydı. Onun gözlerine baktığında kendinden geçerdi Huriye Hanım.
Hamurcunun gediğine takılırdı gözleri. Muharrem, Hamurcu’nun gediğini aşıp gitmişti. Gidiş o gidişti. O gediği kimler aşmadı ki? Ermeni’si, Müslüman’ı hep o gediğe bakar. O gedik tek kapıdır Hacın’a. Gurbete gidenler o gedikten gider. Hacınlılar için bir bekleme yeridir Hamurcu’nun gediği.  Genç kızlar yavuklularını o gedikte beklerler. Askere gidenler, hicaza gidenler, tahsile gidenler hep o gediği aşarlar.
Kocaların Ahmet, Bozat’ın gediğini aşarken Hamurcu’nun gediği geldi aklına. Anasının gözü şimdi Hamurcu’nun gediğindeydi. Zaten o gedikten hiç ayrılmazdı ki gözleri. Muharrem gelecek diye bakardı hep o gediğe. Şimdi de mutlaka Ahmet’ini bekliyordu.
Tüyleri diken diken oldu Kocaların Ahmet’in. “Anam” dedi. “Anam, seni çok özledim. Bir varsam yanına. Sarılsam sana doya doya. Bir daha gitmem anam. Bir daha gitmem Adanalara. Sizi yalnız koymam, “dedi.
Asmaca’nın düzüne indiğinde bir kalabalık vardı. Koca kalabalık sus pus olmuştu. Kendi aralarında fısır fısır konuşuyorlardı. Selam verdi kalabalığa. Yarım ağız selamını aldılar. Omuzu silahlı iki adam geldi.
“Nereye gidiyorsun evlat” dedi içlerinden biri.
“Hacın’a emmi, Hacın’a gidiyorum.”
“Gitme evlat, gitme” dedi içinden yaşlı olanı. Saim Bey’in emri var, Hacın’a kimse gidemez,” dedi.
Neye uğradığını şaşırdı Kocaların Ahmet.
“Neden ki, neden gidemez ki?”
Önce diyemediler ona “Hacın kan ağlıyor” diye. Çektiler atlarını bir kenara.
“Hayvanlar yorulmuştur evlat” dedi aynı adam.  “İndirelim şu yükleri, hele bir soluklansın şu hayvanlar,” dedi.
Elbirliği ile indirdiler yükleri.
Merakla sordu Ahmet yaşlı adama.
“Emmi, neden Hacın’a gitme diyorsun?”
Adam cevap vermedi önce. Bir tas su uzattı.
“Hele bir su iç, evlat” dedi. “Açlığın var mı?”
“Yok” dedi Ahmet. “Acıkmadım Emmi. Sen de bakalım, neden Hacın’a gitmeyim?”
“Hacın’da kimsen var mı evlat? Sen kimlerdensin?”
“Olmaz olur mu emmi, ben Hacın’lıyım. Kocalardanım! Kocarlın Muharrem’in oğluyum!”
Göğsünü gere gere söylemişti “Muharrem’in oğluyum!” diye. Babası ile gurur duyuyordu Kocaların Ahmet. Şehit oğlunun başı dik olurdu. O da dik tuttu başını.
“Ha” dedi adam. “Ha bildim. Bizim Muharrem’in oğlusun demek.”
Bilmiş miydi adam Muharremi, ya da bilir gibi mi davranmıştı. Ama “Bizim Muharrem’in” diyerek Kocaların Ahmet’in güvenini sağlamıştı.
“Adın ne senin evlat?” dedi aynı adam.
Ahmet kısa bir cevap verdi.
“Ahmet!”
“Bak” dedi yaşlı adam Ahmet’in omzuna elini koyarak. “Bak evlat! Hacın karıştı. Hacın’dan kötü haberler geliyor. Gâvurlar azmış. Hacın Müslümanlarını gırmaya başlamışlar.  Hacın’ın yerlileri köylere kaçmış. Hacın’da evler yakılmış.” Daha birçok şey anlattı yaşlı adam. Onun her söylediği kelime Ahmet’in beynine paslı çivi gibi saplandı. Ne diyeceğini bilemedi.
“Anam yaşıyor mu emmi?” diye bir cümle döküldü dudaklarından.
“Gardaşlarım yaşıyor mu?”
Kimse cevap veremedi bu sorulara… Cevapsız sorular kemirdi Ahmet’in beynini. Ne yapacaktı şimdi? Yığıldı kaldı olduğu yere.
“Gitmeliyim emmi,” dedi. “Anama gitmeliyim. Anam beni bekler. Hamurcu’nun gediğine gözleri diklir kalır.”
İki damla yaş döküldü gözlerinden. Şefika ne yapıyordu şimdi? Ya İsmail? Teselli etmeye çalıştı kendini. “Emmim gomaz onları kimselere” dedi. Emmisi Ali bırakmazdı onları gâvur eline. Gavurda kim ya. “Onlar bizim komşumuz” diye geçirdi içinden.
“Yok, yok” dedi.  “Yok, olamaz!”
Kalkıp gitmek istedi Hacın’a. Yaşlı adam ona:
“Bak evlat” dedi. “ Sakın gitmeye kalkışma Hacın’a. Arıkayası’ndan öte geçirmezler seni. Öldürürler!”
Çaresiz kaldı Ahmet. Deliye döndü. Nereye gideceğini, ne yapacağını bilemedi. Kanadı kırılan bir kuş yavrusu gibiydi. 
“Emmi, herkes öldürülmüş mü?” diye sordu aynı adama.
“Yok, evlat! Nereden çıkartıyorsun şimdi öldürülmeyi? Hacın Müslümanların çoğu köylere kaçmış, “ dedi.
Adam biraz düşündü. Sonra Kocaların Ahmet’e:
“Evlat, sizin kaçacak köyünüz var mıydı?”
Aklına Karsavran geldi Ahmet’in. O köyde akrabaları vardı. Emmisi Ali:
“Hacın’da başımıza bir iş gelecek olursa, tek sığınacağımız yer Karsavran Köyü” demişti.
“Karsavran’a giderler mi acaba?” dedi.
Adam sanki bir dala sarılır gibi:
“Tabi, tabi… Sizinkiler kesin Karsavran’a gitmişlerdir. Sen doğru o köye git. Ama sakın Hacın’a uğrama,” dedi.
Aklına yattı. Ama nasıl gidecekti Karsavran’a? Karsavran’a gitmek için illa Hacın’dan geçmesi gerekiyordu. Ona fikir verdiler oradaki insanlar. Herkes kendisine göre bir yol tarif etti.  En güvenilir yol olarak; Mansurlu, Yahyalı, Develi, Gezbel olarak belirlendi.
Hiç kaybedecek vakti yoktu Kocaların Ahmet’in. Beline azığını sardı. Eline bir değnek aldı. Atları, katırları yükleri ile birlikte Asmaca (Feke) de bırakarak yayan yapıldak düştü yollara. Yol uzaktı. Dağlar, taşlar, tepeler köyle aştı. Karsavran’a geldiğinde, dizinde derman, gözlerinde fer kalmamıştı.  Kaç gün yol yürüdü? Kaç kaya kovuğunda saklandı? Kaç kayanın duldasında korku ile arkadaş oldu? Ne yedi, ne içti bilinmez. Bir gece vakti Karsavran köyüne ulaştı.
Köpekler havladı Karsavranda… Eşekler anırdı, atlar kişnedi. Zaten tetikteydi köylüler. Her an birileri gelecek diye bekliyorlardı. Hacın’dan kaçabilenler Türk köylerine sığınıyorlardı. Kimsenin sığınacak bir yeri yoktu. Herkes kapısını açmıştı gelenlere. Her evde en az 30-40 insan barınıyordu. Uyku gözlerden firar etmişti.  En ufak bir çıtırtıda yürekler ağza geliyordu. Kocaların Ahmet’in gelişini çok çabuk fark ettiler. Hemen etrafını sardılar.
“Kimsin sen?” diye seslendiler.
“Kocaların Ahmet! Kocaların Ahmet!” diye karşılık verdi Kocaların Ahmet. Akrabaları yetişti hemen. Aldılar onu evlerine. Emmisi Ali’ye haber verdiler yeğenin geldiğini. Yarı uykulu gözlerle koşarak yeğenine geldi. Mahcuptu. Mecalsizdi. Sarıldı, sarıldı ağladı yeğenine.
Ahmet bir anlam veremedi Emmisinin sarılıp sarılıp ağlamasına.
“Emmi, anam nerede?” dedi.
Ses çıkmadı Kocaların Ali’den. Bağıra bağıra ağladı sadece. Ağladı sarıldı yeğenine. Sarıldı ağladı.
Ne diyebilirdi ki?
“Yeğen; ananı, kardeşlerini Hacında gâvurun eline mi bıraktım, diyecekti,” diyemedi.
Diyemedi işte. Sığındı gözyaşlarına.
Kocaların Ahmet, bir daha ne anası Huriye Hanım’ı, ne kardeşleri İsmail ve Şefika’yı gördü.  Amcası kahrından dertlere yakalandı. Yaşadığı her gün ıstırap çekti. Her gün rüyalarına Huriye Hanım, İsmail ve Şefika girdi. Dert sardı tepeden tırnağa her yerini. Daha fazla dayanamadı emaneti koruyamadığına. O günden sonra başı hep önde gezdi. Çok yaşamadı. Ölene kadar yeğeni Ahmet’in gözlerine hiç bakmadı. Daha doğrusu bakamadı.
Hacın durulmuştu. Hacın durulur da Kocaların Ahmet durur mu? Düştü yollara. “Belki anam, kardeşlerim bir kayanın kovuna saklandılar, belki ölmediler” diye bir umutla Hacın’a geldi. Hacın o Hacın değildi yer o yer değildi dünya o dünya değildi. Yanık şehrin küllerinde aradı Kocaların Ahmet. Anasını, kardeşlerini, akrabalarını… Ne evleri, ne yerleri, ne yurtları… Hiçbir şeyleri kalmamıştı. Onlar da Yanık şehrin hikâyelerine konu oldular.
DOSTTAN GELEN MEKTUP
Yıllar çok çabuk geçti. Hacın “Saimbeyli “ olmuştu artık. Kocaların Ahmet, Karsavran Köyü’nden Ali Yahşi’nin kızı Elif ile evlendi.  Bir süre Karsavran’da yaşadıktan sonra, bir türlü aklından çıkartamadığı Hacın’a tekrar geldi. Ahmet ile Elif Koca’nın on iki çocukları oldu. Bunlardan dört tanesi bebekken hayata gözlerini yumdular. Geride; Necati, Necla, Hamide, Muharrem Cemil, Huriye ve Necmiye kaldı.
Acılı geçen yıllar, soğuk mart günlerinde yaptığı uzun yolculuklar bir gün Kocaların Ahmet’e romatizma hastalığı olarak yer etti. Yıllarca hasta yatağında yattı. Hiç beklemediği bir gün, Türkiye’den Suriye’ye kaçakçılık yapan bir birisi Kocaların Ahmet’in kapsını çaldı. Beraberinde getirdiği bir şişe ilacı ve bir mektubu ona verdi. Mektup açıldığında Kocaların Ahmet’in gözyaşları yanaklarını ıslattı.
Mektup Halep’ten yollanmıştı. Mektubu yollayan Hacın Ermenilerinden, Kocaların bağ komşusu Mr. Tayyar’dan başkası değildi.
Mr. Tayyar mektubunda şunları yazıyordu.
“Ahmet, senin hasta olduğunu duydum. Çok üzüldüm. Sana bir ilaç gönderiyorum. Bu sana iyi gelecektir. İyi gelmezse Halep’e gel seni tedavi ettireyim.
Benim de senden bir isteğim var. Kalesekisi’ndeki pınarın yanındaki kızılcık kirazın dibinden bana bir avuç toprak yolla…”
Kocaların Ahmet dostları Mr. Tayyar’ın isteğini yerine getirdi.  Ve hep düşündü. Acaba Hacın Ermenilerinin yakında Türk katliamları yapacağını Mr. Tayyar biliyor muydu? Eşya getirtmeyi bahane ederek bağ komşusu Muharrem’in oğlu Kocaların Ahmet’in canını kurtarmak için mi Adana’ya yollamıştı? Bunlar hep bir sır olarak kaldı.
Ama bilinen bir şey vardı. Hacın Türkleri ve Ermenileri birbirlerinin dostuydu. Ta ki araya Fransızlar girene kadar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder